Neden Tarkovski Olamıyorum? filmiyle adından çokça söz ettiren yönetmen Murat Düzgünoğlu ile birçok önemli festivalde yarışan ve en son 8. Malatya Uluslararası Film Festivali’nden ödüllerle ayrılan Halef filmi üzerine konuştuk.
Senaryosu Murat Düzgünoğlu ile birlikte Melik Saraçoğlu’na ait filmin oyuncu kadrosunda Muhammet Uzuner, Baran Şükrü Babacan, Güler Ökten, Muhammet Cangören, Kübra Kip, Bülent Düzgünoğlu ve Birsen Dürülü yer alıyor. Halef, izleyicisine bir reenkarnasyon hikâyesi anlatıyor. Portakal hasadı için memlekete dönen Mahir, yıllar önce kaybettiği ağabeyinin reenkarnasyonu olduğunu iddia eden Halef ile tanışır. Her ne kadar ondan uzak durmaya çalışsa da Halef, anlattıklarıyla Mahir’in kafasını karıştırmayı başarır.
Portakal bahçeleri, öylesine dallı budaklı ki... Bu bahçenin içinden kurduğunuz dünya cinayetlerle, garip inanışlarla, değişen bedenlerle, ölümlerle, ceninlerle dolu. Bunca farklı dünya bir araya gelip iç içe geçerken Halef oluşuyor. Tüm bu fikirler nasıl oldu da sizde yer etti? Nedir bu hikâyenin sizdeki başlangıç noktası?
Hikâyenin ilk ortaya çıkışı benim özel hayatımda epey sıkıntılı olduğum bir döneme denk geliyor. Ruhsal olarak Mahir gibi kendimi bir yere, bir ilişkiye ait hissedemediğim günlere dayanıyor. Bu süreçte rahatlamak adına yazmaya başladım hikâyeyi. Film olacağı fikri sonradan oluştu. Hikâyeyi senaryo olarak Melik Saraçoğlu ile çalışmaya başladıktan bir süre sonra, yıllar önce Antakya ziyaretlerim sırasında tanıştığım bir adamın öyküsü (epey değiştirerek) Halef karakteri olarak dâhil oldu. Hatta unutmuyorum Melik’e bu karakteri anlatırken “çok mu mizahi bir öge olacak?” çekincesiyle önermiştim. Halef karakteri, senaryoyu çalıştığımız bir sene boyunca kendi rengini ve dokusunu dayattı. Sizin de işaret ettiğiniz dallı budaklı portakal bahçeleri imgesini, senaryonun tüm karakter ve ilişkilerine yaymaya çalıştık. Dallar, tene değen tüm dokularıyla birbiri içine girsin ve filmi seyredenler her şeyden şüphe etmeye başlasınlar. Temel motivasyonum bu karanlık ve iç içe dünyayı anlatmaktı.
Kuyunun dibindekiler ve hatta oradan hiç çıkamayanlar... Kuyunun filmdeki yeri ve Doğu dünyası için nasıl bir motif olduğu düşünüldüğünde hikâyedeki yeri daha da derinleşiyor ve sembolik bir anlam kazanıyor. Buna bir de Halef’in sayıklamaları, anımsamaları, bir rüya gibi geçmişi eklenince filmdeki göndermeler çoğalıyor. Filminizi oluştururken “kuyu”nun etrafına kurduğunuz hikâyenin temel düşüncesi neydi? Kuyu size yeni mucizevi dünyaların kapısını mı açtı yoksa karanlık ve insanı hapseden bir hücreye mi dönüştü?
Doğu’nun içinden bakıldığında birçok dinsel gönderme var kuyuya dair. Ancak filmim de bu türden sembolik bir yaklaşımı öncelemedim açıkçası. Olsa olsa biraz daha psikanalize yakın duran bir yer benim için kuyu. Ancak filmimin ruhsal atmosferi düşünüldüğünde Doğu’nun içinden de bakılabileceğini biliyorum. Benim için kuyu tüm bir bilinçdışının alanı belki de. Tüm acılarımızın, korkularımızın, unutmak istediklerimizin ve unutamadıklarımızın toplandığı bir derinlik. Biraz ıslak, rutubetli ve havasız. Mahir’in deyişiyle: “Ne acayip kokuyor değil mi?” Oraya girmeye korkan, uzaktan, ellerindeki nesnelerle dokunmaya çalışan karakterlerimin bir iç sesi, yankısı.
Anılar ve geçmiş, filmdekilerin peşini hiç bırakmıyor. Sürekli tekrarladıkları ve “yeniden ürettikleri” bir geçmiş var. Aslında Halef’in hikâyesi başlı başına böyle, herkes onu yeniden kurar. Halef, bir başkasının hikâyesini devralır ve onu yeniden üretir. Bu bağlamda geçmişin sizin için değeri ve filmde bu hikâyeyi anlatırken ona biçtiğiniz pay nedir? Geçmiş bizimle ne zamana kadar gelir? Sanırım ölüme yaklaştıkça onu daha da öne çıkarırız. Peki ya onu yeniden üretebilir miyiz?
Geçmiş ihtiyaçlarımız ölçüsünde yeniden kurgulanır sanırım. Ve tahrip edilir. Geçmiş ve anılar benim için bir dip akıntısı. Varlığını kimi zaman yazarken fark ettiğim kimi zaman da yazıp filmleştirdiğimde gördüğüm. Geçmiş ölümümüze kadar gelir, biz onu fark etmesek de… Bazen bir dil sürçmesinde, bazen nedeni bilinmeyen dozu aşmış bir arkadaş öfkesinde. Bu film de benim geçmişim, anılarımla ilgili. Tanıdığım, unutmak isteyip unutamadığım insanlar ve anılar üzerine. Belki ben de yeniden tahrip ederek üretiyorum geçmişimi. Ne kadar iyi anlayabilirsem, bugünüm biraz daha tahammül edilebilir geliyor. Kendimi affetmenin de bir yolu, bazen acımasızca saldırıp yorulmanın ve önemini yitirmesinin de bir yolu.
Filmdeki “şıh” karakterinin konuşmaları oldukça ilgi çekici ve canlı. Doğu’nun “bilge adam” tiplemesine uygun bir profil. Aslında olup bitenleri hissettiğini de fark edebiliyoruz. Sözüm ona ilerleyen sahnelerde Halef’in elini sertçe sıkışı ve birbirlerine dokunuşları, bakışları... Şıh karakteri oluşurken temel olarak düşündüğünüz neydi ve bunun için örnek aldığınız çeşitli kaynaklar, tiplemeler oldu mu?
Şıh karakterini oluştururken Bilge Karasu’dan faydalandım. Hatta bir şıhın bir tiradını da Karasu’nun bir öyküsünden aldım. Mahir’in rasyonel yanını gittikçe yitirirken konuşabileceği, ölümü, öte hayatı ve ritüelleri tartışabileceği bir karakter yaratmak istedik ve şıh böyle doğdu. Klasik bir şıh görünümünden öte kanlı canlı birisi olmasına özen gösterdim. Yer yer her şeyin farkında ama bir yandan da elinden bir şey gelmeyen bir karakter şıh.
Filmde özellikle slow-motion öne çıkıyor. Bunu genel olarak kendi tarzınız olarak mı benimsiyorsunuz yoksa Halef’in yapısına uygun bulduğunuz için mi tercih ettiniz?
Sinemada ağır çekimi seviyorum. Bu türden genel bir tarzım yok. Sinemanın olanaklarını elimden geldiğince kullanmaktan hoşlanıyorum o kadar. Genel olarak sahnelere normal çekimle başlayıp sahnenin içinde ağır çekime geçmeyi uygun buldum. Bazen de içimden sadece öyle geldiği için tercih ettim.
Benim için ağır çekimin, düş ile gerçeğin ayırt edilemeyecek bir noktada hissedilebilmesini sağlaması cezbedici geliyor. Ağır çekimin gerçekliği zorlayışını ve “görünenin ardında başka bir şey var” hissi verişini çok olanaklı buluyorum.
Halef ’te sinematografinin önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. İyi bir ekip çalışması olduğu ortada. Özellikle çekimler, arka planlar, manzaralar dikkat çekici. Portakal bahçelerinden karlı dağların doruklarına kadar her şey o kadar canlı ve içe işleyen bir biçimde sahneye yansıyor ki... Halef’in sinematografisi ve ekibiniz hakkında ne söylemek istersiniz?
Halef’in sinematografisi hakkında senaryonun yazım sürecinden itibaren düşünüyordum. Sahneleri yazarken gözümün önünde nasıl canlanıyorlarsa çekim sürecinde onu bulmaya ve yeniden üretmeye çalıştım. Film kafamda canlandığı şekliyle hayat bulmalıydı. Mekân seçimi, mevsimin seçimi, portakalların film boyunca limoni sarıdan turuncuya evrilmesi hep önceden düşünülmüştü. Bunlarla birlikte setin yaşayan kanlı canlı bir yer olduğunu hep düşünürüm ve orada yeni olanakların izini sürerim. Mekânın, oyuncuların, havanın, rengin ilham vericiliğine kendimi kapatmıyorum. Oyuncularımla sahneyi çalışırken oluşan yeni olanakları denemekten çekinmiyorum. Eğer çekim sırasında sette “gerçekten” varsanız, bütün ruhunuzla o anda olduğunuzu hissediyorsanız büyük bir iştahla gerekli ve güzel olan her şeyi filmin bir parçası yapmak istiyorsunuz. Bu yolda görüntü yönetmenim Şafak Ildız’ın ve sanat yönetmenim Osman Özcan başta olmak üzere tüm ekibimin -oyuncularım dâhil- yeteneklerini de kullanmaktan hiç çekinmedim. Bütün ekibin yaratıcı bir sürecin bileşenleri olduklarını hissetmeleri filme değer katıyor bence. Yönetmen onlardan gelecek bir öneri olursa dinler, isterse uygular istemezse hayır der. İlk filmimde çok daha kapalıydım ancak tecrübem ve özgüvenim arttıkça bu konuda daha rahat olmaya başladım. Küçük ama çok dirayetli, neşeli ve mutlu bir ekip olduk açıkçası. Keza oyuncularım da sadece oyuncu olarak var olmadılar ellerinden geldiğince sete yardım ettiler. Bu çok güzel bir dayanışma ve üretme biçimi benim için. Hepsine minnettarım.
Aslında filmdeki herkes Halef’in ikinci yaşamını çok çabuk kabul ediyor, bir süre sonra Mahir de. Bunu filmin son sahnesinde kendisi de belirtir. Sadece “oyuna devam etmesi” yeterlidir onun için. Sağdan soldan öğrendiği birkaç hikâyeyle söylemlerini güçlendirir ve oyuna devam eder. Bunda bölgede yaygın olan inanç kadar bence insanların suçluluk duygusunun da payı var. Çünkü herkes, başta anneleri Sakine Hanım olmakla beraber, onun öldürüldüğünü bilir, ancak ardından herhangi bir şey olmaz. Mahir İstanbul’a yollanır ve her şey unutulmaya terk edilir, yok sayılır bir yerde. Her şeyin bilindiği ancak hiçbir şeyin yapılmadığı bu yerde de Halef’e bir can borçlu olan insanlar onun tekrar gelişini coşkuyla karşılar ve suçluluklarını gidermeye çabalar, ayrıca inançlarına da canlı bir örnek bulmuş olurlar. Halef’in ikinci yaşamının bunların üzerine kurulduğunu söyleyebilir miyiz? Halef’in ikinci yaşamı hakkında ne düşünüyorsunuz (ki aslında bu tüm film sanırım)?
Çok güzel özetlediniz aslında. Halef onlar için hem inançlarının hem de suçluluklarının bağışlanmasının capcanlı bir örneği. Ve herkes için düşlenemeyecek kadar güzel bir fırsat. Geçmişiniz size gelip “affettim seni” diyor. Bundan daha güzel ne olabilir? Bunların dışında bir de Halef’in çevresindekilerin çok da dikkat etmediği acıları ve dertleri var. Halef bunlarla bu ikinci yaşamında tek başına mücadele etmek zorunda. Başarıya ulaşmasını hem karakterini hem de çevresini düşündüğümüzde beklemiyoruz. Belki de Halef, bir üçüncü hayat peşinde ve yeniden şansını denemek istiyor. Halef’in ikinci yaşamı tercih olmaktan çok bir mecburiyet olarak görünüyor. Kafası karışık, yepyeni sorular ve sorunlarla dolu. Bir olanak gibi görünen Sibel, Mahir ve ailesi bir hayal kırıklığı sunuyor ikinci hayatında Halef’e. Fırsat verilse belki de tercih etmeyeceği bir yaşam. Bir çoğumuzun hayatı gibi.
Her iki kardeş de ölümle iç içe olan bireyler. Biri ölümün ardındaki perdeden gelir, öteki ölüme çok yakındır, birkaç aylık bir ömrü kalmıştır. Ölüme bu kadar yakınken hayatları giderek birbirlerine dokunur ve karamsar bir hâl alır. Bunda ölüme bunca yakın olmaları mı yoksa aslında bunun onların doğalarında olmasının mı payı vardır? İnsan ölüme yaklaştıkça neden daha fazla geçmişe döner, hesaplaşmak ister, kendini daha acımasız bir şekilde görür ve eleştirir? Nedir onları bunca karar vermeye iten? İstanbul, Sibel, aile, cinayet…
Artık kurulacak bir gelecek olmadığında insan geçmişin tozunu silkelemek ister sanırım. Belki de ölüme yaklaşan insanların elinde sadece geçmiş kalır. Ötelediği, bir gün deşip bulacağını düşündüğü veya hiç düşünmek istemediği bir geçmişle burun burunadır artık. Yaşlı, ölüme yaklaşmış insanlarda da bu hâl gözlemlenir bence. Pişmanlıklarımız bütün çıplaklığıyla gözümüzün önündedir ve de yapamadıklarımız. Büyük bir gerçek olarak önümüzde duran ölüm, suçu hep üstlerine attığımız “başkalarını”, affetmeyi kendimizi de bıçaklama eğilimlerimizi görmezden gelemeyeceğimiz bir biçimde bize dayatır sanırım. Beyninde tümör olan bir yakın arkadaşımda da bunu gözlemlemiştim. Tüm makul cümlelere yüksek perdeden bir karşı çıkışla kendini bıçaklıyordu. Belki hepimizi bu gerçek bekliyor. Bunun aynı zamanda bir şans olduğunu da düşünüyorum. Uykuda birden bire hiç hesapta yokken ölmek istemezdim. Her şeyi bir de ölümün yakınlaşan penceresinden görmek ve yeniden kavramak isterdim sanırım.
Televizyon ve sinemada sektörleriyle uzun süredir iç içesiniz. Çeşitli düşük bütçeli ve daha çok reytinge yönelik TV filmleri de çektiniz. Buna karşılık sinema filmleriniz daha özel ve farklı. Bu iki sektör arasında ne gibi farklar var sizin için? Kendinizi hangi alanda daha özgür ve “kendinize yakın” buluyorsunuz?
Öncelikle ben kendimi bir sinemacı olarak görüyorum. Lise yıllarından beri film yapmak istiyordum. Televizyon, film yapabilmem için mecbur kaldığım bir alan oldu. Hiçbir zaman da mutlu olmadım televizyon işlerinde. Arzu ettiğim sinema filmleri ile o an içinde bulunduğum dizi seti arasında ki uçurum epey can sıkıcı ve zorlayıcıydı. Yaşamak için para kazanmam gerekiyordu ve bana bu olanağı televizyon sağladı. Bir de ne kadar gerekli olduğundan epey şüpheli olduğum bir tecrübe sundu. Sinema ve özellikle Halef filmi kendimi bütünüyle özgür hissettiğim bir alandı benim için. Bir televizyon dizisinde kimse özgür olamaz. Yönetmeninden, yapımcısına hatta televizyon kanalının karar vericilerine kadar. Herkes hayali bir seyircinin tutsağıdır. Ve karanlıkta tarif edilen bir fil kadar bilebilirler seyirciyi...
Kariyeriniz boyunca sizi etkileyen kırılma anlarınız oldu mu? Sizi televizyon dünyasından sinemaya yönlendiren nedir?
Şunları sayabilirim:
16 yaşımda aşık olduğum kız bu duygularımdan habersizken film festivaline gider ve orada huzur bulmaya çalışırdım; İstanbul Film Festivali’nde Erden Kıral’ın iki filmini –Ayna ve Hakkari’de Bir Mevsim-seyrettiğim anlar yönetmen olmaya karar verdiğim anlardır...
Bir sinema filminde epey yüksek bir ücret karşılığında teklif edilen yardımcı yönetmenliği reddedip oldukça düşük ücretle bir televizyon filmine ilk kez yönetmenlik yapmak için karar verişim.
Ardından ilk sinema filmimi çekmeye karar verdiğim an.
Ardından da hiç devlet yardımı almadan borç harçla gireceğim Halef isimli filme karar verişim. Bunlar...
Sinema benim için hep vardı televizyon bir ara duraktı, bu nedenle televizyondan sinemaya geçmedim.
Son olarak, Murat Düzgünoğlu’nun sinema kariyeri nasıl devam edecek? Kendiniz için çizdiğiniz bir kariyer hedefi var mı?
Film yapmaya devam edeceğim. Birçok proje var kafamda birini yazıp gerçekleştireceğim. Belki önce bir tiyatro eseri olarak sahnelerim bir tanesini. Bilmiyorum. Kendim için çizdiğim yol; mümkün olduğunca iç sesini samimiyetle dinleyerek istediği filmleri yapan bir yönetmen olarak yaşamımı sürdürmek. Umarım...