Adalet, hukuk, kimlik, barınma, beden üzerindeki tahakküm, toplumun parçası olma gibi temel insani hakların yoksunluğundan doğan muğlâk paranoya altında, bu yoksunluğun oluşturduğu yıkım üzerinden ortaya çıkan, Tunç Şahin’in yazıp yönettiği Canavar oyunu hakkında bir yazı.
“Beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
Yine de döneyim, döneyim istedim.” - Birhan Keskin
Yaşam boyunca, zaman ilerledikçe kendimizi tamamlamak için çabalar dururuz ama çoğunlukla tamamlanmamışlık hissi hep yanı başımızdadır. Hep bir şeyler eksiktir. Eksik olmasaydı nasıl kurtulurduk bize yük olan, ayağımıza dolanan şeylerden. O yüzden eksiğimizi tamamlayabileceğimiz şeylerin peşinden koşarız. Öteki yarımızın boş olan içini doldurmak isteriz. Bazen kendimizce yaptığımız eylemlerle, bazen kendimizle olan ilişkimizle, bazen de başkalarıyla olan iletişimimizle tamamlanırız…
Koskoca evrende, sadece onun içinde olduğumuz için, bir var oluşta bambaşka yerlerde olan insanların başına benzer olaylar gelir. Benzer durumlara benzer refleksler verebiliriz. İnsanlar arasında büyük farklılıklar bulunsa bile birbirlerine çok benzerler. Dünya ağrısı, zamanın ahı, var oluşun sorgulamaları gibi benzer çatışmalarımız var. Kolektif bir hayat arzusunun içinde nefes alıp veriyoruz. Başka bir insanın duygularımızı önemsemesi, bizi düşünmesi, bizim varlığımıza ikna olması için varlığımızı devam ettirmeye çalışıyoruz. O yüzden herkes kendi gizemini taşır ve fakat yine de başkasının gizemine bakmak ister. Kimse kendinden bile sakındığı, unutmayı tercih ettiği kendi gerçeğinin gizemiyle kolay kolay yüzleşmeyi göze almaz.
Aile İnsanın Yurdudur
David Le Breton, Acının Antropolojisi kitabında “İnsan kendini hastalık ve acının eksik olmadığı bir ev gibi görür.” der. Ev kavramıysa dünyaya geldiğimiz ilk andan itibaren ailemizle kurduğumuz bağ üzerinden tanımını oluşturmaya başlar. Bu tanım; her ne kadar sınırları belirli bir alanda genişlemeye başlasa da, birey yaşamın içine karışmaya başladıkça başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler, yitirdiklerimiz, kendimize kattıklarımız, öğrendiklerimiz, gördüklerimiz, görmezden geldiklerimiz üzerinden içeriğini genişletir. Aile, insanın kendine yurt edindiği, edinebileceği ya da ev kavramıyla özdeşleştirebileceği bağların en temelidir. Kişi gittiği her yere ailesini, ailesinden aldıklarını, büyürken ailenin kendince bir yolla öğrettiği tüm tanımlamaları ve yaşanmışlıkları taşır. Onunla kurduğu bağ zedelendiyse, kişi başka nereye yere giderse gitsin bastığı toprağın zemininin hep çatlak olduğunu düşünür.
Yaşamımız; kendimizden olmayan ve gelmeyen baskıların, yok sayılmaların etrafında şekillenen ve başımıza örülen her şeyin kadermişçesine yaşandığı bir döngünün içerisinde şekillenir. İnsanların aynı yaralara, aynı rahatsızlıklara ya da aynı dertlere karşı ortaya koydukları tepkiler ve durumlar karşısında gösterdikleri reaksiyonlar sosyal ve kültürel durumlarına göre farklılık gösterir. Duyarlılık eşiklerimiz birbirinden farklıdır. Bireyin büyüdükçe başına gelecek dertlere tepki gösterme biçimi çoğunlukla çocuklukta ve ailenin o durumlar karşısında aldığı tavırların altında doğar. Aile bizim bedensel değişimlerimizi yaşarken dünyayla kurduğumuz ilişkinin tanıklarıdır. Bunun yanında ailenin dışında olan yaşam da sızar içeriye. “Ne derler, ne söylerler, aman dışarıya küçüklük göstermeyelim” kaygısı ailenin tüm dinamikleriyle oynar. Yolunu izlemek zorunda oldukların yollarını başkalarının bakışlarından ve seslerinden bulmuştur. İçinde bulunduğumuz kabın şeklini almak kaçınılmazdır. Fakat hayat, herkesi aynı şekilde sınamaz ya da herkese aynı yolları göstermez.
Sırların Olduğu Yerde Her Zaman Görmezden Gel(in)me Vardır
Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat: Kaçmak-Kovulmak-Dönmek Üzerine Denemeler kitabında “Herkesin güvenli bir eve ihtiyacı vardır. Ama o güvenli evin içinde daima bir sır vardır. Cümlelerin sırasını da değiştirebiliriz: Evin içinde daima bir sır vardır. Herkesin başını sokabileceği güvenli bir eve ihtiyacı vardır.” der. Sırların olduğu yerde her zaman bir görmezden gel(in)me vardır. Dünya bir yerden diğerine sürüklenenlerin, ne bulunduğu yere ne de gittiği yere ait olabilenlerin dünyası olduğu için o sırlar ve yüzleş(e)mediklerimiz, ev ve aile kavramını tekinsizleştirir. Tekinsizlikse her zaman bir yıkımı getirir. Ve ortalıkta yıkıma sebep olabilecek bir durum varsa yıkıma uğrayanın her zaman suskun kalma hakkı vardır. Adalet, hukuk, kimlik, barınma, bedenin üzerindeki tahakküm, toplumun parçası olma gibi temel insani hakların yoksunluğundan doğan muğlâklık paranoyası altında, bu yoksunluğun oluşturduğu yıkım üzerinden ortaya çıkan, Tunç Şahin’in yazıp yönettiği Canavar oyunundan bahsetmek isterim.
Sinema ve dijital platformlarda ürettiği İnsanlar İkiye Ayrılır, 7 Yüz, Karışık Kaset gibi işler sonrası form değiştirerek başka bir düzlemde hikâye anlatmaya geçiş yapan Tunç Şahin’in yazıp yönettiği, İki Tiyatro’nun ilk oyunu Canavar, 11 Mayıs tarihinde prömiyerini gerçekleştirdi. Oyuncu kadrosunda Tülin Özen, Gülçin Kültür Şahin ve Hakan Emre Ünal yer alıyor. Oyunun konusu şu şekilde tanıtılıyor: “Bir imza günü için küçük bir Anadolu şehrine gelmiş olan roman yazarı Kemal Sönmez (Hakan Emre Ünal) yıllardır görüşmediği kuzenleri Aslı (Tülin Özen) ve Derya’yı (Gülçin Kültür Şahin) ziyaret eder. Kız kardeşler bu habersiz ziyarete hazırlıksız yakalanır. İki kız kardeş, Kemal’in de önerisiyle tarifini unuttukları ve yıllardır yemedikleri aile yemekleri ‘Kapama’yı yapmaya karar verir. Yapması hatırladıklarından kolay, yemesi ise tahmin ettiklerinden zor olan yemek hazırlanırken, Kemal’in ziyaretinin altındaki gerçek sebep ortaya çıkar.”
“Yapması hatırladıklarından kolay, yemesi ise tahmin ettiklerinden zor olan” kapama yemeğinin hazır olmasını bekleme süreci; hikâyenin gidişatına yön veriyor, zamanın üzerine çekilmiş örtüyü kaldırıyor ve karakterlerin unutmayı tercih ettikleri geçmişe doğru bir hatıra kazısı izliyoruz. Oyun, ortak bir yaşanmışlık anında buluşan bu üç karakteri birbirlerine yaklaştırırken ve birbirlerinden uzaklaştırırken karakterlerine ortak bir “Madeleine de Proust” anı veriyor. Dünün ağrısı, bugünün telaşı, yarının kaygısı derken ne kendimizle hakiki bir ilişki kurabiliyoruz ne de gerçekten yaşadığımız şeyin farkına varabiliyoruz. Tam da bu yüzden hiçbir şeyle yüzleşmemiz tam anlamıyla gerçekleşmiyor. Ve en sonunda yüzleşmediğimiz her ne varsa onun ta kendisi oluyoruz. Tunç Şahin, karakterlerinin dününü, bugününü, yarınını ve kişisel özelliklerini şekillendirirken bakışını temel meseleler ve unsurları toplumsal olarak savaşmak zorunda bırakıldığımız yerden belirliyor. Karakterlerin kendi başlarına göremedikleri “gerçek” ortak bir yaşanmışlık üzerinden tekrar kurulduğunda daha belirgin hâle geliyor. Oyunda sohbet ilerledikçe karakterler arasındaki bağın güçlendiğini görüyoruz ve unutulmuş gerçekliğin yoksunluğu daha da belirginleşiyor. Onunla yüzleşmek kaçınılmaz hâle geliyor. Tüm karakterler bu yüzleşmeyi kendilerince yapıyor. Oyunun sonlarına doğru tüm karakterler ortak “canavar” larının kendilerine yaşattıklarını birbirlerine sesli bir şekilde ifade edebiliyorlar. Belki de bir zamanlar safça yan yana olabilmiş olmanın tadını uzun zaman sonra tekrar hatırlıyorlar. Nihayetinde, birlikte olmaktan ve yan yana durmaktan bir devam edebilme gücü devşiriyorlar. Güçlü metin ve nefis oyunculukların etkisiyle, tüm bu yoksunlukların ve tahakkümün karşısında yan yana durabilmenin, birlikte olmanın hissiyatı seyircinin kucağına bırakılıyor.
Hem En Sağlam Zincirimiz Hem de En Zayıf Halkamız
Dünyaya geldiğimiz ilk andan itibaren bazı bağlar ve bu bağlardan doğan zaruri ilişkiler içine doğarız. Bu bağlar zaman ilerledikçe koparılamayacak biçimde kuvvetlenir. Bazen kendimizi unutacak kadar onlar için bir şeyler yapma fedakârlığı gösteririz. Onlar da aynı şekilde bizim için. Konu aile olunca tüm duyguların, tüm yaşanmışlıkların etkileri çarpıcı derecede büyük olur. Aile ile kurulan ilişkimizin orta kararı yok gibidir. Ya en acımasız şeyleri söyleriz ya da en sevecen şeyleri. Zaaflarımız ve güçlü yanlarımız doğuştan birbirimizin bilgisine sunulmuş gibidir. Aramızda bir savaş çıksa hepimiz kaybederiz. Yine de zaman ilerledikçe onlar kendi evimiz olur. Araya mesafe girer. Aramızdaki bağın ne kadar kuvvetli olduğunu ancak tekrar bir araya geldiğimizde hatırlarız. Onların yanında kendimizi sessiz ve derin bir bırakışla salarız. En zalim kişi de olabiliriz, en masum kişi de. Bilmediğimiz bu dünyaya geldiğimiz ilk anda tanıştığımız bu bağ hem en sağlam zincirimiz hem de en zayıf halkamız.
Canavar’ı 8 Ekim'de Zorlu PSM'de, 10 Ekim'de CKM'de, 26 Ekim'de Fişekhane'de, 1 Kasım'da DasDas'ta, 19 Kasım'da Fişekhane'de izleyebilirsiniz. Güncel takvimi İki Tiyatro’nun sosyal medya hesabından takip edebilirsiniz.