Stranger, In the Name Of ve Body filmleriyle tanıdığımız ve Body filmiyle 2015 yılında En İyi Yönetmen dalında Gümüş Ayı kazanan Polonyalı yönetmen Małgorzata Szumowska’nın son filmi Mug (Yüz), 68. Berlin Film Festivali’nin Ana Yarışma bölümünde yarıştı ve bu yıl Büyük Jüri Ödülü’nü kazandı. Geçtiğimiz günlerde vizyona giren Mug filmini, tüketim toplumunun aldatıcılığı ve günümüz estetik anlayışının acımasız kalıpları üzerinden değerlendirdik.
Daha önceki çalışmalarında, fiziksel değişimler, varoluşsal krizler, beden ve ruh arasındaki gerilimleri sık sık araştıran yönetmen Małgorzata Szumowska, Mug filminde yüz nakli ameliyatı geçiren bir genç üzerinden sert bir kimlik ve toplum eleştirisi yapıyor. Küçük bir kasabadaki toplumsal demografi üzerinden; din, ötekileştirme, tüketim toplumu, medya, kitle kültürü ile popüler kültür gibi ögelerin aldatıcılığına değinen yönetmen, evrensel değerlerin temellerinde seyirciyi çarpıcı bir yolculuğa çıkarıyor.
Metallica hayranı, yakışıklı Jacek (Mateusz Kościukiewicz) müziğe, kırmızı Fiat 126 Bis marka arabasına, sevgilisine ve köpeğine tutkuyla aşık bir yaşam sürerken aynı zamanda geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir ailenin ferdi olarak, dünyanın görebileceği en büyük İsa heykelini inşa ettikleri Polonya-Almanya sınırına yakın bir şantiyede çalışıyor. Büyük şehirler için klişe olsa da bulunduğu küçük kasabada fazlaca marjinal kabul edilen ve kasaba sakinleri ve yakınları tarafından “eğlenceli bir çılgın” olarak görülen Jacek, şantiyede yaşadığı bir iş kazası sebebiyle yüz nakli oluyor ve ülkede yüz nakli yapılan ilk kişi olarak hayatı bir anda değişiyor.
Mug’un gerçekten çarpıcı bir açılış sahnesi olduğunu belirtmek gerekli. Çünkü öyle bir sahneyle karşılaşıyoruz ki neredeyse tüm filmin antropolojik bir değerlendirmesini bize en başta aktarıyor. Tüketim olgusunun dürtüsel bir katılım hâlinde gerçekleştiği kitleler arasındaki hiyerarşi ve istifleme kaygısı, tıpkı vahşi hayvan belgesellerinde rastlayabileceğimiz av-avcı görüntülerine benzer bir biçimde karşımıza çıkıyor. Kampanya, fırsat, indirim uyaranlarının tüm ahlak kurallarını çiğnetebileceğini ve yeni erdem anlayışının insanın anlık olarak edinme güdüsünün yüceliğinde barındığını ifade ediyor ve de tüm diğer değerleri bu olgular karşısında yok sayıyor. Bunun için de seçtiği mekân olan alışveriş merkezinde iki ürünü peş peşe indirimli gösteriyor. Önce indirimde olan iç çamaşırları için kapıda kuyruk oluşturan tüketicilerin, mağaza açılır açılmaz kalabalıktan çekinmeyerek iç çamaşırlarını mağazanın orta yerinde kapışarak denemesi ve ardından bu eylem gerçekleşirken bir anda LCD televizyonlarda başlayan %70’lik indirim ve insanların çıplak olduğunu unutarak televizyonlara akın edip kapışma anları… Tüketimin en vahşi ve ehlileşmemiş hâlinin, insanların yüz ifadelerinde ve postürlerinde görülebildiği bu sahneden galip çıkanlardan biri olarak Jacek’in hikâyesi, ifade gücü yüksek bir açıklamayla başlamış oluyor.
Jacek'in kaygısız bir biçimde süren varoluşunu taçlandıran bir unsur da kasabadaki bir barda hem barmenlik yapan hem de dans eden kız arkadaşı Dagmara'ya (Małgorzata Gorol) olan evlenme teklifiyken kaza sonrasında onu bir ucube gibi gören Dagmara sayesinde bu durum üzücü bir kabusa dönüşüyor. Yalnızca Dagmara tarafından değil, geri çekilen dostlukları, Jacek’ten utanan ve yabancılaşan ailesi, yerel yardımların kısıtlı imkânları ve fırsatçılar, Jacek’e doğup büyüdüğü kasabaya ve hayatına dair yabancılaşmalar ve yeni yüzleşmeler sunuyor. Mug, genel olarak toplumdaki her organizasyonun çürümüşlüğünü ifade eden tüketim toplumundaki bireyler için geleneksel değerlerin yıkıma uğratılacağını ve estetik değerlere uymayan canlı veya cansız her şeyin toplumdan dışlanacağını aktarıyor. Dinin yozlaşması ve geleneksel inanç sistemi içerisinde kilise mensuplarının dahi kendi kıstasları dahilinde yasakları esnetebildiği görülüyor. Öte yandan her koşulun kendi içinde fırsatlarının olduğu da rahatsız edici bir biçimde gözler önüne seriliyor. Jacek, kazadan sonra birkaç marka ile iş birliğine giderek, sıra dışı fiziksel görünümü yüzünden ürünlerin reklamı için bir pazar hâline getiriliyor. Yönetmenin bu sahneleri mizahla harmanlaması ise sentimental bir acıma hissetmek yerine seyircide güçlü bir farkındalık yaratıyor.
Genel olarak filmde kendimize sormamız gereken: Sevgi, aidiyet, inanç, dürüstlük, bağlılık ve öz saygı gibi unsurların pratikte ne durumda olduğu. Rio de Janeiro’dakinden daha büyük bir İsa heykeli yapacağı konusunda hırslı ve kibirli olan bir kilisenin, henüz yüzü oturtulmamış olan İsa heykelinin inşaatı sırasında içine düşen Jacek’in yüzünü kaybetmesini tanrısal yolda geçirilen bir kaza olarak görmek yerine, Jacek’i içine şeytan giren bir ucube olarak nitelendirmesi, tüm değer yargılarının yoz ve keyfi esnekliklere bağlı olduğunu ifade ediyor. Nişanlısı, ailesi ve arkadaşları tarafından artık istenmeyen Jacek’e ise kapitalist kültürün en güçlü silahı olan reklam dünyası kapılarını aralıyor. Dolayısıyla sistem kendi içinde bozguna uğrattığı bireyi tekrar kullanmak adına bir pazar oluşturuyor ve kişinin yeni fiziksel veya sosyolojik konumunu “pozitif ayrımcılık sempatikliği” altında yeniden tüketimin bir parçası yapıyor. Ancak filmin çok geniş bir etki alanı olduğunu söylemeliyiz. Polonya’nın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve siyasal durumun net bir biçimde filme yansıdığı görülebiliyor. Bugün artık evrenselleşen göç hareketlerinin bir yansıması şantiyedeki diğer işçiler ile olan iletişimsizliğin temeline yansıyor. Aynı şekilde yüz nakli gerçekleşen Jacek’in ülkede bir ilk olması ve sırf başka ülkelerde yapıldığı için kendi ülkelerinde de medya önünde yüz nakli gerçekleştirmek isteyen tıp insanları, bu uğurda bir figür olarak kullanılan ve işi bittiğinde bir kenara atılan Jacek’in popüler tıpın kurbanı olması filmdeki diğer çarpıcı noktalardan. Tedavinin geri kalanına karşı kısıtlı hizmetler sunan ve raporlayan heyetin zalimlikleriyle daha zor bir hayata itilen Jacek’in fiziksel görünümüne mecburen bir servis bedeli bulması ve bundan para kazanması ise medyanın acımasızlığını ve mahremiyet ihlalini çarpıcı bir biçimde işaret ediyor.
Mug, toplumsal gerçekçiliğe büyük oranda sert bir bakış atan ancak mizah yönünü asla bir kenara bırakmamış bir film. Sinematografisindeki yer yer şiirsel yer yer de çarpıcı tempodaki görüntüleri, filmle olan ilgimizi sürekli dinç tutuyor. Şiddet içeren sahnelerin ise asla estetize edilmeden ve göze sokulmadan aktarılması öne çıkan önemli noktalarından biri. Yönetmenin bu tercihi hem anlatmak istediğiyle bir tutarlılık oluşturuyor hem de asıl odaklanmamız gereken kısımlar için dikkat dağıtıcı veya işlevsiz unsurlar yaratmıyor. Oyunculukların da atmosferi ve konuyu aktarmak adına homojen bir üslup sergiledikleri görülüyor. Bu yüzden Mug filmi, üstüne düşünülmüş, olay örgüsü tutarlı örülmüş ve anlatmak istedikleri konusunda nokta atışı yapan bir film. Festivalde kaçıranlar veya hâlen izlemeyenler için filmin 24 Ağustos’ta vizyona girdiğini hatırlatmakta yarar var.