Daha önce duymadığımız, bizi hayrete düşürecek hikayeler hepimizin ilgisini çeker, değil mi? O halde İtalyan kadınlarının eşitsizlik, şiddet hatta cinayet gibi maruz kaldıkları ve bizim “hiç tanık olmadığımız” yaşamlarını anlatan Craft Tiyatro’nun yeni oyunu Hepimizin Öyküsü Aynı, tam bize göre. Oyunun detaylarıysa oyuncularla yaptığımız söyleşide...
İtalyan Dario Fo ve Franca Rame çiftinin kaleme aldığı Kadın Oyunları’ndan üç hikayeyi sahneliyor Craft Tiyatro. İpek Bilgin’in yönettiği, Hatice Aslan, Pınar Çağlar Gençtürk ve İrem Sak’ın rol aldığı oyun, üç ayrı hikayeyi, üç ayrı monologla (Uyanış, Bir Ana, Yalnız Kadın) ama aslında tek mesaj içinde anlatıyor. Kara mizah türündeki oyunun tadını daha ilk cümlede alıyorsunuz: “Bu ülkenin kadınlarının artık böyle sorunları olmadığını biliyoruz. Bu yüzden bu oyunu tüm İtalyan kadınları yararına oynamaya karar verdik.” Hatta anlamayanlar için bir de İtalyancasını tekrarladıktan sonra ağlanacak halimize güldüğümüz sahneler başlıyor. Şimdilik benden bu kadar, kalanını da ekipten dinleyelim.
Nedir bu hepimize ait ve aynı olan öykü?
İrem Sak: Hayatta hepimizin birbirinden farklı sorunları var kadınlar olarak. Ama oyunun finaline geldiğimizde görüyoruz ki temelde hepsi aynı durumda. Sahnede üç kadın var: Ben evinde hapis yaşayan bir kadın, Hatice oğlunun peşinde perişan olmuş bir anne, Pınar da çalışma hayatı ve annelik arasında sıkışmış bir kadını canlandırıyor. Dario Fo ve Franca Rame’nin serisinde çok daha fazla hikaye var tabii ama sonuçta hepimiz dertliyiz. Tabii oyun tam bir kara komedi, bu dertleri güldürerek aktarıyoruz. Yalnızca Hatice’nin sahnesinde komedi, yerini biraz drama bırakıyor, ardından yine güldürerek bitiriyoruz.
Aynı oyunu oynayıp sahnede karşı karşıya gelmemek ekip ruhuna nasıl yansıyor?
Pınar Çağlar Gençtürk: Oyun öncesi dans edip ısınırken ve sahne geçişlerinde beraberiz aslında (gülüyor). Provalarda hep birlikte olduğumuz için ekip ruhunu yakaladığımızı ve bunun da seyirciye yansıdığını düşünüyorum.
Hatice Aslan: Her şeyden önce tiyatroda kalp birlikte atar. Oyuncusundan gişedeki arkadaşımıza kadar bir bütünün parçası olur, sonra da seyirciyle buluşup tamamlanırız. O nedenle aslında tiyatroda tek başına olma durumu yoktur.
Bir yandan da birbirinizin seyircisi oluyorsunuz. Birbirinizin oyunculuğunu değerlendirmenizi istesem…
P.Ç.G: Tek kelimeyle bombalar (gülüyorlar).
İ.S: Daha önce herhangi bir projede bir araya gelmemiştik ama ikisinin de hayranıydım. Pınar’ı zaten tiyatrodan takip ediyordum, Hatice ile de tanışıyorduk. Şimdi çok iyi bir ekip olduk. Seyirci olma durumu da sıramızı beklerken oluyor. Mesela Hatice’in son beş dakikasını ezberledim ve antrede beklerken ben de oynuyorum.
Oyunun anlattıkları hepimizin yaşadığı veya tanık olduğu konular. Böylesine bıçak sırtı bir konu olmasının yanında, siz bu oyunda özellikle hangi unsurlar için yer almak istediniz?
P.Ç.G: Benim için başlıca nedeni Dario Fo olması. Konservatuarda en az bir kez çalışılmış ve oynaması çok lezzetli oyunlardır. Üzerine çok da yazılıp çizilen bir konu olmadığından her oyuncu bu zevki tatmak ister. Dolayısıyla böyle bir proje karşıma gelince oynamaktan başka bir alternatif düşünemezdim.
H.A: Dario Fo’nun sadece üç kadın hikayesini oynuyoruz ama kaleme aldığı tüm hikayelerindeki kadınlar birbirinden farklı, deli ve çok özel karakterler.
İ.S: Oyun 70’lerin sonlarında yazılmasına rağmen konusu hâlâ geçerliliğini koruyor. Bu yüzden “Ama neyse ki bu ülkede böyle sorunlar kalmadı. Birazdan aşina olduğumuz sorunları deşeceğiz ama anlattığımız kişiler biz değiliz” diyoruz oyunun başında. O sırada zaten seyirci gülerek mesajı aldığını gösteriyor. Doğru bir şey söylediğimizi anlıyoruz biz de.
Sorunları komedi diliyle sunmanın en önemli etkisi nedir sizce?
P.Ç.G: Oyunun yazarları, özellikle bunu dram olarak anlatsalar akılda kalmayacağını savunuyorlar. Komedi dilinin güldürürken düşündüren yönü, bu sorunların akılda kalıcılığına da artırır diyerek bu şekilde kaleme almışlar. Ben de katılıyorum bu görüşe. Mesela ben, o işçi kadını dramatik bir şekilde anlatsam, hikayesi bu kadar akılda kalmaz.
H.A: Bu dil, benim oynadığım anne karakterinin sahnesinde bile var. Ki en acılı hikayenin anlatıldığı sahne bu.
Hapisteki oğlu için yanıp tutuşan, göz yaşları içinde bir anne görüyoruz sahnede. Yaklaşık bir saat sonra sahneye çıkıp o anne olacaksınız yine ama içeri o kadar şen şakrak geldiniz ki role nasıl hazırlandığınızı merak ettim açıkçası. Var mı özel bir yönteminiz?
H.A: Rolle birlikte Hatice olarak da içimde yaşıyorum zaten o hikayeyi. Daha doğrusu benzer hikayelerle o kadar iç içeyiz ki, haber dinlerken ya da birilerinden dinlerken empati kuruyor, çaresizce üzülüyoruz. Anlattığım öykünün içine girmeden seyirciye empati kurdurmam da olanaksız. Sahneye çıkmadan önce çok az haber okumam bile yetiyor. Aynı durumda olan birçok anne var, her seferinde birine adıyorum oyunu. Bunun dışında oyun öncesi genellikle müzik dinleyerek odaklanıyorum. Metin & Kemal Kahraman’ın Oğul türküsünü ya da Selda Bağcan’ın Oğul türküsünü dinliyorum.
Oyunda toplum ve annenin sorumlulukları arasında nasıl bir ilişki kuruluyor?
H.A: Çocuğun başına bir şey geldiğinde hemen anne ya da daha genel ifadeyle aile, “ilgilenmiyorlar” deyip suçlanır. Bir Ana oyunundaki karakter mükemmel yetiştirilmiş eğitimli bir kadın. Ayrıca evliliğinde de her şey yolunda. Yani anneyi suçlayacak o genel geçer nedenler yok aslında. İşte oyun da “Demek ki başka bir nedeni var, biraz da orayı kurcalayın” dedirtiyor. Bu annenin karşı karşıya geldiği erkek, aslında ataerkil yönetim anlayışı. Bize her durumda örf ve adetlerden bahsedilir ama biz onları unutalı çok oldu çünkü örfümüz anaerkil bir toplumdan geliyor. Ama tabii kadınların baskın olması erkeklerin işine gelmediği için çocukluğumuzdan itibaren bize bir şeyleri beceremeyeceğimiz, güçsüz olduğumuz fikrini yerleştiriyorlar. Anne de bu baskıyı kuran devlete, olup bitene seyirci kalan ve sorumluluk duymayan bireylere kaşı sesini çıkarıyor. “Benim çocuğum yapmaz” deyip geçiyor herkes ama bir gün aynı durumla sen de karşılaşabilirsin. O yüzden biraz empati kurup duyarlı olmaya bir çağrı bu. Mesela Batı’da yaşayanlar olarak Doğu’da olup bitenleri bilmiyor, oturduğumuz yerden televizyonların bize gösterdiği kadarıyla fikir yürütüyoruz. Ama biz orada doğup büyümüş, aynı koşullarda yaşamış olsak ne yapardık? Yani her şey anne babanın şefkatiyle bitmiyor. Biz bir bedeniz, aile bunun küçük bir parçası ama devlet bedenin başı durumunda. Dolayısıyla asıl görev devlet ana ve devlet babaya düşüyor.
Günümüzde bir “ideal kadın” rol modeli çiziliyor. Kadın iş hayatına da girer, evini de temizler, çocuğuna da bakar ve tüm bunları hakkıyla yaptığında ideal kadın olur gibi… Müşterek hayatı epey yanlış anlıyoruz galiba.
İ.S: İdeallik değil, rezillik bu (gülüyor).
H.A: Eşitliği de yanlış anlıyoruz bence. Amerika’da kadınlara askerlik serbestisi getirilmiş. Şimdi bu eşitlik mi? Bir kere fiziksel olarak dengesiz. Düşünsenize tatbikatlarda yerde sürünüyorsunuz ama sizin göğüsleriniz var. Bunun dışında çok daha önemlisi bir kadının eli silah tutamaz ki! Çocuk doğurmasa bile bir annedir o. Bir kadın ne silah tutabilir, ne birini öldürebilir ne de çocuğundan birini öldürmesini isteyebilir. Bize yüklenen zorunluluklar yüzünden davul zurnayla askere yollanan gençler görüyoruz. Yoksa çocuğunu gönül rahatlığıyla askere gönderecek bir anne tanımıyorum ben. Devlet böyle istiyor diye bir anlamda ölüme gönderiyor çocuğunu, içi nasıl rahat olsun! Bu sadece bizim ülkemize has deil, dünyada böyle bir düzen var maalesef. Dünya hakkında karar vericiler bizi kah asker kah memur ya da başka bir titrle kullanıyor ve biz buna boyun eğiyoruz. İnsanlığı birlik ve düzen içinde tutması gereken bir mekanizma, sanki bizi dağıtmak için varmış gibi hareket ediyor. Kimimiz ölüyor, kimimiz öldürülüyor kimimiz cezalandırılıyor ya da ödüllendiriliyor. Ancak gerçek şu ki aslında hiçbir kadın böyle bir düzende yaşamak istemez.
Oyun bir anlamda ses çıkarmamız gerektiğini, kendi kadınlarının sesini yükselterek yapıyor diyebilir miyiz?
İ.S: Evet, oyunumuzda üç kadın da sesini çıkarabiliyor. En azından söylüyor, bir yere varıyor mu onu ancak seyirciler yorumlayabilir. Mesela karakterlerin “Söylemekten utanmıyorum, yeter artık konuşacağım” gibi ortak replikleri var. Umudumuz, gelip izleyen seyircinin de bir derdi varsa belki etkilenir, hayatını olumlu yönde değiştirecek bir adım atmaya cesaretlenir yönünde. Çünkü bizim de hayatın içinde etkilenip yön değiştirdiğimiz anlar oluyor.
Peki oyun bu sorunları çözme sorumluluğunu kadın ve erkek arasında nasıl paylaştırıyor?
İ.S: Karşılıklı küçük adımlar atılarak çözüme gitmek mümkün. Ben kadının evi toplamakla yükümlü olduğu bir anlayışla yetiştirildim ama bizim neslin artık ayıldığını düşünüyorum. O da biraz toplasın, o da çocukla ilgilensin diye ses çıkarıyoruz artık (gülüyor).
P.Ç.G: Bunun öyle sert kuralları yok ki. Yeri geldiğinde kadın yeri geldiğinde erkek önde olur, dengeli olsun yeter. Seyircilerden gördüğüm kadarıyla erkekler de izlerken çok eğleniyor. İçinde bulundukları duruma dışarıdan bakmak onlara da iyi geliyor bence.
H.A: Nasıl ki masaya oturduğumuzda bir kap yemeği eşit paylaşıyorsak, onun hazırlanmasını da bölüşebiliriz. Bu zaten kadın erkek meselesi değil, insanca bir paylaşım. Ve bu düzende hayat çok daha kolay üstelik. Evcilik oynamak gibi düşünmek lazım. Hayat da çocukken oynadığımız evciliğin devamı değil mi zaten.
Hikayeleri monologlar halinde oynamanız, doğaçlamalara da imkan veriyor mu? Yoksa tekste mi bağlı kalıyorsunuz?
P.Ç.G: Oyunun yazarları “Biz kabasını yaptık, iş büyük oranda oyuncuya kalıyor” demiş. Doğaçlamaya açık bırakıyorlar yani. Metnin bu özelliğini oynarken ben de fark ediyorum. Her oyunda “Ben bunu oyunda kullanırım” dediğim replikler ekliyorum ya da doğaçlama ilerliyorum. Bu bir yandan oyuncunun hamlığını atması açısından da bir fırsat. Benim sahnem 15 dakika sürüyor ama çıktıktan sonra sanki önüme gelen tüm rolleri oynarmışım hissi geliyor. O yüzden açık bırakıyoruz kendimizi. Dışarıdan gelen bir ses ya da seyircinin tepkisiyle daha keyifli hale gelebiliyor oyun.
O zaman seyircisine göre şekillenebiliyor oyun.
İ.S: Evet, kesinlikle öyle. Misal benim çok güvendiğim ya da gülünecek, şaşılacak bir şey yok deyip hızlı geçtiğim yerler vardı metinde. Ancak seyirciyle her buluşmasında, fikirlerimin sadece kendi dünyamda geçerliliği olduğunu hatırladım. Seyirciye göre rengi değişiyor oyunun. Prova aşamasında bile böyleydi.
Biraz da dekora değinsek. Biraz şaşı bak şaşır havası var sanki.
H.A: Dekor, kadının bütün karmaşıklığını, erkeklerin çözemedikleri tüm girinti ve çıkıntılarını yansıtıyor. Zaten oyunlar arası pek de değişmiyor.
İ.S: Dekorun ayrıntısıyla gerçekten çok uğraştılar. Bizim kostümlerimiz bile dekora göre seçildi.
Son olarak siz izleyici olsanız, kendi rolleriniz için neler söylerdiniz?
İ.S: Ben “yazık, yakasından düşün artık” derdim. Gerçi ben de oynarken perişan oluyorum, kulise döndüğümde mutlaka ya bir aksesuarım kaybolmuş oluyor ya da saçım başım dağılıyor (gülüyor).
H.A: Sadece kendi rolüm değil hepsi cidden perişan halde. Sabahın köründe kalkıp işe giden çocuklu bir kadın da öyle evladının derdinden yanan da.
P.Ç.G: Rol kişisi dışında bize de acırdım ama “çok iyi performanslar, bir kez daha izleyeyim” de derdim (gülüyorlar).
H.A: O zaman ben de bizi sadece izlemenize değil, düş gücünüze de ihtiyacımız var deyip son noktayı koyayım.
OYUN PROGRAMI
Oyunun Craft Tiyatro'daki programı şöyle:
24 Aralık 2015 - 20:30
25 Aralık 2015 - 20:30
12 Ocak 2016 - 20:30
18 Ocak 2016 - 20:30
22 Ocak 2016 - 19:30
25 Ocak 2016 - 20:30
28 Ocak 2016 - 20:30