Azra Deniz Okyay’ın bütün ülkede saatlerce süren elektrik kesintisinin olduğu bir günde geçen, dört farklı karakterin hikâyesi üzerinden günümüz Türkiye’sinin temel meselelerine temas eden son filmi Hayaletler’e ve yönetmenin yaklaşımına eleştirel bir bakış.
“Why this plural? Would there be more than one of them?”
– Jacques Derrida
Azra Deniz Okyay’ın Hayaletler filmi, dünya prömiyerini yaptığı Venedik’te “Eleştirmenlerin Haftası”nda Grand Prize’a layık görüldü, akabinde, Antalya Film Festivali’nde En İyi film, En İyi Kurgu ödüllerinin yanı sıra Okyay’a En İyi Yönetmen ödülünü de kazandırdı. Hayaletler, pandemi nedeniyle vizyona girme şansı bulamasa da kısa süreliğine farklı platformlarda çevrim içi olarak gösterime girdi.
Film kabaca, birbirine ucundan kıyısından değen, kayıp kuşakla ya da daha doğrusu sonrasında ortaya çıkan beatniklerle ilişkilendirilebilecek, kimisi aylak kimisi yolunu bulma derdinde, dört kişinin hikâyesini anlatıyor. Okyay, bunu fark etmiş olacak, bir söyleşisinde filmi yazarken Keroauc gibi hissettiğini söylemiş. (Kerouac daktilonun başına oturup durmaksızın yazmıştı ve Truman Capote tarafından “that’s not writing – that’s typing” diyerek eleştirilmişti.) Yazma sürecinin ne suretle benzerlik gösterdiğini bilemeyiz fakat Hayaletler’in karakterleri de, Kerouac’tan alıntılarsak, “Yaşamak için çıldıran, konuşmak için çıldıran, kurtarılmak için çıldıran…” karakterler.
Kerouac deyince flanörlükten, bir tür aylaklıktan bahsetmemek olmaz. Fakat öncesinde, adından başlayıp genele teşmil edebilecek düzeyde bir tekinsizliğin hâkim olduğunu söylemeli; bu “dark” atmosfer elektrik kesintileri, polis sirenleri, helikopter sesleri, radyo anonsları gibi tehditkâr jestlerle güçlendiriliyor – tekrar tekinsizdir. Beatniklerin tekrar eden dünya savaşından sonra ortaya çıkmaları tesadüf olmasa gerek. Hubert Dreyfus, Being in the World isimli Heidegger okumasında tekinsizliğin modernin gerçek şokuna karşı psikanalitik ve estetik bir tepki şeklinde tezahür edilebileceğini de yazar. Burada fazla uzaklaşmadan şöyle bir not, belki:
Kerouac, Yolda’nın orijinal rulosunun ilk cümlesini yazarken, farkında olmadan tashih yapar: “I first met met…” Kimine göre bu tekrar, yola çıkmadan önce marşa bir kez daha basmak olarak görülür.
Mükerrer unsurların yanı sıra seçilen mekânlar da mutenalaştırılan, “haunted” edilen mekânlar olunca, çatışmamız “musallat olanlar versus aylaklar” olarak şekilleniyor. Tekrar eden savaşlardan sonraki beatniklerimiz yersiz yurtsuzdur çünkü mukim edilen bir ev yoksa oraya musallat olan kimse de olamaz.
Dört ana karakterimiz var Hayaletler’de, hepsi bir şeyler peşinde veya türlü olanaksızlıklarla cebelleşiyor; evet, Hayaletler’in, “toplumun ötekilerini anlattığı”, “tutunamamış” karakterleri ele aldığı söylenebilir fakat öteki olma hâli, bizden çok uzak insanları ima eden bir şey değil: Karakterler, Tuğcu romanından fırlamış sefil, mazlum figürler değil – ki filmin en riskli yeri olarak bunu gördüğümü, henüz izlemeden önce önyargıyla yüz ekşittiğimi söylemeliyim– keza öteki oldukları için atanmış bir şiveye, kılık kıyafete de sahip değiller, bilakis karakterlerden biri envaiçeşit imkânsızlığa rağmen dans etmek için çabalıyor, bir diğeri çevresindeki çocuklara bir şeyler öğretme derdinde, başkası oğlu için para bulmaya çalışıyor, vesaire –daima koşuşturma içerisindeler, anlayacağınız. Okyay’ın, filmi on yedi günde, türlü imkânsızlıklarla, en azından o kadar da yeterli sayılamayacak imkânlarla çektiği düşünüldüğünde, karakterlerimiz hayat gailesi içinde bir o yana bir bu yana savrulan, sen ben gibi aslında, mütemadiyen çabalayan karakterler. Hepsi İstanbul içinde bir yerlerde, birbirleriyle temas hâlinde.
Tüm bu temaslarda, mekânsal ilişkilerde Okyay, filmdeki atmosferi gotik bir imgelem inşa ederek kullanıyor: Filmdeki birçok tema, neredeyse bir Poe öyküsü kadar gotik okumaya maruz bırakılabilir. Tanıdık olunanın tersyüz, gizli kalması gerekenin aşikâr edilmesi, yurda gelen yabancı misafirler, tekrarlar ve tekrarlar… Gotik anlatılarda ev imgesinin, mekânın bu denli merkezî bir yer işgal etmesinin sebebi, evin domestik olanla, nostalji nosyonuyla ve yakınlık duygusuyla özdeşleşmesidir. Derken ev, bir zamanlar etrafı surlarla çevrili olan fakat şimdi kamusal bir kimliğe bürünmüş şehre yayılır. Okyay da tekinsiz evi mahalleye yayıyor, radyo anonslarıyla, helikopter sesleriyle, olmayan bir elektrikle bu tekinsizliği güçlendiriyor, nihayetinde, hayaletlerden birini yine o tekinsizlikten cesaret alarak cezalandırıyor: Usher Evi’nin Çöküşü’nden Gammaz Yürek’e, “haunted” evleri sıkça kullanan Poe, her şeye rağmen insanın yaşayabileceği en korkunç tecrübenin diri diri gömülmek olduğunu söyler. Okyay da Poe gibi düşünüyor olmalı: Artık tahammülünün kalmadığı ve bir telefon kamerasıyla da gözetleyerek çoktan hâkimiyeti altına aldığı hayaletten, onu korkunç bir tekinsizlikle buluşturarak kurtuluyor; mekânı yerle bir ederek.
Karakterlere dair değinilecek çok şey olsa da bir ötekiyi daha es geçmemeli: sığınmacılar. Sığınmacı, insana benzeyen ama herkes tarafından ortak kimliğinden soyundurulmaya çalışılan bir figür. Diğerleriyle aynı görüntüye sahip bir hayalet, yaşadığı travma toplum tarafından tehlikeli görülmesi için kâfi bir sebep. Yabancı çünkü ev sahibi, ev sahipliği statüsünü kaybetmemek için yabancı gözüyle bakmalı ona – oysa gerçek misafirperverlik Kristeva’nın dediği gibi, “Ben yabancıysam, yabancı yoktur” cümlesinde yatar. Tam da burada, tekinsizlikten sıkça bahsetmişken ve sığınmacılara kadar gelmişken, son bir not düşmeli: Freud’un uncanny kavramı için sıkça başvurduğu, 1819 yılında yayınlanan “Uncanny Guest” öyküsünde Hoffmann, bir fırtınanın orta yerinde bir arkadaş grubunun arasına gelen ve tıpkı diğerlerine benzeyen birinden bahseder, herkes gibi olsa da bu misafir, sıradanlığı insanları tedirgin etmeye yeter. Hoffmann’ın tekinsiz misafiri, her şeyiyle diğerlerine benzeyen bu yabancı, mevcut konjonktürde bir sığınmacının ta kendisi olmalı.
Okyay’ın, filmin tamamı dikkate alındığında görmezden gelinebilecek bariz politik saiklerinin de ifşa ettiği bir şey var ki tüm filmi bir ana aksa oturtuyor. Filmin etrafını saran o dev heyula, Okyay’ın zihninde günden güne yitip giden Türkiye tahayyülü olarak okunabilir. Hülasa: Hayaletler’de bir hayalet dolaşıyor – Türkiye hayaleti. Bir zamanlar tanıdık olan bu ülke Okyay’a göre artık tekinsiz ve yabancı. Hem Hayvan Mezarlığı’nı korkunç kılan, artık kötücül bir hüviyete bürünmüş kedi ya da çocuk değil, o kedinin ya da çocuğun bir zamanlar tanıdık olmasıydı. Değil mi?