Eski İstanbul’un cefakar yüzü Fosforlu Cevriye, yıllar sonra yeniden aramızda. Ama bu kez gerçek hikayesiyle! Fosforlu müzikalinde Cevriye’ye hayat veren Ayça Varlıer ile bu hikayenin arka planını ve bugünlerde ruhumuza nasıl iyi geleceğini konuştuk.
“Karakolda ayna var, kız kolunda damga var…” Suat Derviş’in 1940’lı yıllarda yazı dizisi olarak yayınlanan ve ilk kez 1968’de roman olarak okuyucuyla buluşan Fosforlu Cevriye’sini, belki sadece bu şarkı ve Türkay Şoray ile Kadir İnanır’ın başrollerini paylaştığı filmden tanıyorduk. 1972’de Derviş tarafından senaryolaştırılıp Gülriz Sururi’ye ithaf edilen hikaye, 2008’de müzikale dönüşerek Gülriz Sururi tarafından Devlet Tiyatroları’nda yerini almıştı. Bundan yedi yıl sonra Tuncer Cücenoğlu’nun bambaşka bir uyarlamasıyla tiyatro sahnesine geri dönen Cevriye, Ayça Varlıer’in yorumuyla saklı kalmış hikayesini yeniden anlatıyor. Tiyatrokare’nin bünyesinde sahnelenen ve Serkan Üstüner’in yönettiği müzikalde, Varlıer’in yanı sıra Fatih Dönmez, Pınar Yıldırım, Cem Güler, Mert Carim ve Ece Duran rol alıyor. Şimdi söz, Cevriye’nin hikayesi için “Şu günlerde toplumun kendi psikolojisini iyileştirirken hatırlaması gereken duyguları anlatıyor” diyen Ayça Varlıer’de...
Ekim ayının ilk haftası prömiyer yaptınız ama neredeyse bir yıla yakın bir süredir hazırlanıyordunuz. Seyirciyle buluştuktan sonra nasıl dönüşler aldınız?
Cevriye’nin gerçek hikayesiyle filmdeki hikayesi çok farklı. Açıkçası ben de oynamadan önce sadece filmlerinden biliyordum. Kime sorsanız Cevriye’nin ya türküsünü bilir ya da eski filmlerden karakterini bilir ama çoğumuz hikayesini bilmiyor. Ufak tefek teknik aksaklıklarımız olsa da çok güzel dönüşler aldık. Bir müzikal olduğu için her sahnenin teknik donanımı yeterli olmayabiliyor. Altı kişiyiz sahnede ve müzik kayıttan geliyor, biz canlı söylüyoruz. Kendimize ait bir sahne de olmayınca kimi aksaklıklarla karşılaştık ancak Tiyatrokare bu tip sorunları çözmede pratik adımlar geliştirdi.
Peki kimdir bu Cevriye?
Çok naif bir hikaye... Buruk bir aşk öyküsünün yanında insanlığı oluşturan değerlerle ilgili birçok hikaye ve haliyle seyirciye aktarılan birçok duygu var oyunda. Özellikle bu acılı günlerimizde günbegün hatırlamamız gereken ve bu duyguları tekrar baştan düşünmemiz gereken bir durumdayız. Her şeyden önce evrensel bir hikaye olduğunu düşünüyorum.
Cevriye sokakta büyümüş, İstanbul’un ta kendisi olan bir kadın. Şehrin tüm kaldırımlarını, kapı eşiklerini, köprü altı yaşamlarını bilen ve kendi deyimiyle karpuz kabuğu kokan denizlerde yüzmüş, cesur, savaşçı, boyun eğmez ama bir o kadar da çocuksu, naif ve cilveli bir kadın. Adalet duygusu gelişmiş olduğu gibi ruh bekaretine inanan bir kadın. O nedenle onun sokak işçici olması onu namussuz yapmıyor. Zaten oyunda anlatılan şey bu. Namusun haysiyetin gerçek anlamı iki bacak arasında değil, ruh bekaretinde yattığını, insan olmanın ne demek olduğunu bir kez daha bu hikayeyi izlerken anlıyoruz. Cevriye’nin hayatına ismini bile öğrenemediği, hiçbir şekilde tensel bir ilişkide bulunmadığı bir adam giriyor. Cevriye ona aşık oluyor çünkü hayatında ilk defa biri ona kadın muamelesi yapıyor, insan yerine koyuyor. Onun kadınlığından istifade etmeye çalışmıyor. Bunları anlatmaya çalıştık oyunda da. Buruk bir aşk öyküsü içinde o katmanlı bir hikayesi var ki!
Cevriye, toplumun bağrına bastığı bir karakter evet. Ama aynı zamanda içinde bulunduğu koşullar, toplum baskının en şiddetli uygulandığı konular. Tasvip etmedikleri özellikleri taşıyan bir kadını nasıl bu kadar sevebiliyor toplum? Bu tezatlığın nedeni ne sizce?
Bu roman çok satmış zamanında. Fakat romanın gerçek hikayesi o zamanki döneme uygun olmadığı için film senaryosu farklı aktarılmış. Daha doğrusu belli kesitleri anlatılmış. Bana göre bu da tabulardan ileri gelen bir durum. Cevriye aslında zengin bir aile kızı. Üstlendiği bir cinayet nedeniyle kaçıp kimlik değiştiriyor. Filmde, tüm bu hikayenin sonrasında ortaya çıkan Cevriye’yi görüyoruz. Onu bu kadar sevmemizin asıl nedeni çok cevval biri olması bence. Sokak kadını olsa bile kendi başının çaresine bakabilen, güçlü bir kadın.
Suça ve suçluya bakış açısı da farklı diyebilir miyiz?
1947’de tek partili dönemde seyrediyor olaylar. Sol tandanslı bir adam düşüncelerini bildirilerle yayınladığı için idama mahkum ediliyor, “suçlu” ilan ediliyor. Diğer yandan Cevriye, ne olduğunu bilmediği ve eline tutuşturulan paket yüzünden, sırf muhbirlik yapmamak adına işlemediği bir suç yüzünden kodese atılıp sürgün ediliyor. O da “suçlu” ilan ediliyor. Şimdi dönüp bugüne baktığımızda adalet sisteminin pek de değişmediğini görüyoruz. O yüzden hikayenin de oyunun da çıkış noktası sadece genel geçer bir adalet kavramı değil aslında. Düşünce özgürlüğünün kısıtlı olduğu bir dönemde her şeye rağmen verilen mücadeleyi ve ötekileştirilenlerin nasıl bir arada yaşayabildiğini de ele alıyoruz. Çünkü Ermeni, Rum, Kürt, Laz, Yahudi, hepsi İstanbul’un o sokağında birbirine kol kanat geriyorlar.
Türkan Şoray, Gülriz Sururi gibi hafızamıza kazınan Cevriye’lerden sonra yeni bir Cevriye var karşımızda. Biraz da hazırlık sürecine değinelim. Teklif ilk ne zaman geldi, provalar ne kadar sürdü?
Dört yıl önce Leyla’nın Evi oyununu izledikten sonra Tuncer Cücenoğlu “Cevriye’yi oynar mısın?” diye teklif getirmişti. Çok heyecanlandım ve oynamayı istedim ama araya başka projelerin girmesi nedeniyle o günden bu yana nadasa bırakmış oldum. Geçen yıl aralık ayında Tuncer Cücenoğlu senaryoyu yazdı ve biz de hemen hazırlıklara başladık. Bizimki öncelikle teknik olarak farklı. Gülriz Hanım’ın sahneye koyduğu oyun 35 kişilik bir müzikaldi. Kitapta da en az 35 karakter var. Bizim oyunu Tuncer Cücenoğlu aslında tek kişilik uyarlamıştı. Ancak tek başıma oynamak istemedim. Minimum üç maksimum altı kişilik olacak şekilde ensemble oluşturalım ve hikayeyi bu şekilde anlatalım diye teklifte bulundum. Yönetmenimiz Serkan Üstüner, dramaturgumuz Cevdet Canver, sanat danışmanız Nedim Saban ile yaratıcı bir sürece girdik. Zaten Tuncer Bey yazdığı karakterleri, bir kişinin birkaç karakteri oynayabileceği şekilde yazmıştı. Biz de bunları diğer oyuncu arkadaşlarla bölüştük. Örneğin ben sahneye Suat Derviş olarak giriyorum, onun ağzından dinliyoruz zaten hikayeyi. Yani romanını okuyucularına anlatıyor gibi bir durum var. Daha sonra Cevriye’ye dönüşüyorum. Sonra da ensemble eşliğinde bir anlatım diliyle sunuyoruz tüm hikayeyi.
Müzikallerin sizde ayrı bir yeri var diye tahmin ediyorum. Haksız mıyım?
Müzikal de tiyatro da benim altyapım. Konservatuar ve oyunculuk master’ı ile neredeyse yedi yıllık bir eğitim süreci geçirdim. Sahnede şarkı söylemeyi, dans etmeyi ve oynamayı çok seviyorum. Bu da müzikali gerektiriyor (gülüyor). Tüm bunları ancak bu kulvarda yapabiliyorum. Bu projeyi geliştirirken de Nedim Saban bize önayak oldu, Tiyatrokare’nin kapıları açtı ve tüm vizyonunu ekledi. Kolektif bir çalışmayla girip özgün bir çalışma yarattık. Müzikalde 22 beste var ve hepsi özgün. Dördü de bana ait bestelerin. Müzik direktörümüz Eylem Pelit gerçekten harikalar yarattı. Ablam Aslı Varlıer Pelit dekorumuzu ve kostümlerimizi hazırladı. Koreografımız Candan Baş muhteşem bir şekilde tamamladı. İşin özü çok güzel bir ekiple samimi bir iş çıkardık ve bunun seyirciye geçtiğini görüyorum. Oldukça riskli bir işti aslına bakarsanız çünkü seyircinin kıyaslayacağı çok şey vardı. Ancak tiyatro sahnesine çıktıktan sonra o kıyas unutuluyor. Bambaşka bir dünyaya götürüyoruz seyirciyi.
Tiyatronun en güçlü yanı bu olsa gerek. Başka bir dünyaya girip gerçekliğimizden uzaklaşmak… Hele de bugünlerde bu duyguya çok daha fazla ihtiyaç duyar olduk. Kendimizi iyileştirmede tiyatronun etkisiyle ilgili siz neler söylemek istersiniz?
Tiyatro gerçekten insanların acılarını dindirebilen bir sanat dalı. Her oyun için geçerli olmasa da çoğunlukla mağdurların acılarıyla empati kurabiliyor. Sadece tiyatro değil tüm sanat dallarının sürekli üretim halinde olması, durmaması gerektiğini düşünüyorum. Ancak yaşadığımız güvenlik korkusu nedeniyle durmak zorunda kalabiliyor. Özel tiyatroların çoğunun kendi sahnesi yok ve son dönemde AVM’ler içinde açılan sahnelerde oynamak durumunda kalıyor. O sahnelerin kendi yönetim biçimleri var. Onlara da hak veriyorum. Kalabalığın çok olduğu alanlarda sıkça ihbarlar alınıyor. Haliyle önlem amaçlı durdurmak zorunda kalıyorlar. Gönül ister ki hep devam etsin çünkü yaralarımızı tedavi etmek için üretmemiz gereken bir dönemdeyiz. Durmamalıyız ki gündemi değiştirmek isteyen şiddet destekçilerinin ekmeğine yağ sürmeyelim. Yaşadıklarımız çok ama çok acı. İnsanın aklı, yüreği almıyor gerçekten. En son Ankara saldırısıyla yüreğimiz kan ağladı. Yaşananları sadece hayatını kaybedenlerle ölçmek mümkün değil. Hayatta kalanların, yakınlarını kaybedenlerin travmaları yanında hiç saymadığımız onlarca sokak hayvanı da öldü. O kadar dalga dalga yayılan etkileri var ki bunun. Tüm bu yaşananlardan sonra bize düşense direnmek. Sağ duyumuzu kaybetmemek adına her meslekte üretmeye, kendi tohumumuzu yetiştirmeye devam etmek zorundayız.
SOSYAL SORUMLULUK ÇALIŞMALARINA DEVAM
Ayça Varlıer, Özge Özder ve Aslı Tandoğan’ın kurduğu Bana Göz Kulak Ol Duyarlı Yaşam Derneği, yürüttüğü farkındalık kampanyalarına devam ediyor. Üç yıl önce yunus parklarının kapatılmasını sağlayan dernek, geçtiğimiz nisan ayındaki kürk haftasında “Kürkünü çıkar, vicdanını giy” sloganıyla başarılı bir kampanyaya imza atmıştı. Tamamen gönüllülük esasına göre ilerleyen çalışmalarda sanatçıların da büyük destek verdiğini söyleyen Ayça Varlıer, bu sayede çok daha büyük kitlelere ulaşabildiklerini söylüyor. Derneğin çalışmalarını sosyal medya hesaplarından takip etmek mümkün. Ayça Varlıer ayrıca ablası Aslı Varlıer Pelit’in başkanlığı yürüttüğü Barınak Gönüllüleri ve Hayvanlara Yaşam Hakkı Derneği’ne de destek veriyor.