26 ŞUBAT, CUMA, 2021

Huysuz ve Haklı Kadın: Fran Lebowitz

Yönetmen Martin Scorsese'nin odağına yazar, konuşmacı, bazen aktör, çoğunlukla bir flanöz ve her daim nüktedan bir karakter olan yakın arkadaşı Fran Lebowitz'i alan, New York'un ve Lebowitz'in portresini yeniden ve birinci ağızdan sunan mini belgesel dizisi Pretend It’s a City'ye dair bir yazı. 

Huysuz ve Haklı Kadın: Fran Lebowitz

Dünyanın rüya şehirlerinden birinde, New York’ta bir kadın yaşıyor. Pek öyle cana yakın birine benzemiyor, bilakis asık yüzlü ve gergin bir ifadesi var. Uzun yürüyüşler yapıyor, adım attığı zeminleri bile yakından inceliyor, gördüğü ve görmediği, çoğunluğun önemsemediği birçok unsur üzerine kafa yoruyor. Belli ki şehri avucunun içi gibi biliyor artık. Popüler olanı sevmediğini yürüyüş tarzından ve giyim stilinden anında anlamak mümkün. Yüzünden, mimiklerinden, şehri süzüşünden yaşadığı yerle istisnai bir sevgi-nefret ilişkisi içinde olduğu aşikâr. Peki, kim bu kadın?

“Sokaktaki bazı insanlar beni rahatsız eder mi? Evet, eder.
Bir bildirge yazsam yeridir.
Adı da şu olurdu ki, bu bir tavsiye niteliği de taşırdı:
Şehirde olduğunuzu varsayın.”

Scorsese ile İkinci Proje

Son iki aydır Netflix bizi sıra dışı bir karakterle buluşturuyor. Yazar, konuşmacı, bazen aktör, çoğunlukla bir flanöz ve her daim nüktedan bir karakter. Adı Fran Lebowitz. Türkiye izleyicisi onu yeni yeni tanıyor. Köşe yazıları ve denemelerinden oluşan Social Studies, Metropolitan Life, The Fran Lebowitz Reader, Tales From A Broad ile bir çocuk kitabı olan Mr. Chas and Lisa Sue Meet The Panda (henüz) Türkçeleştirilmemiş olduklarından Lebowitz, bizde pek geniş bir kitle tarafından bilinmiyor. Ama ülkesinde hayli tanınıyor. Peki daha ilk dakikada dikkatimizi çeken bu şahısla biz hangi vesileyle tanıştık?

Ünlü sinemacı Martin Scorsese’nin yönettiği, bizzat da göründüğü Pretend It’s a City (Şehirde Olduğunuzu Varsayın) ya da Netflix Türkiye tanıtımındaki adıyla Fran Lebowitz: Bir Yazarın Portresi yedi bölümlük belgesel dizisinin odağı ta kendisi. Sıkı dost da olan ikilinin ilk ortaklığı değil bu niş yapım. 2010 tarihli Public Speaking’te de yine Lebowitz’in Amerika’nın modern yaşam tarzına ironik yaklaşımı işlenmiş, yapım eleştirmenlerden epeyce övgü toplamıştı.

Pretend It’s a City’de Lebowitz ve Scorsese’yi, kapılarını sadece üyelerine açan bir kulüp olan The Players’ta baş başa gördüğümüz sahneler haricinde Lebowitz’in konuşmacılık yaptığı etkinliklerden (kimi tek başına kimi Scorsese ile) kesitler de yer alıyor. Bu görüntülerden anladığımız kadarıyla Lebowitz şehrinde seviliyor ve dinleniyor. Saniyeyle yarışan hızdaki hazır cevaplılığı ve yanıtlarındaki hınzır mizahla bizim de konsantrasyonumuzu ele geçiriyor. 

1 - Fran Lebowitz, Vanity Fair Oscar Party. (Larry Busacca/VF13 / Contributor)

2 - Fotoğrafçı: Michael Avedon, New York Magazine
3 - Fran Lebowitz, Candy Magazine 12, Fotoğrafçı: Lia Clay Miller

Seyirci: Yaşam tarzınızı nasıl tanımlarsınız?

FL: Yaşam tarzımı mı? Emin olun “yaşam tarzı” sözcüklerini kullanmazdım. Yaklaşık böyle tanımlardım.

Keskin zekası, dili, kelimelere hâkimiyeti, sağlam belleği, yaratıcı düşünce yapısı, deneyimlerini derinleştirerek (acı, tatlı, ekşi) analiz etme yeteneğiyle etkileyici bir düşünce ve fikir insanı Fran Lebowitz. İşini “temelde tespitte bulunmak ve değerlendirmek” olarak özetliyor. 18 yaşından beri New York’ta yaşan 71 yaşındaki bir insanın fikirleri, iddiaları, yakınmaları, argümanları ve saptamaları önce dikkate almaya, sonra da üzerinde enikonu düşünmeye değer.

İsyan ve Öfke Var, Çözüm Yok

Belgeselin kimi sahnelerinde Lebowitz’in The Queens Museum içinde konumlandırılmış, Robert Moses tarafından hazırlanan minyatür New York modeli içinde ayağında galoşlarla yürüdüğünü görüyoruz. Belki de ilk ve son sessiz yürüyüşlerini burada yapıyor, şehre kuşbakışı bakıyor. Malum, asıl New York’ta milyonlarca insan yaşıyor ve şehir uykuya kolay kolay teslim olmuyor. İstanbul’daki kalabalığı hayal edin, çok da farklı değil keşmekeşi. Lebowitz de böylesi bir mahşer içinde verdiği hayatta kalma mücadelesini de nüktedan bir şekilde anlatıyor. Sokağa, sanata, hayata dair görüşlerini lafını sakınmadan aktarıyor. Şehrin müzmin bir sakini ama şehrin bugünkü kimliği mevzubahis olduğunda hiç de sakin değil.

“Bu şehirde milyonlarca insan yaşıyor. Tüm şehirde gittiği yere dikkat eden tek kişi benim.”

İnsanların yürümeyi unuttuğundan bahsediyor. Bunu da ya sürekli ellerinde olan telefonlara ya kendi dünyalarında yaşadığı savına bağlıyor. Kızıyor. “Etrafta başkaları da var.”Tanıdık geliyor değil mi? Fazlasıyla. Sadece kalabalıktan kaçan biri izlenimi uyandırıyor başlarda. Fakat işin aslı başka. Bir metropolü uzun yıllardır tanıyan, içinde başına gelen her şeye göğüs gererek kendine ait bir hayat kurmayı başaran her insanın bu yüzyıldaki ortak ruh hâli bu. Fran isyanda. “Bunları değiştirecek yetki bende olmadığı için öfkeliyim”diyor. Fran haklı. Şehirler büyüdükçe kimliksizleşiyor, ortak yaşam kültürü parçalanıyor ve insan eliyle yaratılan kaosun içinde sürüklenmeye başlıyoruz. Fran Lebowitz yalnız değil.

Yalınayak Şair

Belgeselin her bölümünün bir teması var; Kültür İşleri Ofisi, Toplu Taşıma Müdürlüğü, Arşiv ve Kayıt Dairesi, Spor ve Sağlık Dairesi, Kütüphane Hizmetleri gibi. Lebowitz’in şehre genel bakışıyla başlayan yapımın devamında bu başlıkların çatısı altına giren birçok konuya ve kendisine dair daha ayrıntılı bilgi sahibi oluyoruz.

Çocukken çellist olmaya niyetlendiğini ama bunda çok kötü olduğunu, çocukluk idolünün ise ünlü orkestra şefi Leonard Bernstein olduğunu öğreniyoruz. Oyuncu Alec Baldwin’in sunuculuğunu üstlendiği bir talk show’dan kesitler de var belgeselde. Bu sohbetten Fran’in çocukluk anıları çıkıyor.

AB: Espri anlayışın nereden geliyor? Doğuştan mı yetiştirilme tarzından mı?
FL: Seni temin ederim doğuştan çünkü bu konuda hiç destek görmedim. Hatta cezalandırılırdım. 12 yaşında falandım. Annem şöyle dedi: Oğlanların etrafında komiklik yapma. Oğlanlar komik kız sevmez. Maalesef yanılıyordu.

Lebowitz, 53 yıldır New York’ta yaşıyor. Aslen New Jersey doğumlu. 12-13 yaşlarındayken çimenlerin üzerine uzanıp gökyüzüne bakarak yaşadığı yerden ayrılma planlarını kurmaya başlamış. Lisede okuldan atılmasının ardından da şehre gelmiş. Şiir dosyasıyla bir yayınevinin kapısından girerek “Ben şairim” demiş.

“En şaşırdığım şey, New York’ta yalınayak dolaşıp sağ kalmış olmam.”

Bu yalınayak genç 1970’li yıllarda taksi şoförlüğü, temizlikçilik gibi birçok işte çalışmış. Güvenli bir mahallede oturmak için kazancını bulabildiği en emniyetli dairelere yatırmış. Aldığı çekleri müdavimi olduğu şarküteride bozdurmuş. Eline ilk defa altı haneli çek tutuşturulunca ne yapacağını bilememiş. En büyük parayı her zaman kitaplara ve evine harcamış. Bugün bu kadın en büyük streaming platformundan dünyaya sesleniyor ve sayısız içerik arasından öne çıkmayı başarıyor.

O ilk dosyanın reddedilmiş olması bugün onu sevindiriyor. “Berbat bir şairdim”diyor. New York’ta nasıl tutunduğu sorulduğunda da arşiv görüntülerdeki genç Fran yanıt veriyor. Üslubunun gençliğinde de bugünkü gibi (hatta biraz daha dikbaşlı) olduğunu görüyoruz.

“Korkmuyordum. En azından başarısız olacağımı düşünmedim.”

Politik ve Estetik Kritikler

Gerçek New York’un anlatıldığı belgeselde sloganlaştırılan turizm noktalarının güncel durumları sunuluyor. Bu noktada Lebowitz’in politik eleştirileri de devreye giriyor. Şehrin yöneticilerine, siyasi figürlerin eylemlerine ve söylemlerine değiniyor ki, arşiv görüntülerle de bunlar hatırlatılıyor. #Metoo hareketi, iklim değişikliği, LGBTİ hakları gibi günümüzün sürmanşetleri arasında yer alan konulara dair apaçık konuşuyor.

Martin Scorsese’nin (kendisini neredeyse sandalyesinden düşürecek) kahkahaları ortamı yumuşatıyor, Lebowitz’de o güldükçe gülümsemekten kendini alamıyor.

“Times Meydanı’nda bitkilerin ne işi var? Sadece orada değil, tüm şehirde.
Bitkiler, şezlonglar, ıvır zıvır. Gerçekten ninemin dairesine benziyor.”

New York’ta metroda, otobüste, takside yaptığı yolculuklardan da söz ediyor. Zamanımızda dönüşen her metropol gibi New York’un da Körfez ülkelerinin siluetine bürünmesinden yakınıyor. Bölgedeki yapıları hayli iyi tanıyor, birçoğunun estetikten yoksunlaştığını elbette vurguluyor. 

Picasso’ya Değil, Paraya Giden Alkışlar

Konu sanata geldiğinde müstehzi bir gülümseme beliriyor yüzünde. Bu gülümsemede çok duygu ve düşünce dans hâlinde. Dünyanın kültür sanat merkezlerinden biri olan New York’ta, sanat camiasında yarım asrı devirmiş ne de olsa. Operadaki Hayaletve Evita müzikallerini beğenmediğini belirtiyor örneğin. Görüşlerini yapımların muhataplarıyla açık açık paylaştığını da. Bu müthiş bellek bize kapılarını açmışken dikkat kesilmemizde fayda var. Bakın mesela sanat mezatlarına ilişkin de önemli bir eleştirisi var.

“Picasso’nun değil, fiyatın alkışlandığı bir dünyada yaşıyoruz.”

Bu cümleye ilgili görüntüler de eşlik ediyor. Fran hep belgelerle konuşuyor. Onun için sanat ve sanatçının tanımı çok net. Ünlü yönetmen Spike Lee ile yaptığı bir söyleşiden bölümler tam bunu ortaya koyuyor. Lee’nin spora düşkünlüğü herkesçe biliniyor. Ona göre Michael Jordan da bir sanatçı, Jordan gibi ikonik bazı sporcular da. Fran ona katılmıyor. Ona göre sporda “skor” var her şeyden önce ve bir sporcu öldükten sonra geride bıraktığı bir şey yok. Bu arada şehir hikâyecimizin spordan nefret ettiğini de belirtelim, sağlıklı yaşamdan, moda tabirle “wellness” kavramından da.

​Konu müziğe gelince Lebowitz’in caza merakını öğreniyoruz. Önemli caz müzisyenlerinden Charles Mingus ile arkadaşlığını ve kimi anılarını dinliyoruz. Müzik onun için bambaşka bir konumda. Hiçbir sanat formunun müzik kadar üstün olmadığını düşünüyor. 

En Büyük Övgü Kitaplara

Evini sahip olduğu kitap sayısına göre satın aldığını söylüyor. 10 binin üstünde kitap. Nesli tükenmekte olan kitap kurtlarından biri. Büyük coşkuyla konuşuyor kitaplar söz konusu olduğunda.

“Bugünlerde insanlar kitaplarda kendilerini bulmak istiyorlar.
Kitabın bir kapı olması gerekir, ayna değil.”

Annesinin kendisine 7 yaşındayken hediye ettiği kitabı ilk günkü hâliyle koruyor. Yere düşürdüğünde yerden alıp öpecek kadar verdiği değeri anlatırken belki de Fran Lebowitz’in en naif yanıyla tanışıyoruz. Sahafları seviyor, sayıları azalan hakiki kitapçıları anıyor.

Yazarlık kimliğine gelelim. Ağırlıklı olarak eleştiri ve deneme yazıyor. Son zamanlarda daha az yazıp, daha ziyade konuşmacılık yapıyor. Çocukken ve ilk gençlik yıllarını yazmayı çok sevdiğini söylüyor. Ancak onun için yazmanın büyüsü, para için yazı yazmak gerektiğinde bozuluyor.

“Hem yazmayı seven hem de çok ama çok başarılı tek yazar tanıdım. Yazmayı sevenlerin çoğu berbat yazarlardır. Tabii severler. Ben de şarkı söylemeyi severim ama sesim kötü. Bir konuda acemi, kötü ya da rezil olmak ayıp değil ama bunu kendinize saklayın.
Yeter ki paylaşmayın.”

Dosta İthaf

Yukarıdaki açıklamasından bahsettiği o “tek yazar” Toni Morrison. 2019’da hayata veda eden, Nobel Edebiyat Ödülü ve Pulitzer Kurgu Ödülü gibi sayısız ödül kazanmış, dünya çapında bir isim. İkilinin arasında 1978’de başlayan, yıllar içinde büyüyen, derinleşen dostluk ve sırdaşlık da hâliyle belgeselde yer alıyor. Dahası yapım Toni Morrison’a ithaf edilmiş. Bu kısım dokunaklı ama bunu izleyici olarak biz hissediyoruz; Lebowitz bizimle mahremini, hislerini paylaşmıyor. Bu dostluğa dair detaylı bilgi edinmek isterseniz Lebowitz’in dostunu kaybedişinin ardından kaleme aldığı içten yazıyı kolaylıkla bulabilirsiniz. İkisinin yer aldığı söyleşiden bir bölüm de var belgeselde. Çok sık karşımıza çıkacak görüntüler değil. Hele bibliyofiller için değeri bir başka olacaktır.

​Bu uzun yazıda sabırla buraya kadar geldiyseniz teşekkürler. Kapsamlı ve süre olarak da uzun bir belgeseli, dopdolu bir portreyi ele almaya çalıştık. Dileriz daktilo veya bilgisayar kullanmayan, yazmak için hâlâ tükenmez kalemden şaşmayan, okumayı her şeyin üstünde tutan, her fırsatta yücelten bu şahsiyetin kitaplarının yayın haklarını yayınevlerimizden biri almıştır ve yakında duyurusunu yapacaktır. Pretend It’s a City’nin sadece biyografik bir belgesel olmadığının da altını çizmekte fayda var. Günümüz dünyasının başlıca konu başlıklarında dair fikirler ve görüşler duyacaksınız. Şu kasvetli, bitmek bilmeyen pandemi döneminde New York’a gitmiş kadar olduk demek, teknolojiden uzak duran Fran Lebowitz’le dijital ortamda tanışmak için çok fazla beklemeyin derim. 

0
33817
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage