The Force Awakens ile ilgili büyük umutlarım vardı. Bunlar saf bir hayranlıkla büyüttüğüm umutlar değildi. Edindiğim her detay nihayet aradığımız filme kavuşacağımızı söyler gibiydi. J. J. Abrams’ın pratik efektlere, kuklalara ve maketlere ağırlık vereceğini söylemesi, Ralph McQuarrie’nin kullanılmayan çizimlerinden yola çıkmaları, kastingde doğru seçimler yapmış olmaları gibi onlarca detay... Bana en büyük güveni veren ise senaryonun J. J. Abrams ve Lawrence Kasdan’a emanet edilmesi oldu. Kasdan orijinal üçlemenin ikisinin senaryosunu yazmış, Indiana Jones’a imza atmış bir usta. Abrams da -çokça eleştirsek de- Lost’tan beri senaryo konusunda parıltıya sahip bir vizyoner. Onlara sonradan yazdığı dört senaryoda da (Küçük Gün Işığım, Toy Story 3, Oblivion, Açlık Oyunları 2) mükemmele yakın işler çıkartan Michael Arndt eklendi. Üç tartışılmaz kalem bir arada.
Peki sonuç? Bir kere J.J. Abrams’ın hakkını vermeli, gerçekten mükemmele yakın bir reji ortaya koymuş. Filmin açılış karesindeki E.T.’yi çağrıştıran, parlak bir gezegenin bir First Order gemisiyle “tutulduğu” an gerçekten Star Wars filmlerinin en güzel açılışlarından biri. Bu kadrajdaki ustalık filmin tamamında devam ediyor. Yer yer Sergio Leone, yer yer Terence Malick’i anımsatan arthouse’la flörtte bir Star Wars izlemek eşsiz bir deneyim. Stormtrooper’ların içinde olduğu çatışma sahneleri son derece gerçekçi. Çizgi roman estetiğinde harika görüntülerin geçit töreni film boyunca devam ediyor. Sonra, vaat edildiği gibi eski tarz el emeği göz nuru kuklalar, uzay gemisi maketleri, araçlar gereçler gerçekten inandırıcı bir hayal dünyasını peliküle yansıtıyor. Hem de dijital değil, 35 mm farkıyla. Eski ve yeni oyuncuların uyumu da inandırıcılığı destekliyor. Yani beyazperde üzerinde en ufak bir sorun yok.
Fakat konu Star Wars’un her zaman en güçlü silahı olan senaryo ve öykü anlatımına gelince orada güç’te tedirginlik hissediyoruz. “Star Wars” zamanın ötesindeki global etkisini Lucas’ın deyimiyle “sadece uzay gemilerinden ibaret bir uzay masalı” olmamasına borçludur. “Star Wars” hayalleri olan ama bir çiftliğe hapsolmuş genç Luke Skywalker’ın öyküsüdür, İmparator’un tehditlerine karşı koymaya çalışan Leia’nın, borçlarını ödemeye çalışan uzay korsanı Han Solo’nun, yeteneklerine rağmen köle olan çocuk Anakin’in öyküsüdür... Lucas, sadece Ölüm Yıldızı’nı patlatan Asiler’in öyküsünü değil, onların büyümesini, korkularını yenmesini, kendi içlerinde özgürleşmelerini anlatır. Öyküsünde buna ciddi bir süre ayırır.
A New Hope’un ilk 40 dakikası Luke’u tanımakla geçer. Hatta bu film için çekilen, hayranların çok sevdiği “silinmiş bir sahne” vardır. Luke burada pilot arkadaşıyla akademiye ve sonrasında Asiler’e katılıp katılmamak hakkında uzun uzun konuşur. Bu sahne filmin son kurgusunda yer almasa da Lucas’ın karakteri oluşturmak için ne kadar efor sarf ettiğinin bir göstergesidir. Daha filmin ilk perdesinde Luke’u en yakın arkadaşımız kadar iyi tanırız. Elbette o günden bu güne senaryo eğilimleri değişti. Artık Hollywood, karakterleri tanıtmaya mümkün olduğunca az zaman ayırıp hemen olayları başlatmak istiyor. J. J. Abrams ise Lost’tan beri karakterlerini “eksik” anlatmayı tercih ediyor. Onları gizemli kılarak cazip kılmaya çalışıyor. The Force Awakens en başta buradan kaybediyor. Bu filmin Rey’ini tam anlamıyla tanıma fırsatımız hiç olmuyor. Ailesi onu neden terk etmiş? Peki şimdi Rey neden onları Leyla ile Mecnun’daki İsmail abi gibi Jakku’da beklemeyi sürdürüyor? O güne kadar nasıl hayatta kalmış? Evet bu “eksikli anlatım” J. J.’in bir tercihi ama bence Star Wars öykü geleneği için de bu “franchise”ın geleceği için de doğru bir tercih değil. Merak ettirmeye ağırlık verip bunun için özdeşleştirmeyi feda etmek yeni üçlemenin potansiyel etkisini yarı yarıya indirecek. Sadece bu yüzden bile klasik üçlemenin yarattığı o global büyülenme hissiyatının gerçekleşemeyeceğini söyleyebiliriz.
Yeni neslin bu yeni Star Wars’tan bizim klasik üçlemeden etkilendiğimiz kadar etkilenmeyecek olmasının bir diğer sebebi ise şu: J. J. Abrams hiç risk almamış. Kolaya yatmış. Oysa şimdiki çocukların eskimiş öykü metotlarıyla işi yok. Yeni nesli etkileyen fenomen filmlerin ortak yanına bakın, hepsinin kendine has tarzlara ve renklere sahip olduğunu görebilirsiniz. Harry Potter’ın o güne dek karşılaşmadığımız ölçüdeki sihirli dünyası, Yüzüklerin Efendisi’nin hayal gücü sınırlarını tahminlerin ötesinde yerlere taşıması, Batman üçlemesinin katı gerçekçiliği, ne kadar burun kıvırsak da Twilight’ın abartılı romantizmi buna örnektir. Peki The Force Awakens ortaya yeni bir şey koyuyor mu? Maalesef koymuyor.
Devlet sırrı gibi sakladıkları Supreme Leader Snoke, Harry Potter’dan Voldemort’tan farksız. Şimdi Harry Potter hayranları bu karakterden etkilenebilir mi? Joker gibi bir karakterle tanışmış bir gençliğe Kylo Ren’in içi doldurulmamış (aslında yine eksik bırakılmış, anlatılmamış) travmaları ne ifade eder? Yüzüklerin Efendisi’nin hem komplike hem destansı olay örgüsüne tanıklık etmiş bir nesil tüm gelişmeleri önceden tahmin edilebilir bu uzay macerasına hayranlık duyar mı? Game of Thrones'da Lannister ailesinin kötülükle dansını Shakespeare-yen repliklerle takip eden gençler Hux'ın tek boyutlu vaazından endişe duyabilir mi? Bu sorulara olumlu yanıt veremiyorum maalesef.
Tabii ki, muazzam bir PR fırtınasıyla 2015 üçlemesi çocuklara ve gençlere ulaşacak. Ama onlar bizim gibi, 30’lu yaşlarında, 40’lı yaşlarında 1977 üçlemesine bizim duyduğumuz sadakati duymayacaklar. Peki J. J. Abrams, yeni nesle gelip geçici bir haz nesnesi verdi de, bizim gibi eski tüfekler The Force Awakens hakkında ne düşünecek?
Yanıt önce hayranlık güdüleriyle bir “büyülenme hissi”, hemen sonra ise koca bir deja-vu. The Force Awakens, Episode 4 – A New Hope’un bir kopyası adeta. Senaristler sanki yedinci filmde ilk filmin şablonunu çıkarıp, onun üzerine yazmışlar gibi. Tamam, A New Hope’un da formülü “yeni” değildi. İlyada’dan Yüzüklerin Efendisi’ne kadar birçok mitolojik anlatım / eser bu formülü tekrarlar. Mesela Karayip Korsanları’nın şablonunu çıkarın, o da aynı A New Hope’tur. Genç adam yaşlı adam tarafından maceraya çağrılır, arada çılgın korsan vardır, iki tane komik unsur yer alır, prenses kurtarılır, kötüler yenilir... Fakat The Force Awakens aynı mitoloji içinde bunu yapıyor.
Ortaya anlatım olarak bir yenilik koymayan The Force Awakens bir de üstüne aynı hikâyeyi anlatarak eski sadık Jedi neslini de elinden kaçırıyor. Lucas’ın 1999 üçlemesi de o nesil tarafından pek sevilmedi fakat bunun sebebi daha çok görseldi. Lucas, o yıllarda kendi efekt firması ILM ile Weta Digital arasındaki rekabetten, o rekabetin fişeklediği CGI (Computer Generated Image) teknolojisinden etkilenmiş ve THX-1138’den beri deneysel takılmayı seven bir yönetmen olarak adeta Star Wars efsanesini “yeşil perde”ye emanet etmişti. Yaptığı en büyük hata buydu. Sonuçta karşımıza klasik üçlemenin doğallığından ve duygusundan son derece uzak, bilgisayar oyunu gibi görünen filmler çıktı. Fakat o üçlemeden geriye efsaneleşmiş replikler, diyaloglar, sahneler kaldı. Bazısı izlerken bizi etkilememiş sahnelerdi bunlar. Fakat hayal dünyamızda güzel izler bıraktılar, hafızamızda yer ettiler. Dahası gündelik hayatımızda sık sık kullanma gereği duyduk. Öfkemize yenildiğimizde Yoda’nın “Korku öfkeye; öfke nefrete; nefret ise acıya yol açar” repliği aklımıza geldi, dünyanın birçok bölgesinde şahit olduğumuz diktatör rejimlerinde Palpatine’in metotlarını gördük, onun sözlerini andık. Anakin’in karanlık tarafa dönüşünün daha iyi anlatılabileceğini düşünsek de Lucas, tahmin edemeyeceğimiz olay örgüsüyle bizi şaşırtmayı başardı. Annesini kaybeden bir köle çocuğunun yükselişi, Jedi konseyi tarafından reddedilmesi, Jedi kuralları gereği yasaklanan bir aşkı yaşaması, sevdiğini kaybetme korkusuyla karanlık tarafa ilgi duyması ve son aşamada Padme’yi kendisinin öldürdüğünü sanmasıyla gelişen tüm bu hikâye arkında bir deha ve sahicilik vardı.
The Force Awakens’ta bu tip sahici bir öykü filmin hemen başında tanıdığımız Finn’in dönüşümüyle karşımıza çıkıyor. Fakat bu da hepi topu beş dakika sürüyor. Finn’in dönüşümünü öncesiyle izlediğimiz Christopher Nolan tarzında bir ilk on beş dakika izleseydik mesela, kötü mü olurdu? Kylo Ren’in Vader maskesini nasıl aldığını bilsek, onunla kurduğu bağın kökenini bilsek, o konuşma daha derinlikli yazılmış olsa aradığımız Star Wars hissiyatına yaklaşmaz mıydık? Bütünlüklü diyaloglar neden bu kadar eksik? “Güçte bir uyanma var. Hissettin mi?” diyor baş kötü. “Evet efendim” diyor Kylo. Sonra hemen konu değişiyor. Filmin isminin ne anlam ifade ettiğinden bile emin olamıyoruz. Diyalog kalitesini karşılaştırmanız için size bir öneri: En kötü Star Wars bölümü olarak bilinen Phantom Menace’ın imdb sayfasına girin ve “quotes” kısmına bakın. Sonra The Force Awakens’ta duyduklarınızla kıyaslayın.
The Force Awakens ilerleyen günlerde, yıllarda çok tartışılacak. Sadece günümüzün en büyük ticari metası olduğu için değil, en çok sahiplenen filmi olduğu için bu kaçınılmaz. Bu satırların yazarı da The Force Awakens hakkında eleştiriler yapıyorsa, bunun başlıca sebebi bu öyküyü çocukluğundan beri sahiplenmesidir. Hayranlar olarak aradığımız görselliğe ve oyunculuk kalitesine kavuştuğumuz bu yeni filmin devam bölümlerinde senaryo ve öykü anlatımı konusunda da aradığımız sihri bulabiliriz. Çünkü her yeni neslin “uzak galaksi”deki iyilik kötülük savaşına şahit olması gerekiyor. Sinemadaki koltuğunda izleyerek değil, karakterleri tanıyarak ve onlarla birlikte o macerada yer aldığını hissederek. İşte o zaman güç gerçekten uyanacak.