10 ŞUBAT, CUMA, 2017

İçeridekiler mi Yoksa Dışarıdakiler mi Deli?

16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali hızla yaklaşırken, ocak ayının son haftasında festivalin bu seneki tanıtım filmi sinemaseverlerle buluştu. Geçen yılın tanıtım filmini de çeken ve artık !f ruhunu çok iyi tanıyan yönetmen Cansu Boğuşlu ile içinde bulunduğumuz umutsuz atmosferden biraz da olsa sıyrılıp delilikten bizi iyileştiren şeylere, kısa filmlerden kadın hikayelerine uzanan umutlu bir sohbet gerçekleştirdik.

İçeridekiler mi Yoksa Dışarıdakiler mi Deli?

Kadınlar arasındaki dayanışmanın öneminin günbegün arttığı şu dönemde Türkiye gibi hikayesi bol bir coğrafyada kadın yönetmen olmak çok önemli bir noktada duruyor. Fakat bağımsız sinema ve kısa filmlere gereken desteğin verilmemesi pek çok yönetmen ve filmin hak ettiğinden az değer görmesine sebep oluyor. Eğitimini Polonya’da tamamlamış yönetmen Cansu Boğuşlu, Türkiye ile yurt dışında film çekmenin farklarına dikkat çekerken aynı zamanda bu ülkenin içinde bulunduğu iletişimsizlik kapanından çıkıp birbirimize sarılmamız gerektiğini, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali için çektiği tanıtım filmi üzerinden bize tekrar hatırlattı. 

Geçen yıl olduğu gibi, bu yıl da !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali reklam filminin yönetmenliğini üstlendiniz. Bu seneki film, kapalı bir alanda yaşamak zorunda bırakılmış bir grup insanın kaçma çabasını ve sonunda karşılaştıkları sürprizi konu alıyor. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? 

Senaryo geçen yıl olduğu gibi Ayşe Bali’nin yaratıcı yönetmenliğinde Rafineri’den geldi. Güzel bir ekiple çalıştık. Film; içinde kapalı kaldığımız bir ortamı, aslında biraz da bizim yaşadığımız yerle olan durumumuzun paralelliğini yansıtıyor. Sevdiğimiz bir yerdeyiz ama bir yandan da çok iyi zamanlar geçirmiyoruz. Geçen sene yaptığımız film de aslında bu güncel durumlara değiniyordu. Çok mutlu şeyler çekmek gelmiyor zaten içimizden. Ama umutsuz ve karanlık da değiliz. Çünkü bence hayat böyle anlamlı. Yine mutlu günlerimiz olacağını biliyorum. Bu karanlık zamanları da nasıl atlatabiliriz, nasıl mücadele edebiliriz biraz onu düşünürken ortaya çıkmış bir şey aslında. Biz de bunu yansıtmaya çalıştık. 

©Nazlı Erdemirel

Film biraz da deliliği sorguluyor; dışarıdakiler mi yoksa içeridekiler mi deli... Filmde işlenen bu kavramın toplumsal hayattaki karşılığı nedir?

Ben Türkiye’ye döneli bir yıl oluyor, eğitimim için altı sene Polonya’da kaldım. Benim gittiğim zaman da ülkemle alakalı hissiyatım huzursuzdu. Daha sonra da olaylar giderek büyüdü ve normal neydi unuttuk. Her gün pek çok kötü haber okuyoruz. Duyarlı bir insan için burada “normal”, “iyi” olmak bir süredir gerçekten zor. Ben Polonya’dayken haberlerden takip ediyordum ve uzakta bile olsam, ailem ve sevdiklerim buradayken orada daha iyi hissetmiyordum. Ama onların ne hissettiğini de tam olarak anlayamıyordum. Bu hava durumu gibi bir şey. Benim gittiğim ilk yıllar Polonya’nın en soğuk olduğu zamanlardı ve ailenle konuşurken tam olarak seni anlamıyorlar. Ve döndüğümde hâlâ biraz pozitiftim. Ama arkadaşlarıma ve çevreme bakınca bu durumun bıraktığı travmanın izlerini görebiliyorum. Herkesi başımıza bir şey gelecek korkusu sardı. Ama yine de her şeyi ciddiye almak yerine biraz içimizden geldiği gibi davranmak özgür bir duygu... O yüzden filmde de işlediğimiz bazı nüanslar, normallik ve delilik aslında çok uç şeyler değil. Hepimizin hissettiği şeyler. Belki de böyle anlarda biraz doğaya kaçmak gerek, sonuçta hayat hep güzelliklerden oluşmuyor. 2016 boyunca zaman zaman bahçemde açan bir çiçek beni mutlu etti. İnsanın insana yaptığı korkunç şeylere şahit olup, o gün açan erguvan ağacıyla mutlu olmak zorundaydım. Şehir insanı olarak kendi kendimize zararlı şeylere sebep olduk, bu yüzden de biraz doğaya ve öze dönmek gerekiyor bence. Orada da zaten kurallar yok. Deliliğe daha yakın bir yer doğa.

Bir şekilde giderek kabuğumuza çekiliyoruz ve artık içeride olmamıza rağmen yine de bir şekilde hayatımıza devam ediyoruz, bir şekilde içeride kalanlar öteki yaftası da yiyor. Filmde gördüğüm şeylerden biri de bu.

Bu noktada bence iletişim çok önemli. Ama sosyal medya paylaşımları her geçen gün daha nefret dolu olmaya başlıyor, herkes söylediği sanki hiç önemli değilmiş gibi kolaylıkla söyleyebiliyor. Ama önemli olan ötekileştirdiğimiz insanlarla kuracağımız diyaloglar. İnsanların birbirlerine öğretecekleri şeyler bence çok daha değerli. Ben filmlerimde de “iki insan neden kavga eder” sorusunu o kadar çok sorguladım ki... Hep karşıma o kendinle barışma ve kabul etme durumu çıkıyor. 

©Nazlı Erdemirel

Kolektif olmanın yarattığı umut ve özgürlük ortamı, benim de filmde bulduğum anlam oldu... 

Kesinlikle, orada birbirine sarılmak, hep beraber olmak, filmde içeride kalan insanların yaptığı şeydi. 

Film aynı zamanda festivalin “İyileştiren Şeyler” adlı kampanyasının da yüzü oldu. Peki nedir sizi iyileştiren şeyler? 

Ben meditasyon ve özellikle yogaya çok vakit ayıran, hisseden bir insanım. Müzik, doğa ve hayvanlara dönmek de beni iyileştiren şeyler arasında. Mucizelere, güzelliklere ve sevgiye inanırım. Mesela çevremde çok gözlemlediğim bir şey bu, bir şey olduğunda o kadar büyük bir nefretle cevap veriyorlar ki... Mesela ben bunu hiç yapamam, öyle bir şey barındırmıyorum içimde. Ben sevgiyle karşılarım. Açıkçası doğa bana bu konuda çok iyi geliyor. Uzun yürüyüşler, denize bakmak... Ve İstanbul gerçekten bunlarla dolu, ama insanlar, özellikle de maddi sorunlardan dolayı, bulunduğu şehrin ve denizin bile güzelliğini göremeyecek bir psikolojideler. Yine de benim insanlara tavsiyem, İstanbul gibi bir şehirde yaşıyoruz, çıkıp arada Sirkeci’ye gidin ve durup çevrenize bakın. O kadar iyi geliyor ki bu ritüeller. İnsanlara bakın, ama sevgiyle bakın. 

©Nazlı Erdemirel

Filmin çekim sürecinden biraz bahsedebilir misiniz? Çekimlerde sizi zorlayan şeyler oldu mu? 

Açıkçası bu yıl ki filmde gerçekten muhteşem bir ekiple çalıştık. Spark Film olarak yapımcımız Gencer Yeşilyurt, Spark Film’in başındaki isim Tamer Üner, kreatif direktörler Ayşe Bal ve Emre Kaplan’dı. Yaratıcı ekip ise Setenay Özcan Yıldırım, Gizem Şengüler, Resul Geniş, Sezer Üstüngel ve Sevil Şimşek’ten oluşuyordu. Fikir Rafineri’den bize geldiğinde Gencer ile ben çok inandık öncelikle. Zaten geçen seneki film de ödül aldığı için motivasyonumuz yüksekti. Çok heyecanlandık ve filme oyuncu seçerken hepimiz onlardan biri olmak istedik çünkü çok hissettiğimiz bir ruh haliydi. Prodüksiyon açısından filmin tünel kısmı biraz zorladı. Bir de her şeyin çok gerçekçi olması gerekiyordu. Reklamdan ziyade daha belgesel havasında olmasını istedik. İnsanın hissiyatını anlatan, daha sakin bir dil kullanmaya çalıştık. Lokasyon olarak Beykoz Kundura Fabrikası’nı seçtik. Hem çalışma açısından rahat hem de ışık ve doku olarak çok güzel bir ortamdı. Onun dışında sanat yönetmenimiz Yasemin Doğancı harika bir iş çıkardı ortaya. Tünelimiz hepimizin sığabileceği kadar büyüktü. Andaç Şahan görüntü yönetmenimizdi. Ben de görüntü yönetmenliği okuduğum için çok hakim olduğum bir konu aslında. Andaç Şahan’ı özellikle istememizin sebebi sadece teknik olarak yeterli olan biri değil de yaratıcı bakışını ve dokunuşunu ortaya koyabilecek biri olmasıydı. İlk kez beraber çalıştık, gerçekten çok güzel fikirlerle geldi. Editörümüz Yiğit Burak Umutoğlu ile uzun süredir birlikte çalışmamızdan da kaynaklanan bir bağ oluştu artık zaten aramızda. Daha çekim öncesinden başlayan fikir alışverişleri ortaya çıkan sonuca etki etti. Filmi sevdiğimiz bir kamera olan Red ile çektik. Cast çok önemliydi. Çünkü hem o deli hissini çok güzel verebilmesi için iyi bir oyunculuk gerekiyordu hem de çok doğal ve gerçekçi durması konusunda bir beklentimiz vardı. Cast’ımızın genelini tiyatrocular oluşturdu. Gerçekten de yüzde yüz performans vardı. Çok memnun kaldık. Yüzlerinin karakteristik olması ve yaşanmışlık taşıması bizim için önemliydi. Tabii asistanlarım da harikaydı. Setimizdeki atmosfer o kadar iyiydi ki orada biraz daha kalabilirdik. 

Sonucundan memnun olduğunuz bir film yapmışsınız.

Evet, çünkü film gerçekten bir ekip işi ve oradaki parçalardan biri iyi olmuyorsa o her şeye yansıyor. Bu sene yaptığımız filmde gerçekten ekibimize sonsuz teşekkür ediyorum. Hepimizin sonuna kadar hissettiği bir film oldu. O yüzden de ortaya çıkan işi sonuna kadar sahiplenebiliyoruz. Bir de !f’in ruhunu artık iyi biliyoruz, geçen seneki film sayesinde !f’in ruhunu anlama ve ekibini tanıma şansım oldu ve orada aynı dili konuşmak çok önemli bir şey. Bunu oyuncularla da teknik ekiple de sağlayabildiğimiz için mutluyuz. 

Bu yılki festivalden beklentileriniz neler? Merakla beklediğiniz isimler var mı?

Trainspotting 2 geliyor. Polonya’dan Agnieszka Smoczynska filmi The Lure, Oasis belgeseli Supersonic, İsviçre'den Aşık Olamayan Adam, Mick Rock belgeseli ve Sercan Sezgin yönetmenliğinde Nublu belgeseli izlemek istediğim filmler arasında... Bir de Mutlak Kadınlar filmi var.

Türkiye’de üretilen kısa filmler hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce hem sinematografik açıdan hem de düzenlenen etkinlikler bağlamında Türkiye kısaları iyi bir durumda mı?

Açıkçası, Türkiye kadar hikaye açısından şanslı bir yerde yapılan kısa filmler bence teknik olarak çok iyi değil. Bunun da sebebi maddi açıdan desteklenmemesi. İnsanlar sözde çok destekliyorlar ama kısa film yapacağım diye yola çıkan insanlara pek bir maddi destek gelmiyor. Dolayısıyla filmler çok amatör duruyor. Sinematografik açıdan öğrenci filmlerini çok eleştiremiyorum mesela. Çünkü ben Polonya’da okurken okulumuz çektiğimiz kameradan, ışık ve ekibe kadar tüm profesyonel olanakları bize sağlıyordu. Bu sorular bize yöneltiliyor ve bir ekip kuruluyordu. Ve dediğim gibi bu bir ekip işi, film yapmak fotoğraf çekmek gibi değil. O ekipte eğer insanlar sizi tamamlamıyorsa bu ortaya çıkan işe fazlasıyla yansıyor. Benim filmlerim de birkaç kez, örneğin Akbank Kısa Film Festivali’nde ödüller aldı. Ama birlikte yarıştığım filmlerle teknik olarak farklıydık. Çünkü ben Polonya’da çektim ve bu olanaklar bize sağlanıyordu. Burada da sinema okulları ya da üniversitelerde sinema bölümleri var ama maalesef öğrenci ne yapması gerektiğini bilemiyor. Ellerine bir kamera veriliyor ve “hadi çek, gel” deniliyor. Öğrencileri suçlamak o nedenle yersiz. Bu imkânsızlığın daha iyi algılanıp bir çözüm bulunması gerekiyor. 

©Nazlı Erdemirel

Fotoğraf ve film çeken kameralar var artık ama fotoğraf için o kadrajı yapmakla film çekmek çok farklı. Çünkü o kamera hareketinin çok daha pürüzsüz olması gerekiyor. Ama bir fotoğrafçı o kadar düzgün hareket etmek zorunda değil. Önemli olan onun hangi açıdan gördüğü. Ya da fotoğrafçılıktan gelindiği için ses düşünülmüyor. Dolayısıyla bu konuda biraz daha maddi destek verilmesi gerek. Kısa filmin maddi olarak geri dönüşü olmadığı düşünülüyor ve bu yüzden de destek veren “benim bundan ne çıkarım olacak?” diyebiliyor. Bu algının biraz değişmesi gerekiyor. Dünyada birçok festival var ve dünya şu an Türkiye’den hikayelere o kadar aç ki... Bu benim orada birebir yaşadığım bir durum, hatta Türkiye’ye gelme sebeplerimden biri de buranın hikayelerinin daha çok ilgimi çekiyor olması. Çünkü Avrupa ve Amerika bunu zaten yaşadı, sıra bize geldi. Bu yüzden daha çok destek olunması gerekiyor. Ama sözde bir destek değil, biz de ekibimizi bedavaya çalıştırmak istemiyoruz. Kısa film artık daha çok talep gören bir şey. Teknik olarak da artık daha yaratıcı şeyler yapmak mümkün. O yüzden sadece destek verilmesi ve inanılması gerekiyor. Genç insanlara bir şeyler vermek gerekiyor ki onlardan bir şeyler beklensin. Tabii ki bütün bu negatif çerçeveye rağmen güzel işler üreten insanlar var. Ama o kadar zor ki...

Filmlerinizin ortak özelliklerinden biri de müziklerinin güzelliği. Kullanacağınız müziğe karar verme süreci nasıl işliyor?

Açıkçası bu sürecin işleyişi değişiyor. Müzik benim hayatımdaki en önemli şey. Bu sık sık düşündüğüm bir şey. Müzik benim her zaman şifacım olmuştur. O yüzden müziğe de müzisyene de saygım çok büyüktür, çok özel bir frekans olarak da insanları birleştirici etkisi olduğuna inanıyorum. Kısa filmlerimde genelde arkadaşım Mehmet Aydın’la çalışıyorum, o Amerika’da viyola eğitimi aldı ve orada çalışmaya devam ediyor. Bu insanlarla hem frekans hem de konuştuğumuz dil bağlamında ortak olduk, dolayısıyla ortaya hep orijinal şeyler çıktı ve hâlâ çıkıyor. Mesela Wildflower filmim çok başarılı oldu ve müziğiyle de çok konuşuldu. Ben filmi yazdıktan sonra Chinawoman’ı keşfetmiştim. Ve dinlediğim albümdeki tüm şarkılar filmime soundtrack olabilirdi. Hem çok karanlık, hem çok sade, hem de çok direkt ama gizemli. Benim o filmde anlatmaya çalıştığım kadın portresini yansıtıyor. Party Girl şarkısı mesela… Ben filmlerde çok diyalog kullanmayı da sevmiyorum. Konuşmayla anlatmak yerine müziğin verdiği his, bazen de şarkının sözleri benim için çok önemli. !f filmlerinde de Tufan Aydın ile beraber çalıştık, çok eski arkadaşım ve birbirimizi de iyi tanıdığımız için o kadar rahat ilerliyoruz ki ortaya çıkan sonuç tam benim dile getirmek isteyeceğim şey oluyor. Yani benim söylemek istediğim şeyi o müziğiyle söylüyor.

©Nazlı Erdemirel

Wildflower/ Yabani Ot filmi gerçekten çok dikkat çekti. Film aslında iletişimsizlik üzerine kurgulanıyor. Ve senaryosunu da siz yazmışsınız. Bize filmden biraz bahsedebilir misiniz? İletişimsizlik teması üzerine bir film yapmak sizin için neden önemli?

Wildflower benim üçüncü sınıftayken yaptığım bir filmdi. Ve iletişimsizlik teması çok önemli, çünkü iletişim çok önemli. Benim çözmeye geldiğim konu aslında bu hayatta iletişimi nasıl sağlayabiliriz? Lisede de iletişim okudum ve hep radyoda, televizyonda, medyada çalıştım. İletişim araçları gerçekten ilgimi çekiyor. Neden telefon, neden internet soruları… Wildflower filmini yaptığım dönemde özel hayatımdan ilham aldım. Çevremde çok fazla boşanma gerçekleşiyordu. Ben ilişkimde mutluydum ama kendimi ifade edemiyordum. Ve erkek arkadaşıma derdimi anlatmak için yaptım aslında o filmi. Ama anlamadı. Ayrıldıktan sonra “o filmi şimdi anlıyorum” dedi. Dolayısıyla mesaj alıp verme durumu çok kolay gibi görünse de o kadar zor ki. Whatsapp örneğin, benim için o kadar zor ki. Çünkü insanlar birbirlerine bu kadar kolay ulaşabildikleri zaman kıymet bilmemeye başlıyorlar. İletişim araçları çoğaldıkça daha çok iletişim kuramamaya başladık. 

İletişim aslında aile içinde başlıyor, anne ve babanın iletişimi/iletişimsizliği çocuğa yansıyor ve eğer aile iyi bir iletişim kurabiliyorsa çocuk olayları yanlış anlamıyor. Huzurlu büyüyor. Ama ben galiba iletişim konusunda çok şanslı değildim. O nedenle ben ailemde hep bir iletişim aracı oldum. Şu anda da bulunduğum ortamda iki insan çatışıyorsa onları bağlayacak bir şey mutlaka bulurum. Uzun bir süre daha iletişimsizlik konusunu işlemeye devam edeceğim çünkü Türkiye’de çok büyük bir problem olduğunu düşünüyorum. 

Polonya’dayken erkek arkadaşım yabancıydı ve Türkiye’de aynı dili konuştuğum insanlarla kuramadığım iletişimi onunla kurdum. Ve bunu anlayamıyorum. Aynı dili konuşuyoruz ama anlaşamıyoruz. Şu an yazdığım uzun metraj da tam bununla ilgili. Kendi çocukluk travmalarının farkına varıp aşmış biriyle, farkında olmayan ama kendini sürekli ifade etmeye çalışan birinin buluşması ve yaşadığımız travmaların bizde bıraktığı etki üzerine… Olayı olduğu gibi göremeyip kendi travmalarımız üzerinden yargıladığımızı anlatıyorum. Türkiye’de gözlemlediğim bir durum bu, hep bir alt metin arıyoruz. Ben biraz daha net ve sade olmayı seviyorum ve bu yüzden bir yabancılaşma yaşıyorum. Senaryo açısından çok ilham verici bir şey ama iletişimi çok zorlayan bir şey bu. Böyle konuların işlenmesi gerekiyor ki bir şeyler değişsin ve iyileşsin. 

©Nazlı Erdemirel

Bence de hem toplumsal olarak yaşadığımız travmalar hem de kişisel travmalarımızın bıraktığı izlerden kaynaklanıyor bu durum. Hep geçmişteki gibi olacağından korkma hali ve bu nedenle alt metin arama… 

Ya da bir gelecek korkusu… Galiba biz bir geçiş sürecindeyiz ülke olarak. İletişim konusuna dikkat çekilmesi gerektiğini düşünüyorum bu yüzden. Çünkü farkında olmak çok önemli, çoğu insan farkında değil bence iletişimsizlik halinin. 

Filmlerinizde “temas” önemli bir yer kaplıyor.  Neredeyse her filminizde bir sarılma ve dokunma anı var. Bu belki de iletişimsiz temasıyla alakalı… Temas etmenin sizin için önemi nedir?

Sanırım bu benim kişisel olarak da tercih ettiğim bir şey. Mesela geçen yıl ki !f filmini sarılarak bitirmiştik, çünkü bence gerçekten sarılmaya ihtiyacı var insanın. Filmlerimde de bazen yavaş bir dokunma her şeyi çözebiliyor. 

Yakın zamanda yeni bir projeniz olacak mı?

Evet, ilk uzun metraj filmimi yazıyorum. Uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir baba-kız hikayesi. Aile içi iletişimsizlik ve ilişkileri ele alıyorum. Bir yandan dünyada değişen enerjiyi işliyorum ama yine tam bir kadın hikayesi olacak. Yüzleşmeleri, sorgulamaları ele alıyor. Türkiye’de çekmek istiyorum. Onun dışında reklam filmleri de çekiyorum bir yandan. 2017 Eylül gibi çekip, 2018’de yayımlamayı düşünüyorum her şey yolunda giderse. 

Kadın hikayelerinin de öne çıkması gerekiyor. Çünkü kadınların pek çok şeyi değiştirebileceğini düşünüyorum. Ama kadınların arasındaki çekişmeden hoşlanmıyorum. Kadın olarak zaten yaratıcısın ve bir sürü muhteşem özelliğe sahipsin, senin gibi olan diğer kadınları da desteklersen süper bir sonuç çıkar ortaya. Ama kadınlar kendi aralarında sürekli bir negatiflik halinde olduğu için bu maalesef erkeklerin de işine geliyor. Bunu değiştirecek bir şey varsa o da kadının kendisi. Maalesef ki Türkiye’de kadınlar kendilerini değersiz hissediyorlar. Bizim Film Fatales İstanbul adında New York’ta başlayan bir grubumuz var. Kadın sinemacılar ayda bir toplanıyoruz. Orada prodüksiyondaki sorunlarımızdan sinemaya her şeyi konuşuyoruz ve herkes birbirine destek veriyor. Kadının kadına verdiği desteği orada gözlemliyorum ve bu çok önemli bir şey. Aramızda güzel bir dayanışma var. 

0
6551
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage