1965 yılında Türkiye’de sinema kültürünü korumak ve yaymak adına kurulan Türk Sinematek Derneği’ni yeniden canlandıracak Sinematek/Sinema Evi projesini tasarımcısı ve yöneticisi Jak Şalom ile konuştuk.
Film kültürünü yaymak ve yaşatmak ayrıca ortak bir sinema belleği oluşturmak amacıyla 1965 yılında Onat Kutlar’ın öncülüğünde İstanbul’da kurulan Türk Sinematek Derneği, 12 Eylül 1980 darbesiyle kapatıldı. Dernek çatısı altındaki kişilerin destekleriyle İstanbul Sinema Günleri başladı ve Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne dönüştü. Türk Sinematek Derneği’nin kurulduğundaki ilk resmi üyesi ve sinema alanındaki çalışmalarına bugün halen devam eden Jak Şalom ile Sinematek’in bugününe, 2018 yılında Kadıköy Belediyesi çatısı altında kurulan Sinematek/Sinema Evi’ne, yaklaşmakta olan “7 Ülkeden 7 Film” gösterimine ve sinemamıza dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bir röportajınızda Sinematek Derneği’nin, Türkiye’nin 20. yüzyılının ikinci yarısında, 1965’te kurulduğu zaman Aydınlanma Hareketi’nin bir parçası olduğunu söylüyorsunuz. Dönemin şartları altında kurulan Sinematek Derneği’nin bu hareketteki etkisini, neler yaptığını bize anlatabilir misiniz?
Türkiye’de 61 Anayasası’dan sonra çeşitli alanlarda aralanan pencereler oldu. Edebiyat alanında oldu, tiyatro alanında oldu, basın alanında oldu ve daha birçok alanda Türkiye’ye o zamana kadar olmayan şeyler girdi. Bunların içinde de tüm dünyadaki Sinematekler gibi amacı film kültürünü yaymak ve sinema mirasını korumak olan Sinematek de girdi. Türkiye’de bir kısmı yabancı bir kısmı yerli filmlerin gösterimini yapan ticari sinema vardı. Tabii Sinematek ayrı bir şey, film kültürünü yaymak dediğin zaman o günlerde 1934’ün az bilinen bir dildeki bir filmi Türkçe altyazısız olarak göstermek gerekiyordu - o zamanki teknoloji bugünkü gibi elektronik altyazı yapmaya imkân vermiyordu, film kazılarak, ezilerek altyazı üzerine eklenebiliyordu, dolayısıyla kopya mahvoluyordu. Ödünç alınan bir kopyayı mahvedemezsiniz -. Bu zor gibi görünen sinemayla tanışmak, yalnızca sinema salonunda değil sinemanın dışında da Yeni Sinema dergisiyle, tartışmalar, konuşmalarla geliştirilen bir çabaydı. Tiyatrocular, edebiyatçılar, şairler, gazeteciler kendi alanlarında ne yaptılarsa o dönemde - ki bu Aydınlanma Hareketi’nin bir parçası görülebilir- Sinematek de aynı şekilde kendi alanında yaptı. Tüm bu yapılanlar da önceden kararlaştırılan şeyler değildi. Kıyaslama abartılı da olsa, 18. yüzyılın Aydınlanma Hareketi’nin de sonradan böyle adlandırıldığını anımsayalım.
Bugün Sinematek sözü edildiğinde üç ayrı kuşak biliyoruz. Birincisi benim kuşağım yani Sinematek’i tanımış olan kuşak; ikincisi bizden sonraki, bizlerden duyduklarıyla Sinematek’i tanıyan kuşak; üçüncüsü de bir yerlerden okuyarak, araştırarak tanışan bugünkü gençler. Dün değil ama bugün rahatlıkla söyleyebildiğim bir şey Sinematek’in “markalaşma” durumu. Biz bugün bir sinemada sinema etkinliği yaptığımızda Sinematek adını gören koşuyor. Bu dünden bugüne 54 yıldan beri kaybolmamış, yok olmamış, gölgelenmemiş… Oysa en az 30 yıldan beri Sinematek diye bir şey yok ortalıkta. İşte bu güzel bir şey.
Dediğiniz gibi 30 yıldan fazla bir zamandır Sinematek fiziki olarak var olmadığı hâlde bu miras siz ve sizin gibi bu işe gönül verenler tarafından yaşatıldı. Geçen bunca yılda benim kuşağımda bile heyecan yaratan Sinematek’te neler oldu? Neden bu kadar bekledi bu fiziki oluşum?
Neden 30 yıl beklediğini bilemem. Bir kere Sinematek büsbütün durmadı. Belki Sinematek adıyla devam eden bir şey olmadı ama film kültürünü yayma çabası durmadı. Önce İstanbul Sinema Günleri oldu, o birkaç yıl sonra evrildi İstanbul Film Festivali oldu. O bir daha evrildi İstanbul Uluslararası Film Festivali oldu ve bu yıl 38’incisi gerçekleştirildi. Bu yoktan var edilen bir şey değil. Birçok kültür akımı gibi bir yerden bir yere aktarılan bir zenginliktir. Mesela sinemada dışavurumculuk vardı, Birinci Dünya Savaşı sonrası sinemasında özellikle. Ondan sonra Fransa’da şiirsel gerçekçilik çıktı, o yetmedi İtalya’da yeni gerçekçilik çıktı. Bu akımlar gibi Sinematek olgusu da kendisi kapandı ama hemen sonra Onat Kutlar ve arkadaşlarının Kültür Bakanlığı bünyesinde yaptığı çalışmalar, arkasından İstanbul Sinema Günleri, arkasından festival bu film kültürünü yayma ve ana akımın dışına çıkma çabası devam etti.
Ana akım sadece sinemada değil edebiyatta da, tiyatroda da var. Ana akım nedir? Çok sayıda insanın, gidebileceği, sevebileceği türden birtakım hikâyeler anlatmak, bunun için çok para harcamak, büyük isimleri kadroya almak ve sonra da para kazanmak. Sinema işletmecileri kendilerine para kazandırabilecek filmler göstermek istiyorlar, bunu yine para kazanmak isteyen yapımcı ve dağıtımcılardan sağlıyorlar. Yani herkes işini en iyi şekilde yapıyor. Eğer bu evrensel bir kural olsaydı yeryüzünde şair kalmazdı, herkes roman yazardı. Herkes çok satabilecek bir türü tercih ederdi. Şiir çok satılan bir tür değil. Ana akım dışındaki sinema da böyle. Biz de bütün salonları ele geçireceğiz gibi bir iddiada bulunmuyoruz. Sadece özellikle genç kafaların düşünmelerine, akıllıca keyif almalarına yönelik birtakım tanışmalar yapmasını sağlamak istiyoruz. Beğenenler oluyor, beğenmeyenler oluyor. Zaten yüzde yüz herkesin beğenmesi mümkün değil.
Sonuç olarak aslında zamansal açıdan arada bir boşluk yok. Sonrasında bir araya gelişimizse şöyle oldu. Bir akşam eski arkadaşlarla yemek yiyorduk. Sinematek’in sözü geçti, baktık 48 yıl geçmiş kurulalı. Biri bir laf attı “İki yıl sonra 50 olacak, ne yapacağız?”. Takvim rastlantılarıyla 50’nci yılın, Onat Kutlar’ı kaybedişimizin 20’nci yılına denk geldiğini fark ettik. Bunun üzerine hem Kadıköy Belediyesi’yle hem Pera Müzesi’yle hem de Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’yle görüştüm. Sonunda da 50’inci yılda 50 film göstermeye ve 50 sunum yapılmasına karar verdik. Bu sunumları Türkiye’de birçok alanda uzman olan isimler yaptı. Çok beğenildi bu gösterimler, basında da karşılığını buldu. Neyse bitti ayrıldık hatta ayrılırken “50 yıl sonra yine görüşürüz” diye şakalaştık.
Sinematek’in varlığını sürdürmek için Sinematek/Sinema Evi, Kadıköy Belediyesi çatısı altına kuruldu. Bildiğimiz üzere bir Sinematek/Sinema Evi inşa ediliyor. Neler oluyor, geçtiğimiz yıl tamamlanması beklenen Sinema Evi’nin durumu nedir?
Sinematek/Sinema Evi fikri sonradan ortaya çıktı. O da 2015’te zamanın Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu’nun beni görmek istemesiyle başladı. “Bana şu Sinematek’i anlatır mısınız?” dedi. Ben ona Sinematek’i anlattım, notlar alındı. Ondan sonra belediye, Sinematek etkinliklerine ayrılması için belediyeye ait olan bir arsada bir bina inşa etme kararı aldı. Benim de danışmanlığını yaptığın hazırlık süreci altı ay sürdü ve sonra inşaat başladı. Yıl bitmeden Sinematek/Sinema Evi’nin açılacağını ve faaliyetlerimizi kendi binamızda sürdüreceğimizi umuyoruz.
Ülkemiz için sinema kültürünü yaşatmak adına gerçekten çok güzel bir birliktelik. Bir belediyenin çatısı altında olmak bu ekole ne gibi katkılar sağladı?
Konuyu biraz açalım o zaman. Bugün yeryüzünde 176 kadar sinematek var. Bunların bir kısmı devlet Sinematek’i yani ulusal Sinematekler, bir kısmı belediye Sinematekleri. Mesela Bolonya’daki, Belediye Sinematek’i olarak başladı, 40 yıl sonra vakfa dönüştürüldü ve vakıf olarak çalışıyor bugün. Üçüncüsü de vakıf Sinematekleri. Bunlar daha çok Amerika’da ve özel girişime önem veren ülkelerde. Sovyetler Birliği ve onun etkisinde olan ülkelerdeki Sinematekler ulusal Sinematekler olarak kuruldu, hâlâ da öyle çalışıyor. Yani üç ayrı çalışma şekli var. Bazı ulusal Sinematekler önemsizken bazı belediye Sinematekleri çok önemli olabiliyor. Bunun Kadıköy’de olmasının nedeni bir belediye başkanıyla bir proje sahibinin bir araya gelmesinden ibaret. Tesadüfler beni bir başka kente götürmüş olsaydı belki orada da olurdu. Ama büyük bir devlet insanının dediği gibi “gerçekler inatçıdır”. Sinematek/Sinema Evi, Kadıköy’de kuruluyor, Belediye Başkanımız Şerdil Dara Odabaşının tam desteğiyle.
Sinematek/Sinema Evi, bittiğinde içerde yalnızca gösterimler değil, arşivler, buluşma mekânları yani sinemaya dair bir hafıza yaratılacak ve bu gelecek kuşaklara taşınacak. Sinematek/Sinema Evi sinema mirasının temsilcisi ve taşıyıcısı olacak. Bunun için nasıl bir çalışma gerçekleşiyor, arşivler nasıl sağlanıyor? Projeden bahseder misiniz biraz? Bina bittiğinde her şey hazır mı olacak?
Aslında o korkutucu bir şey doğrusu. Siz bir eve taşınırken boş bir eve taşınırsınız, sonra doldurursunuz. İstediğiniz eşyaları seçer koyarsınız. Bir mekânı sahiplenmek lazım öncelikle. O da kolay bir iş değil. Her ne kadar planları biliyorsanız, benim gibi şantiyeyi her gün ziyaret ediyorsanız da geldiğimiz günün akşamı film gösterimlerine başlarız gibi bir şey dedirtmez bu. Bina bitecek, teslim edilecek, kontroller yapılacak, belki bir hafta biz kendimize film göstereceğiz, neler oluyor, neler olmuyor diye bakacağız ve ondan sonra halkın o mekândan, oradaki etkinliklerden yararlanabilmesini, gerekli gördüğümüz mesela sergi, film kitaplığı, kişisel film izleme köşeleri gibi birtakım bölümlerin de çalışır olmasını sağlayacağız. Bazen de tabii insanlık hâli evdeki hesap çarşıya uymayabiliyor. Bu işi yapmayı biliyoruz ve galiba da iyi olacak, ilgi de çekecek, insanlar da gelecek. Bir de işin başka yanı bugün yapılmakta olan sinemayla ilgili de ayrı bir mekânımız olacak. Bugün çalışan profesyonel sinemacıların, amatör sinemacıların, sinema okuyan öğrencilerin gelip o mekânda prodüksiyon toplantıları, senaryo okuma, toplantıları yapabilecekleri, yaptıkları kaba montajı ekibe gösterebilecekleri hizmetleri ücretsiz olarak sunacağız. Dolayısıyla dünün sinemasıyla yarının sineması arasında köprü kurmaya çalışacağız.
Üçüncü konu arşivler konusu. Bütün dünyada sinemateklerin uğraştıkları konulardır bunlar. Burada yalnızca film arşivini düşünmemek lazım, filmle ilgili her şeyi düşünmek lazım. Bugün dünyanın pek çok kentinde Paris’te, İtalya’da, Londra’da sinema müzeleri var. Bu sinema müzelerine girince sadece film seyretmiyorsunuz, vitrinlerin içinde senaryolar, yönetmenlere ait birtakım eşyalar, dışarıda kameralar, filmlerde giyilen giysiler buluyorsunuz. Yani sinemayla ilgili her türlü obje açıklamalı bir biçimde sunuluyor filmlerden ayrı olarak. Bu önemli ve uzun bir çabanın sonunda elde edilen bir şey. Mesela İtalya’da büyük bir giysi terzisi var, sinema terzisi. Tarihi film için kıyafetler yapmış bunlar bazen yapım evine satılıyor, bazen de yapılıp kiralanıyor. Sonra o elbise tekrar atölyeye dönüyor, beyazsa siyaha boyanıyor ve başka bir filmde kullanılıyor. Bu atölyeler ya iflas ediyor ya sahipleri yaşlanıyor, bu elbiseler atılıyor. Bu nedenle bunları elde etmek için çaba sarf etmek lazım. Küçük objeler, afişler, senaryolar evlerde var. Bunlar saklanıyor, atılıyor ya da kayboluyor. Biz de bunlara çağrıda bulunuyoruz “getirin bize bağışlayın” diye. Bunun çok iyi sonuç vereceğini düşünüyorum. Bunun öbür yanı filmler. Film denen şey, herkesin “bilmediği” gibi bir pelikül, selüloit, şerit olarak icat edildi. Dijitale 1999’dan itibaren geçildi, öncesinde yoktu. Dünyada 1920’ye kadar çekilmiş filmlerin %80’i kayıp, 1950’ye kadar çekilmiş filmlerin %60’ı kayıp. Yangınlar, su baskınları, savaşlar ya da bir mahzende unutulmuş film stoklarının çürümesi gibi nedenler sebebiyle yılların hışmına uğrayıp kullanılamaz hâle geliyor bu filmler. Maalesef bu terk edilen selüloit filmlerin içinde bulunan ufacık gümüşleri elde etmek için bu filmlerin işletmecileri hurda fiyatına bu filmleri sattılar. Üç kuruşluk kazanç için hazine değerinde eserler yok oldu. Hâl böyle olunca eldeki mevcut miras da darlaşıyor. Yapacağımız çalışmalardan biri Kadıköy’e özgü amatör filmler olacak. İnsanların evlerinde bulunan artık seyredemedikleri kasetleri - kabul ederlerse - biz alacağız, dijitale aktarıp seyredilir hâle getireceğiz ve sahiplerine vereceğiz. Orijinallerini de uygun koşullarda biz koruyacağız, Kadıköy’ün hafızasını hem toplayacağız hem de film sahiplerinin onayı alınarak yeni kuşaklara bunları gösterebileceğiz. Mesela 1930’da Kadıköy’de kaldırımlar nasıldı? Çok mu önemli bunu görmek, evet bazıları için önemli olabilir. Bugün yerlerinde olmayan ağaçları, köşkleri, caddelerin eski hâllerini gösteren görüntüleri bulmak çok mu kötü? Avrupa Sinemateklerinde bunların üzerinde uzmanlaşan kurumlar var. Biz de bunlar için çalışacağız.
Aslında bir yandan da Sinematek/Sinema Evi son zamanlarda farklı mekânlarda, önemli seçkileri izleyiciyle buluşturuyor. Hayatında ilk kez Persona’yı beyazperdede izleyen kişiyle, yıllar önce izlemiş kişiyi yan yana getiriyorsunuz. Agnès Varda seçkisi yine çok önemliydi. Bu seçkiler nasıl oluşturuluyor?
Bu programların ikisi de Sinematek’in kendi binasında yapılmak üzere tasarlanmıştı, maalesef bina yetişmedi, bu sebeple önceden yaptığımız sözleşmelere yazık olmasın diye başka yerler aradık. Nitekim Agnès Varda toplu gösterimini Caddebostan Kültür Merkezi’nde yaptık, müthiş ilgi gördü, %84 doluluk oranı yakaladık. İkincisini de Kadıköy Sineması’nda yaptık. Agnès Varda gösterimini Fransızlarla iş birliğinde ve İstanbul Modern’le ortaklık ilişkisinde yaptık. Maalesef sevgili Agnès Varda son filmini gösterdiğimiz gün vefat etti, çok üzücü bir gün oldu. Öğlende aldık ölüm haberini, saat 18.00’deki seansa bir genç kadın geldi elinde üç tane karanfille ve onları perdenin önüne bırakıp, yerine oturdu. Böyle güzel bir şey oldu. Son filmini Berlin’de göstermişti diyerek, artık bir Varda retrospektifi yapmanın zamanı geldi diye düşünüp yaptık, ölümü üzücü bir tesadüf oldu. Diğer gösterim de geçtiğimiz yıl Bergman’ın 100’üncü doğum günüydü ama bina bitmediği için gösterimini yapamadık. Biz de olsun, 101 olsun dedik İsveç Başkonsolosluğu’yla gerçekleştirdik. Wim Wenders’i Goethe Institut’le gerçekleştirdik. De Sica’nın filmlerinin de telif haklarını ödeyerek programa aldık. Tabii on tane farklı isim de dile gelebilirdi, onları da yerimiz açıldığında yapacağız.
Bu gösterimlerde bu salon doldurur, bu salon doldurmaz demedik, Sinematekler böyle demezler zaten. Gün gelecek 20 kişiyi ilgilendiren filmler de gösterilecek. Sinematek’in işi bu çünkü. İkinci etkinliğimizde de %88 doluluk oranı sağladık ki Caddebostan’daki salonun üç katı büyüklüğündeydi Kadıköy Sineması’nın salonu. Yine de yer bulamayanlar, tekrar gösterim isteyenler oldu ama yapamazdık.
Önümüzdeki hafta yani 22-28 Temmuz tarihleri arasında da Kalamış Parkı’nda geçen yıl yapmaya başladığımız “Yıldızlar Altında Sinema” etkinliğini bir kez daha yapacağız. Hem de bu yıl KADFEST Uluslararası Kadıköy Festivali’nin de ilk ayağı olarak çıkıyoruz. Orada “7 Ülkeden 7 Film” programı gösterimi yapacağız. İlk film özel bir gösterim olacak. Chaplin’in The Kid (Yumurcak) filmine özel bir gösterim yapacağız. Bu film sessiz bir film, ancak Chaplin buna 60’lı yıllarda kendi bestelediği bir müziği ekledi. Bizim de gösterimimizde 46 kişilik bir orkestra bu besteyi çalacak. Film perdedeyken Orçun Orçunsel’in şefliğindeki Avrasya Filarmonu Orkestrası canlı olarak eşlik edecek. Açık havada ilk kez yapılacak bu etkinlik, geçen kış Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde salon içinde yapılmıştı. Bundan sonraki filmlerden biri Türk filmi, Başar Sabuncu’nun Şener Şen’le çevirdiği Zengin Mutfağı. Diğerleri de sinema tarihinde çeşitli nedenler yüzünden önemli olan filmler. Mesela göstereceğimiz filmlerden biri Tunus’lu yönetmen Selma Baccar’ın El Jaïda adlı filmi. Biz, Türkçeye Kadınlar Koğuşu olarak çevirdik, bu çok önemli bir Tunus filmi. Tunus’un bağımsızlık yıllarında, 1950’lilere kadar eşlerinin emirlerine boyun eğmek istemeyen kadınların konduğu bir hapishanede geçiyor. Kadının, pişman oldum kocamın her dediğini yapacağım diyene kadar orada tutulduğu bir hapishane. Bu filmi yapan yönetmen de Arap Baharı’ndan sonra, onlar Tunus Devrimi diyorlar, anayasayı yazmakla yükümlü kurucu meclis üyeliği yapmış bir kadın: Selma Baccar. Çok önemli bir isim Baccar ve onu davet ettik. Bence bunu izlemek de Türk kadını açısından önemli olacak.
Gösterimlerin hepsi ücretsiz ve biletsiz olacak. Herkesin gelebileceği bir mekânda yapıyoruz bunu. Her filmin bir önemi, özelliği var. Geçen yıl da kalabalıktı bu sene de yüksek bir katılım bekliyoruz. Başta söylemiştim Bolonya’daydım ve Bolonya’nın ana meydanında iki ay boyunca her akşam farklı bir film 5000 kişiye gösteriliyor. Orada olduğunuz zaman sinemanın ne işe yaradığını, niçin sinemanın kolektif bir sanat olduğunu, niçin telefonlarda izlenecek bir şey olmadığını hemen buluyorsunuz. Orada bir gösterimi izliyorsunuz ve hemen ikna oluyorsunuz.
Toplumun film izleme refleksi sürekli değiştirildi. Açık havalardan kapalı salonlara, bağımsız sinemalardan alışveriş merkezi sinemalarına, şimdi de ev içlerine ve telefon ekranlarına sıkıştık. Sinemanın kolektif bir eylem olduğunu unuttuk, onun birleştirici gücünü yitirdik. Siz ne düşünüyorsunuz bu durum hakkında?
Bugünkü durumun iyi bir gelişmeye açık olduğunu düşünmüyorum. Şöyle ki bu mantıkla ileri gidersek, akşam evinizde çeşitli nedenlerle açıyorsunuz telefonu pizza mı lahmacun mu ne istiyorsanız sipariş veriyorsunuz, buz dolabınızda da soğuk bir içecek bulunuyordur, ah bir de Netflix’ten bir dizi açarsanız sizden iyisi yok. Yalnız bunu yaparsanız ve herkes bunu yaparsa kamusal alanı terk etmiş, boşaltmış oluyoruz. Oysa bu kamusal alanın iyi yanları çok. Tartışma kültürünü, başkalarını tanıma, başkalarıyla bir arada olmanın getirdiği ortak tepkileri, alkışlamak, gözyaşı dökmek gibi kolektif duyguları kaybediyoruz. Bunlar çok önemli ve biz bunları terk ettiğimiz zaman, evlerimize kapandığımız zaman bütün dünyadaki iktidarlar zil takıp oynayacaklar; çünkü dışarda konuşulması, dışarda ortak tepkilerin gösterilmesi onlar için iyi bir şey değil. Biz ve bizden sonrakiler kamusal alana sahip çıkmalıyız. Diyeceksiniz ki “ama Kadıköy’de gece yarılarına kadar insanlar sokaklarda” ama her yer Kadıköy değil. İstanbul’da birçok yerde bir saatten sonra sokakta in cin top oynuyor. Çok isterim oralarda da bir alan verseler de film gösterelim, millet dışarı çıksın. Bu önemli bir olay, bizim varlığımızın bir nedeni de kamusal alana sahip çıkmaktır. Bizim yerimizde yazlık ve kışlık iki mekânımız olacak ki insanlar gösterimden önce ve sonra filmleri, sinemayı tartışsınlar. İşte böyle bir uğraşın içindeyiz.
Sinemaya ömrünü adamış, bunu profesyonel anlamda da ileriye taşımış birisiniz. Yurt dışındaki sinemateklerle ilişkinizi sürdürüyorsunuz. Bugünün Türk sineması hakkında neler söylersiniz?
Son seyahatlerimde Tunus ve Bolonya’da birer hafta geçirdim. Orada karşılaştığım insanlar iki konuda konuştu benimle. Birincisi son seçimleri izlemişler ve İstanbul’un yeni belediye başkanı hakkındaki fikirlerini heyecanla ifade ettiler. İkincisi de “dizilerde kral oldunuz, tüm dünyaya dizi ihraç ediyorsunuz” dediler. Sinemamızın bir kısmını biliyorlar, tabii ki Nuri Bilge Ceylan’ı, festivallerde gösterilen filmleri biliyorlar ama onların işi bu! Mesela Tunus’ta bizden Anons filmi yarışmadaydı. Yarışma dışı Sibel ve Ahlat Ağacı gösteriliyordu. Bugün uluslararası piyasada Türk sineması diye bir şey var. Bir tek Cannes Film Festivali diye bir şey yok, küçük çaplı, prestijli çok festivaller var. Mesele festivaller değil. Festivallerdeki Türk filmleri ya da yurt dışındaki Türk filmleri bugünkü Türk sineması hakkında yanlış fikir veren filmler ama kötü film oldukları için değil. Tam tersine! Oradaki insanlar sanıyorlar ki festivalde ödül alan filme Türkiye’de 3 milyon kişi gidip izliyor. Her çıktığımda bunun doğru olmadığını, bu filmlerin salon bulmakta, seans bulmakta çok zorlandıklarını ve ana akımı anlatıyorum. Ana akımın nasıl Koreliler tarafından tekelci bir zihniyetle yönetildiğini, bir sinema biletinin yanında patlamış mısır almak zorunda kalındığını anlatıyorum. Bunlar negatif şeyler. Dolayısıyla Türk sinemasının yurt dışındaki saygınlığı ile yurt içindeki sefaletini yan yana koymamız mümkün değil. Biz Sinematek olarak bu konuda şunu yapabiliriz: Yeni iş yapacak olanların işlerini bir nebze kolaylaştırabiliriz, destekleyebiliriz mesela basın gösterimlerini, galalarını yapabiliriz. Ama biz sinema değiliz ki filmleri bir hafta boyunca gösterebilelim. Bu bizim işimiz değil, sinema işletmelerinin işi. Maalesef bugün yurt dışındaki festivallerde filmleri gösterilen, ödül alan yönetmenlerin Türkiye piyasasında bir ağırlıkları yok. İşletmeci pazartesi 11.00 seansını, çarşamba da 14.00 seansını vereyim sana dediğinde istemiyorum deme şansı yok. Baskı unsuru yok. İsmini vermeyeceğim başka ana akım sinemacıların ben filmimi sana vermiyorum dediğindeki ağırlık başka, bağımsız sinemacıların “ağırlığı” başka.
Sinema aynı zamanda kitleleri bir araya getiren bir sanat. Türkiye’de sinema izleyicisi sinemasına sahip çıkıyor mu sizce?
Sinema ilk icat edildiğinde, en başta insanların hoş vakit geçirecekleri bir iş olarak yapıldı ama hemen sonra 1905-1907 yıllarında seyircinin azaldığını, seyircinin hep aynı muz kabuğuna basıp düşen polis memurunu görmekten bıktığını fark ettiğinde, yeni bir şey görmek istiyoruz dediğinde adı “sanat filmi” konan filmler yapılmaya başlandı. Daha uzun süren filmler yapılmaya başlandı, insanlar o filmleri beğendiler, onları izlemeye gittiler. Ağırlık yine de her zaman eğlence sinemasında oldu her ülkede. Siz Ahlat Ağacı’nı hangi ülkede vizyona soksanız o ülkenin komedi filmi kadar salonu doldurmaz ama amacı da o değil filmi yapan yönetmenin. Biz de öyle bir şey talep etmiyoruz zaten. Sinematekler olarak kendi sinema çevremizle, sinema dostlarıyla bir filmi bir şeyler yemeden, telefonla uğraşmadan, yandakiyle konuşmadan izleyecek, sonunda bir şeyler konuşmak, bir şey öğrenmek isteyecek yani bu işi ciddi bir uğraş olarak gören insanlarla mutluyuz. Onlar için çalışıyoruz. Nâzım’ın şiirde dediği gibi “öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin”, biz de sinemayı böyle ciddi bir iş olarak yapıyoruz. İsteyen oraya isteyen bize hatta bazıları hem oraya hem bize gelecek. Bunu zaman gösterecek.
Çok teşekkür ederim bu söyleşi için Jak Bey. Gösterimlerde buluşmak dileğiyle.
Sinematek/ Sinema Evi 22-28 Temmuz tarihleri arasında her akşam saat 21.00’de Kalamış Parkı’nda, KADFEST Uluslararası Kadıköy Festivali kapsamında, açık havada “7 Ülkeden 7 Film” gösterimi yapacak. Katılım ücretsiz ve herkese açık olacak. Programa buradan ulaşabilirsiniz.