Salâh Birsel’in 1957’de kaleme aldığı Dört Köşeli Üçgen, başkahramanı Gözlemci ile gözlemleme ve gözetleme ikileminde bir okuma deneyimi sunuyor. Mehmet Güreli yönetmen koltuğuna oturarak bu deneyimi beyaz perdeye taşıdı. Güreli ile Dört Köşeli Üçgen’in uyarlama sürecini, sinemanın edebiyat ile ilişkisini konuştuk.
Görkem Yeltan’ın senaryosunu kaleme aldığı, Mehmet Güreli’nin yönetmenliğini yaptığı ve Mustafa Dinç’in başrolde oynadığı Dört Köşeli Üçgen, seyirciyle ilk kez 37. İstanbul Film Festivali’nde buluşmuştu. Salâh Birsel’in aynı adlı eserinden uyarlanan film, metne sadık kalan nitelikli bir uyarlama. Filmi izlerken sakın unutmayın: “Ben bir gözlemciyim, uluslararası bir gözlemci.”
Dört Köşeli Üçgen, Salâh Birsel’in özgün ve sıra dışı eserlerinden biri. Dört Köşeli Üçgen’i sinemaya uyarlama fikri nasıl doğdu? Sizin için bu eseri özel kılan nedir?
Hani hep söyleriz ya, her şeyin bir sırası vardır diye. Dört Köşeli Üçgen’in de zamanı ancak şimdi denk geldi. Görkem Yeltan senaryoyu bitirdiğinde artık yola çıkılmıştı. Tüm hazırlıkların süresi de yedi yılı buldu.
Eserin tamamını değil elbette belli bölümlerini senaryoda bir bütün hâline getiriyorsunuz. Görkem Yeltan’la senaryolaştırma sürecinde ortak bir çalışma alanınız oldu mu? Nasıl bir süreçten geçti metin?
Senaryo çalışması Görkem’in yalnız yürüttüğü bir süreçti. Daha sonra bazı küçük değişiklikler yaptık. Çekim sürecinde de senaryoyu adım adım izledik, bir yer hariç...
Film, her şeyi gözlemleme ve bilme isteği içindeki bir karakteri anlatıyor. Detaylara seslere, görüntülere hakim bir hikâyeyi anlatırken neden siyah - beyazı tercih ettiniz?
Ben kitabın ruhunun siyah-beyaza çok yakışacağı fikrindeydim. Sanki gerçeğin renkleri gibi. Sanırım bu görüş şimdi filmi izleyenlerin de ortak görüşü gibi görünüyor. Tepkiler bu yönde.
Aslında burada sormak istediğim bir şey daha var: Neden gerçek hayat siyah beyazken karakterin gördüğü rüya renkli?
Rüyalar hep renkli değil midir? Biraz da hakikatten koparmak için renkleri seçtik, filmin soyut yapısını kırmak istedik. Ayrı bir dünya gibi algılansın, geçmişin, anıların büyüsünü çağrıştırsın diye düşündük.
Başkarakter “Gözlemci” dünyayla ilgili verileri toplayıp bunlardan sonuç çıkartmaya yönelik bir çaba içinde. Filmin dilini kitabın diline oldukça yakın buldum izlerken. Felsefi bir altyapının üzerine kurulu akıcı, duru bir anlatım tarzı var. Filmde gözlemci pek çok kez seyirciyle göz göze gelerek kendini hatırlatıyor. Karakterin doğrudan, gözümüzün içine bakarak konuştuğu anları neden seçtiniz?
Tabii ki gözlemcinin zaman zaman dünyaya düşmüş, kendi sorunlarından çok çevreyle, dünyayla ilişkiler içinde biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hatta kendi kendine bir meslek yaratmış, kendine özgü filozofluğa öykünmüş bir yalnız adam da denebilir. İletişimden çok uzak, yanlış anlamalarla bezenmiş, kendi mantık kulesinde biri. Belki de gerçeğin, hakikatin, özgürlüğün anlatım biçimleri ya da sınırları arasında dolaşan, paylaşmak hissettiğinde bize dönen biri.
Seyirciye, bize sıkıntısını, buluşlarını, yazdıklarını anlatmak isteyen bir adam.
Bir okur olarak ve ardından yönetmen olarak Dört Köşeli Üçgen’in çıkmazları var mı sizce? Özel bir bağınız olduğunu bildiğimiz bu eseri sinemaya uyarlarken çekinceleriniz oldu mu?
Salâh Birsel deyince tabii benim için büyük bir sorumluluk duygusu ağır basıyor. Ama bu önce bir yazar olarak, onun kitabının atmosferiyle ilgili bir endişe. Sahneleri çekmek değil söylediğim, ruhunu, hiciv, mizah duygusunu nasıl yansıtabilirim düşüncesi. Bu da hâliyle başka çalışmalar, başka hazırlıklar gerektiği fikrine sürüklüyor insanı.
Uyarlama filmler bana kalırsa bünyesinde gerilimi taşıyan yapımlar oluyor. Pek çok talebi karşılama sorumluluğu yarattığını düşünüyorum. Sizin de iki filminiz ödüller kazanmış edebiyat uyarlaması. Sizin için uyarlama bir metnin başarısı nedir? Sizin bir metni sinemaya taşırken dikkat ettiğiniz noktalar nedir?
Uyarlama denince, önce okumuşsanız kitabı beklentiniz de öbür seyircilerden farklı olur kuşkusuz. Sanki özel bir koltukta seyredersiniz filmi. Ama yazının olanaklarıyla sinema hiç de sanıldığı gibi iç içe değildir. Yazı gösteremediğini de yansıtırken, sinema gerçekte olmayanı bile hissettirebilir. Yazıya inanırız hemen, öyle bir espri yaptı ki salon gülmekten kırıldı diye yazabilirsiniz. Ama filmde o esprinin birinci sınıf olması gerekir. Söylediğim şu ki; örnekler de yeterli değildir. Tam tersi de yaşanabilir bu iki disiplinde. İç içe değildir diyorum, ama birliktedir. Tutkuyla birbirlerine bağlanmışlardır.
Sanatın pek çok alanıyla profesyonel bir ilişki içerisindesiniz. Sinema bir metne dayalı olduğu halde görüntülerden oluşan, edebiyat metinsel olduğu kadar görüntüler yaratan bir alan. Sinema ve edebiyat arasındaki ilişki hakkındaki fikirleriniz nedir?
Bir eseri sinemaya aktarırken benim için en önemli mesele, kitaba saygıdır. Bunu şöyle açıklamak isterim, eğer bir yapıtla yola çıkmışsanız onun ruhunu-yazılma süreci de dahil buna-hissetmeye çalışmalısınız. Ayrıca karakterler de doğru yansıtılmak isterler, sizin eserden farklı yorumlar çıkarmanızdan hiç hoşlanmazlar, sanki size çekim anlarında başka bir şeye dönüştüklerini bile vurgulamak isterler.
Siz bu filmde aynı zamanda müziğinizle de bir alan açıyorsunuz. Filmin müzikleri görüntülerin ortaya çıkışıyla mı başladı yoksa metin de doğrudan bir başlangıç mıydı sizin için?
Müzik, çekimlerden önce başlar bende, bazen projenin kendisiyle birlikte odanın atmosferine yayılır. Sonuçta ilaveler yapılır, çıkarmalar yapılır. Müziği duyarsınız ve karakter yağmur altında başlar yürümeye...
Gelecekte isminizi yeniden bir filmin yönetmeni ya da yazarı olarak görebilecek miyiz? Yeni projelerinizden haber verebilir misiniz?
Yeni iki proje var önümde, biri yolculuk hikâyesi, diğeri de bir yazarın yaşamından kesitler...