Bu seneki Berlin Film Festivali’nin seçkisinde yer alan ve South by Southwest Film Festivali’nde LUNA Gamechanger Ödülü'ne layık görülen Kaygı filmi 12 Mayıs’ta vizyona giriyor. Filmin yönetmeni Ceylan Özgün Özçelik ile toplumsal hafıza, medya ve haber kurgusu konularını kapsayan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sinema eleştirmenliğinin yanı sıra En Heyecanlı Yeri adlı televizyon programıyla da hatırladığımız Ceylan Özgün Özçelik’in ilk uzun metrajı olan Kaygı filmi büyük beğeniyle karşılandı. Film, Türkiye prömiyerini 36. İstanbul Film Festivali’nde yaptı.
Öncelikle Kaygı’nın Berlin ve South by Southwest festivallerindeki sürecinden bahsedelim. Bu iki festivale katılım hikâyeniz nasıldı, neler yaşandı?
Film yapımının her aşaması zor tabii. Siz filmin çekimleri bittikten sonra rahatlayacağınızı sanıyorsunuz ama öyle olmuyor. Vizyonda kaç kişiyle buluşacağından emin olamıyorsunuz ve festivallere başvurmaya başlıyorsunuz. Fakat burada çok da seçici olamazsınız, filminizi hangi festival severse orayla başlamak zorundasınız. Birçok festivale başvurduktan sonra beklemeye başladık ve çoğu yönetmenin yaşadığı o reddedilme halini bolca deneyimledik. Ardından Berlin Film Festivali’nden gelen Panorama Bölümü’ne kabul edildiğimi bildiren maili gördüğümde çok sevindim. Film Berlin’de çok güzel karşılandı. Bunda tabii Almanların Türkiye’yi az çok bilmesi de bir etken. Filmde anlatılan geçmişle hesaplaşma, Almanya’da çok içerlenen bir konu olduğu için meseleyi filmin gösterildiği diğer ülkelerden daha çok benimsediler. Berlin Film Festivali’nde 5.500 gibi bir izleyici sayısına ulaştık ve bu hiç beklemediğimiz bir rakamdı.
South by Southwest Festivali ise bambaşka bir deneyim oldu benim için. Berlin Film Festivali çok uluslu bir etkinlikken South by Southwest öyle değil, oldukça ‘’Amerikan’’ bir festival. 350.000 konuğu olan bir yerdeydik ve sadece film değil teknoloji, VR gibi birçok dalı olan bir festival bu. Amerikalılar Almanya’ya göre daha az anladı mesela filmi, fakat şu anki “Trump Amerika’sı” nedeniyle filmde gördükleri birçok şeyi kendi ülkelerinde de deneyimlediklerini söylediler. Öte yandan bu anlama meselesinin biraz benimle alakalı olduğunu düşünüyorum. Sinema evrensel bir dile sahip olmalı, filmin anlaşılıp anlaşılmamasını sadece ulusların geçmişlerine göre değerlendiremeyiz.
36. İstanbul Film Festivali’nde Kaygı filminin Türkiye prömiyeri gerçekleşti. Filmden önce seyirci önüne çıkıp çocukluktan beri film yapmak istediğinizi ve bu uğurda eleştirmenlik, televizyon programcılığı dahil birçok şey yaptığınızı dile getirdiniz ve sonunda hedefinize ulaştınız. Oldukça uzun bir yolculuk. Bu bağlamda filmlerdeki izleyici ve üretici arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Film eleştirmenliği yapmanızın yönetmenliğinize nasıl bir katkısı olmuştur?
İnanılmaz bir katkısı var. Binlerce film izlediğim bir süreçti o. Bu kadar çok film izleyince de ister istemez bir sinema dili hakimiyeti aşılanıyor size. Tarantino’ya sinema okuluna gidip gitmediği ile ilgili soru sorulduğunda verdiği cevap meşhurdur: ‘’Ben filmlere gittim’’. Benimki de biraz öyle oldu sanırım, izleyerek öğrendim.
En Heyecanlı Yeri adlı televizyon programına gelecek olursam, o program kurguyla çok içli dışlı olduğumuz bir süreçti ve kurguyu orada anladığımı söyleyebilirim. Hem film eleştirmenliği hem de kurgu sürecinde uzun yıllar deneyim elde etmemin neticesi ise kendi yaptığım filme karşı son derece acımasız ve objektif bakabilmem. Filmin kurguda atılan birçok sahnesi var. Algı Eke ve Özgür Çevik’in canlandırdığı karakterler dışında filmde Veysel adlı bir karakter daha vardı. Onun hikâyesinin filme fazla geldiğini düşündüğümüz için tamamen çıkartmak zorunda kaldık. Belki bu kadar yıl film izleyip, eleştirmenlik yapmasaydım kendi filmime karşı bu denli nesnel ve acımasız davranamazdım. Hem sinema eleştirmenliğinin hem de yaptığım televizyon programının bana en büyük katkısının bu objektif görüş olduğunu düşünüyorum.
Sizce toplumsal hafıza nasıl yaratılır? Sinemanın toplumsal hafıza ile ilişkisini nasıl anlatırsınız?
Şöyle bir örnek vererek anlatayım, yıllar önce sanatçı Bergen ile ilgili bir belgesel çalışması yapmak istiyordum. Projeye başlamadan önce ciddi bir araştırma yapmak için bir sürü kaynak okuyordum. Bergen’in öldürülme dönemindeki arşivlere bakarken, çok tuhaf bir şey fark ettim. O dönemde halkı etkileyen bir sürü olay olmasına rağmen, arşivlerde bunların hiçbiri yer almıyordu. Sanki ülkede hiçbir şey yaşanmamış gibiydi. Filmde Hasret’in arşiv kayıtlarını araştırdığı sahnedeki ‘’Sadece sanat sepet olayları var’’ cümlesi aslında birebir deneyimlediğim bu ana ait. Baktığım kaynak ise, gerçekten ülkenin en ünlü arşiv sitelerinden biriydi.
Birçok haber sitesi kapatılıyor, radyolar, gazeteler susturuluyor. Gerçek habere ulaşamayalım, yeni kurgulanmış bir şeyler yapılsın ve halk bir an önce unutsun düşüncesi hakim medyaya. Böyle olunca hafıza ile ilgili bir film yaparken bunu iktidara, medyaya ve kentsel dönüşüme değmeden anlatamazdım. Birini çıkarsam bu filmin içi çok boşalırdı. Mithat Sancar’ın bir kitabında geçiyordu: “Bugün hâlâ canlı olan anılara yarın sadece medya ile ulaşılabilecek”. Bu cümle bile aslında durumu anlatmaya yetiyor.
Kaygı’nın bugünün Türkiye’sinin ruh halini net bir şekilde yansıtan bir film olduğunu düşünüyorum. Hatta filmi izlemek için Atlas Sineması’na doğru gelirken, her an bir şey patlayabilir korkusu içimi sarmıştı. Son dönemde insanların kalabalık alanlarda bunu net bir şekilde hissettiğini görebiliyorum. Buradan hareketle sizi Kaygı’yı çekmeye iten nedenleri öğrenebilir miyim?
Ben de İstanbul Film Festivali’nde gösterilen, Ermeni bir kadının öyküsünü anlatan Derdo Ana ve Ceviz Ağacı filminin gösterimi sırasında tedirgin olduğumu hissetmiştim. Biri çıkıp bir şey der mi, bir gerginlik yaşanır mı diye... Ve evet, filmi yapmama iten sebep bu his olabilir ama aslında buradaki ‘’kaygı’’ sadece iktidar ve baskı kaygısı değil. Başka bir şey var, bu karışık depresif ruh halini tanımlamaya kaygı kelimesi yetmiyor.
Jean Baudrillard ‘’Daha çok bilginin ve daha az anlamın olduğu bir dünyada yaşıyoruz’’ demiş. Filminize de bizzat uyduğunu düşünüyorum. Filminizde bir kurgucunun belirli bir noktadan sonra kendini kaybederek dış dünyayı da bir görüntü akışı olarak görüp kurgulamasını izliyoruz. Artık kendi gerçekliğini de bir nevi tasarlamış oluyor. Buradan hareketle görüntünün egemen olduğu modern çağımız için neler söylersiniz?
Görüntü kirliliği var aslında. Hem evde televizyonumuzu, gazetemizi açtığımız anda hem de kendimizi evden dışarı attığımız anda görüntü kirliliğinin hücumuna uğruyoruz. Sadece görsel saldırı da değil, işitsel bir işgal de söz konusu. İşte bu da endişe ve huzursuzluk yaratıyor bireylerde. Artık kiminle konuşsam depresyonda. Yakın gelecek için çok endişeliyiz ve bir noktada gerçekliği yitirmiş durumdayız.
Siz televizyon dünyasını da yakından tanıyan birisiniz. Senaryonuzun kuvveti biraz da buradan geliyor sanırım. Medya belirli güçlerin elinde ve her güç kendi görüşünü yansıtmaya çalışıyor. Peki, insan kendine bile dürüst değilken, toplum için doğru ve yararlı bir medya mümkün müdür?
Mümkün değil. Dünyanın hiçbir yerinde değil. Her zaman yeni iktidarlar bir şekilde medyayı dönüştüreceklerdir. Berlin’de İtalyan kökenli bir muhabir, filmi izledikten sonra kendi ülkesindeki medyayı çok net gördüğünü söyledi örneğin. Yani orada da durum bizdeki kadar olmasa da kötü.
Ben büyük bir medya kuruluşunda kültür sanat bölümündeydim ama sonuçta tüm haber ekibiyle aynı ortamı paylaşıyordum. Orada haberlerin nasıl manipüle edildiğini gördüm. Bu artık gizli saklı bir şey de değil, hepimiz biliyoruz böyle olduğunu. Aslında medyanın arka yüzünde yaşanan korkunç durumların çok az kısmının filme yansıdığını söyleyebilirim.
Buradan hareketle başka soru: Konvansiyonel medya ve bugünün gücü sosyal medya arasında kalmış durumdayız. Medyanın geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Şu anda doğru haber yapmaya çalışan birkaç tane medya kuruluşu kaldı. Onlar da kapanırsa eğer hiçbir yerden haber alamayacak durumdayız. Sosyal medyada durumun özgür olduğu yanılsamasını yaşıyoruz ama orası da izleniyor ve yer yer erişim engelleniyor. Orada da bilgi kirliliği ve sahte haber var, hatta biz haberin doğruluğunu kontrol etmeden kendimiz dahi katkıda bulunuyoruz bu sahteliğe. Orasının da kirlilikten kurtulabileceğini pek sanmıyorum. Manipülasyon her zaman var aslında, bunun sosyal medyası ya da konvansiyonel medyası yoktur. Her zaman kurgulanmış haberler izledik. Hele sadece TRT varken düşünsene? Ama o zamanlarda en azından işini dürüstçe yapmaya çalışan gazeteciler vardı şimdi onların sayısı da epey azaldı. Bir ülkenin televizyonunda kültür sanat programı olmaz mı? Yok! Bu inanılmaz bir şey. Her şeye bir müdahale var.
Bir detay çok güzeldi filmde. Bir yerden sonra Hasret karakteri o kadar çok kurguyla içli dışlı oluyor ki dış dünyadaki asıl gerçeklikle oynamaya başlıyordu. Gördüğü gerçekliği ileri geri sarması mesela... Bence sinemada gerçeklik konusuyla ilgili de birçok önemli nokta yakalamışsınız. Kurgu için neler söyleyebilirsiniz?
Çok uzun süre kurguyla içli dışlı olan insanlar bir süre sonra gerçekliklerini yitirmeye başlar, yaşanmış örnekleri var. O nedenle kurgucuların normal işlere kıyasla çok daha kısa bir zaman diliminde çalışması lazım. Filmdeki kurgucuların çalıştığı yerleri görüyoruz, kapalı, penceresiz alanlar. Ben de o odalarda çalıştım yıllarca. Tüm bunlar beni çok etkiledi. Hasret karakteri özelinde ise; kendisi kurgu yapan birinin tamamen kurgulanmış bir dünyanın içinde kendi gerçekliğini bulmaya çalışmasından yola çıktım.
Biraz da filmin yapım sürecinden bahsedelim. Ev sahnelerinde basık, karanlık tonların hakim olduğu bir sinematografiyi gösterdiniz bizlere. Bu atmosferi yaratmak için nasıl yöntemler izlediniz?
Geçmişe doğru giderken film gittikçe kararıyor fakat aynı zamanda geçmiş aydınlık demek hikâye için. Renkler gittikçe eskirken, filmin iç hikâyesi gittikçe aydınlanıyor aslında. Hatta görüntü yönetmenim Radek Ladczuk, Hasret’in eve kapandığı kısım için her sahnede usul usul artan bir sis kullanmayı önerdi. Filmin genel renk tasarımındaki ana referansımız ise Tinker Tailor Soldier Spy filmi oldu.
Son olarak gelecekteki projelerinizden bahsedebilir miyiz?
Gerilim dozu olan bir kara komedi filminin yazım aşamasındayım. Bu film tamamen bir evde ve tek bir gecede geçiyor. Sekizi yetişkin, dördü çocuk 12 karakter var. Şiddet ve kadınlarla ilgili çıldırmış bir intikam filmi desem…