1987 yapımı Atıf Yılmaz filmi Hayallerim, Aşkım ve Sen’de bir sahne vardır. Hayati (Müşfik Kenter) ile Coşkun (Oğuz Tunç) İstiklal Caddesi’nde dolaşıp laflıyordur:
Hayati - Ben bir film yapacak olsam herhalde Beyoğlu'nu anlatırdım.
Coşkun - Başrolde Beyoğlu değil mi hocam? Binlerce yüzlü binlerce sesli dev oyuncu.
Hayati - Fakültedeyken gelip yerleşmiştim Beyoğlu'na. O zamanlar nasıl farklıydı Beyoğlu bir bilsen! Kiliseler, eğlence yerleri, her çeşit dili konuşan insanlar. Bir aralar her sabah erkenden kalkıp şehri dolaşır olmuştum. Şehri keşfedeceğim. Ee, Beyoğlu da keşfe değerdi hani. Bak şimdi Beyoğlu bozuldu, nerede eski Beyoğlu filan diyorlar ya, kimse bozulmanın ne olduğunu bilmiyor bence evlat. Meyhanesini, pastanesini, kerhanesini, sinemasını koy bir tarafa, eski insanı gitti Beyoğlu’nun. Kimi sürüldü gitti kimi taşındı gitti. Kimi öldü gitti. Neyse, aslolan hayattır. Bakma ben bu haline de müptelayım. İş güç, yolculuk, sürgün, nereye gittiysem döndüm, gene Beyoğlu’na geldim.
Bu film Beyoğlu’nun 80’lerdeki dönüşümünü çok güzel anlatır. Ümit Ünal’ın senaryosu çok iyidir, incelikli, tatlıdır. Beyoğlu’nun, Tarlabaşı’nın sineması, pastanesi, terzisi, bakkalı ama en önemlisi insanı değişmiştir. Müzik değişmiştir, eğlence anlayışı o biçim... Azınlıklar yerinden yurdundan edilmiş, Beyoğlu’nun o eski havası kalmamış, ‘kravatsız çıkılmayan dönemi’ geçip gitmiştir. Fakat hep bir özlem/burunda tütme/ah vah havası vardır. O ‘bozulma’yı köyden gelenler, kebap yiyenler, Kürtler, çiçek satan Çingeneler yapmıştır. Her yer köfte dumanı, arabesk müzik ve işte bin tane pis şeyle dolmuştur. Bugün aynı semt bir kez daha dönüşüyor. Üstelik o bin tane pis şeyi uzaklaştırmak için. Bingöl depreminden kaçıp geleni, ülkesindeki savaştan canını zor kurtaranı, seks işçiliğiyle ekmeğini kazananı, çöp toplayanı ezip geçerek, bir kez daha başka bir şey oluyor.
Marianna Francese ve Jaad Gaillat’nın yönetmenliğinde çekilen Tarlabaşı ve Ben ise bu durumu çöpten kağıt toplayarak karnını doyuran Mustafa’nın hikayesi üzerinden nefis bir şekilde anlatıyor. Mustafa, Adanalı Mustafa, hapisten çıktıktan sonra orada burada dolanmış en sonunda Tarlabaşı’nda kağıt toplayıcılığı yapmaya başlamış, ellilerinde bir adam. “Neden Tarlabaşı?” sorusuna, ‘’Çünkü burası insanı saklıyor, bana burada kimse sen de ne yapıyorsun diye sormadı. Geldim, sığındım, burası benim sığınağım’’ diyor.
Tarlabaşı bir sığınak. İstanbul’un gözbebeği Beyoğlu’nun arka bahçesi. Gezi’de, dolambaçlı sokaklarında insan saklayan bir kucak. Şimdilerde müthiş bir rant alanı. Ünlülerin en ucuzu 500 bin dolara ev satın aldığı bir yer.
Yönetmen ve yapımcılar, Francese ve Gaillat Türkiye’ye Erasmus öğrencisi olarak gelmiş. 2011 yılında yolları Tarlabaşı’na düşmüş. Bir süre oralarda yaşamışlar. Ancak karşılaştıkları herkes Tarlabaşı’ndan uzak durmaları gerektiğini, oranın bir suç yuvası olduğunu söylemiş. “Biz öyle düşünmedik. Burası her türden insana kucak açan bir yerdi ve şimdi İstanbul’da daha fazla turistik alan açmak adına yıkılıyor” diyorlar.
Mustafa ile tanışana kadar akıllarında film çekmek gibi bir proje yokmuş. Ancak bu filozofvari laflar eden, davudi sesli, karizmatik adamla tanışınca hem onun hem de Tarlabaşı’nın yaşamasına izin vermeyen süreci enine boyuna incelemek ve Tarlabaşı artık saklanılacak bir yer olmaktan çıkarken bu dönüşümü kaydetmek istemişler. Bu işi çok da güzel becermişler. Hareketli kameraları şehrin her türlü rengine, sesine, kokusuna batıp batıp çıkmış. Gecesini, gündüzünü, insanını, turistini, polisini, mücadelesini, bıkkınlığını her şeyini çok güzel anlatmış. Adanalı Mustafa’nın kafasındaki sorularla aslında hepimizin algılarını açmış.
Film bir yandan da kağıt toplayıcılarının hayatına odaklanarak, hem çok meşakkatli hem de her türlü zorbalıkla yok edilmeye çalışılan bir iş alanını anlatıyor. Yönetmenler, “Biz bu filmde Tarlabaşı’nı ve onun geçmişini unutmak için bu semte sığınan Mustafa’nın hayatını anlatmaya karar verdik. Bu semtte yaşayan birçok insanda olduğu gibi, Mustafa’nın da uğraşı olan kağıt toplayıcılık mesleği kayboluyor ve İstanbul’un diğer bölgelerinde de icra edilmesi her geçen gün imkanız hale geliyor” diyorlar. Bugün Tarlabaşı’nda kağıt toplayıcılığından geçimini sağlayan yüzlerce insan var. Tıpkı, Beyoğlu’ndaki masa/sandalye yasağından sonra işlerinden olan Tarlabaşılı garsonlar gibi onlar da çok yakında işlerini kaybedecek. Bu insanlar, artık neyle geçinecek, ne yiyecek, ne içecek, nereye sığınacak? Evleri ellerinden alınan insanlar kara kara bunu düşünüyor: “Nereye gideceğiz?”
Bu filmle ilgili en güzel şey şu, bu bir Tarlabaşı nostaljisi olmamış. İnsanda sokağa çıkma isteği uyandıran, eski güzel günlere özlem değil, gelecek güzel günlere açlık çektiren bir yanı var. Mustafa’nın kafası hepimiz için tıkır tıkır çalışıp sorular üretirken, olduğumuz yerde oturmanın çok rahatsız edici bir yanı olduğunu hissettiriyor. Bir kısmı Indiegogo’da toplanan paralarla finanse edilen bu bağımsız yapım, buralarda neler olduğunu çok iyi anlatan bir belgesel. Tarlabaşı’ndan başlayıp Emek Sineması’na, Gezi’ye, Asmalı’daki masa sandalye yasağına dokunan bir yanı da var.
İki küçük itirazımdan birincisi, Tarlabaşı’ndan ara sıra ‘içine itilen bir yer’ olarak söz edilmesi. ‘İnsanları burada yaşamaya iten sebepler’ deyince, egemen söylemin lafını kullanmış olmuyor muyuz? İster istemez öyle oluyor. İkincisine ise aslında itiraz denemez, hadi merak diyelim. Filmin merkezine, Mustafa gibi bir erkek karakter yerine, bir kadın ya da bir transı alsaydı ve bütün bu değişimi, dönüşümü onun gözünden görseydik acaba karşımıza daha fazla, daha güçlü, daha şaşırtıcı neler çıkardı?
Tarlabaşı ve Ben, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin Aşk ve Başka Bir Dünya bölümünde seyirciyle buluşuyor. Filmi izleyin ve ne olur Tarlabaşı’nın, Emek’in, İnci’nin ardından kavurduğunuz helvaların altını kapatıp, sokağa çıkın. Başka türlü olmayacak.
****
Gösterim tarihleri:
15 Şubat 2015 12:00
Cinemaximum Fitaş Salon 1
19 Şubat 2015 15:30
Cinemaximum Fitaş Salon 4