28 OCAK, SALI, 2025

“İki Bülent’in Hikâyesi Yazılabilir mi Acaba?”

“Ama şu an memlekette tiyatro matematik olarak yapılabilir bir şey olmaktan çıkmış durumda. Bütün sektörün ünlü tiyatrosuna sıkıştığı böyle bir düzende, benim gibi kendi başına bir şey yapmaya çalışanların hali ne olacak bilmiyorum… Şu an ben ve benim gibi tiyatro hayatını kurmaya çalışan genç insanlar olarak nasıl bir yoldan ilerlememiz gerektiğini kestiremediğimiz bir dönemdeyiz” diyor Aramızdaki Mesafe adlı “tek kişilik çok sesli oyun”un yaratıcısı Bülent Gültekin. Kendisiyle hem oyunu hem kurduğu Başıbozuk Tiyatro’yu konuştuk.  

“İki Bülent’in Hikâyesi Yazılabilir mi Acaba?”

“(Ben Bülent) Bundan üç yıl evvel benimle aynı isme sahip amcamın günlüğünü buldum. (Ele geçirdim diyelim.) O, köyden kaçıp büyükşehirde cemaatlere katılıyor. (Haydaa) Ben dindar bir aileden çıkıp tiyatro ekiplerine giriyorum. (Al başına belayı.) Ve ikimiz de akıl almaz bir sona, büyük bir körlükle, son sürat koşuyoruz. Ta ki gözümüz açılana dek. (…) (Dur dur.) Bir de oyun 8 hoparlörlü bir ses tasarımına sahip. Çevrenizdeki hoparlörlerle amcamın bütün hikâyesini uzamsal bir ses deneyimiyle seyredeceksiniz. Benim elimde sadece bir mikrofon var. (Kablosuz…)”

Başıbozuk Tiyatro’nun ilk oyunu olan, Bülent Gültekin’in tasarladığı, yazdığı, oynadığı ve (Kumbaracı50’den aşina olduğumuz yazar, yönetmen, oyuncu) Gülhan Kadim ile birlikte yönettiği Aramızdaki Mesafe bu taksimden veriyor meramını. “Oyun, tek kişilik olmasına rağmen seyirciyi çevreleyen ses sistemiyle çok sesli bir deneyim kurmayı hedefliyor ve uzamsal ses tasarımı yoluyla seyirciyi oyunun dünyasına davet ediyor.” Yardımcı yönetmenliğini Öykü Eraslan, ses-efekt tasarımını Tolga Tüzün, ışık tasarımını Utku Kara, dekor - kostüm tasarımını Hilal Polat’ın üstlendiği Aramızdaki Mesafe, genç tiyatro oyuncusu Bülent’in kendisiyle aynı isme sahip amcasının günlüğünü bulmasıyla başlıyor. Bülent, amcasının 18 yaşında köyden kaçıp büyükşehre gittiğini ve orada iki cemaat arasındaki macerasını öğreniyor. Bu maceranın ışığında kendi dindar geçmişini, kişisel dönüşümünü, tiyatrocu olma yolculuğunu ve bu yolculukta kurulan ilişkileri sorguluyor. İki hikâye; bambaşka zaman ve mekânlarda birbirinin içinden geçerek buluşuyor.

​“Başıbozuk Tiyatro’nun kurucusu, genç tiyatrocu - ki daha ilk oyununda kişisel arşivinden -80 dakika boyunca- fotoğraflarını sahneye döken - Bülent Gültekin kimdir?” diyerek rotanın peşine düştüm! Bu peşine düşme buluşması, pek tabii oyunun yönetmeni (tiyatroda kelamını ve algısını sevdiğim) Gülhan Kadim’in davetiyle oldu. Kadim’in de eşlik ettiği röportajdan ortaya çıkan dokümanterde ise dikkat kesildiğim; genç tiyatrocuların / oyuncuların ahvaliydi. Bildiğimiz bir hikâye Aramızdaki Mesafe hele de benim kuşağım için… Fakat -bence- burada ilginçleşen detay, 96 doğumlu Gültekin’in, ülkenin -yüzyıllık- hâlini kendine dert ediniyor olması! Ezcümle, aracılık mesaimde, bugün payımıza düşeni takdim ederek huzurlarınızdan uzuyorum…

İzninizle sondan başlamak isterim. Hayatı bir tiyatro sahnesine benzeten Kanadalı antropolog ve toplumbilimci Erving Goffman şöyle der: “Hayat, bireyin toplumsal rolleri sergilediği bir sahne performansıdır… Toplumsal etkileşim, bir gerçeklik inşasıdır; ancak bu gerçeklik çoğu zaman bir yanılsamadır” der ve ekler: “Hem sağlıklı zihinler hem de sağlıklı bedenler sakatlanabilir. ‘Normal’ insanların ortalıkta gezinebiliyor, görebiliyor veya duyabiliyor olmaları, onların gerçekten de bunları yapabiliyor anlamına gelmez. Tatlarını tuzlarını kaçıran şeylere hayli kör, başkalarının iyilik talepleri karşısında da hayli sağır olabilirler.” Goffman’ın tarifinden yola çıkarak sizin, hem kişisel yaşamınız hem de tiyatro hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z Raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025 yılı için kısa ve uzun vadede tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?

Bülent Gültekin: Bu benim yarama fazlasıyla tuz basan ve gerçekçi konuşmadan duramayacağım bir soru. Geçenlerde kendi kendime, biraz da düşük bir modda otururken aslında 2024te şükretmem gereken ne kadar fazla şey yaşadığımı fark ettim. Bir kere üzerimdeki ölü toprağını attım. Goffman’ın da dediği gibi uzun bir süre sakatlıktan” ötürü gündelik hayattaki performanslarımı devam ettiremeyecek noktaya gelmiştim. Bu oyunu yazmak, yönetmek, oynamak, ekibini kurmak ve sahneleyebilmek benim için en önemli idealdi; özellikle son üç yıl için. Bunu gerçekleştirebilmiş olmaktan dolayı kendimi iyi hissediyorum. Sakatlığım bitti, gündelik hayat yeniden yaşanabiliyor. Ve bir de bu işi bu kadar güzel insanlarla yapmış olmaktan dolayı çok mutluyum. Kendime bir sürü yeni meslektaş, arkadaş ve çember edindim. Gelgelelim bir tiyatrocu olarak hazin bir tabloya karşı duygusuz bir şekilde bakıyormuş gibi hissediyorum kendimi. İnsan içine girene kadar, yapana kadar fark etmiyor bu durumu. Ama şu an memlekette tiyatro matematik olarak yapılabilir bir şey olmaktan çıkmış durumda. Bütün sektörün ünlü tiyatrosuna sıkıştığı böyle bir düzende, benim gibi kendi başına bir şey yapmaya çalışanların hâli ne olacak bilmiyorum. Sektör etliye, sütlüye dokunmayan, şaşalı ünlü oyunlarına kendini kanalize ettikçe bizim de içinde oynayacağımız bir alan kalmamaya başlıyor. Şu an ben ve benim gibi tiyatro hayatını kurmaya çalışan genç insanlar olarak nasıl bir yoldan ilerlememiz gerektiğini kestiremediğimiz bir dönemdeyiz. Tiyatro yapabilmek için ya bir dizide ünlenmemiz ya da devamlı bir işimizin olması ve tiyatroda ettiğimiz zararlara akıtabileceğimiz bir paramızın olması gerekiyor. Memleketin geldiği şu ekonomik koşullarda bu artık imkânsız gibi bir şey... Dolayısıyla risksiz, 1-2 oyunculu, elde taşıyabileceğin bir dekoru olan, hikâyesi tatsızlaşmayan, melodramatik veya tatlı oyunlar üretmemiz gerekiyor ki riske girmeyelim. Kısaca, vasat altına düşmemiz lazım. Ee, ben böyle oyunlar üretmek istemiyorsam ne olacak? Nasıl çıkacağım bu işin içinden? Tiyatro bu batağa düşecek kadar kutsal mı? Benim için değil, kimse için de olmamalı bence. Bu kutsaliyetin bizi bu düzene kurban etmemesi lazım. 2024 benim için mesleki olarak bu düşüncelerle bitti. Maalesef gidişattan dolayı da ümitlenemiyorum bir türlü. Duygusuzlaşıyorum sanırım.

Gelelim, (Ben Bülent) Bundan üç yıl evvel benimle aynı isme sahip amcamın günlüğünü buldum. (Ele geçirdim diyelim)…” diyen Aramızdaki Mesafe hikâyesine… Çıkış noktasını, sahnelemeden önceki meramınızı anlatır mısınız?

B. G.: Bu tip şeylerin tam başlangıcı kelimelerle anlatılamaz sanırım. Geçenlerde bir arkadaşım, “Kendini herhangi bir medium” aracılığı ile ifade edemediğinde nasıl hissediyorsun?” diye sorduğunda, ona hiç bitmeyen bir hamileliğin içindeymiş gibi hissettiğimi söylemiştim. Bütün duygularımın karman çorman olduğu, bedenimin normal düzende işlemediği ve sürekli bir şeylere aşerdiğim bir hâl. Üç yıl önce bu hâlde oradan oraya savruluyordum. Gündelik hayattaki performansım yerle yeksan olmuştu ve onu yeniden nasıl kuracağımı da bilmiyordum. Tiyatro yapmak istiyordum. Ama nasıl yapacağımı, ne yapacağımı bilmiyordum. Tam bu sıralarda babamla beraber köye gittik ve orada benimle aynı isme sahip amcamın günlüğünü buldum. Tam da içinde olduğum ruh hâliyle ilgili öylesine benzer şeyler yazmıştı ki… Bütün günlük babasıyla bir hesaplaşma, annesine karşı bir dargınlıktan ibaretti. Ben de tam o dönemde yaşadığım şeylerden ötürü otoritelerle olan bütün ilişkilerimi baştan aşağıya gözden geçiriyordum. Günlüğü bulunca, “İki Bülentin hikâyesi yazılabilir mi acaba?” dedim. İki farklı mecrada, farklı otoritelerle mücadele eden ve benzer bir yok oluşa giden iki Bülent. O dönem için temel derdim bu ilişki biçimlerini deşmek olduğu için bu fikrin peşinden gittim. Günlüğü buluşumun üçüncü, hamileliğimin de neredeyse beşinci yılında çocuğu doğurmayı başarabildim!

Bu hikâyeyi -aslında kişisel hayat hikâyenizin peşinden giden hali- sahnede görmeye heves ettiren neydi?

B. G.: Bunu inanın bilmiyorum. Kalbî bir yerden gelen bir şeydi. Aynı anda iki oyun fikrim vardı hatta. İkisine de ufak ufak çalışıyordum. Öbürü tamamen kurgu ve fantastik bir şeydi. Ama nedense onu yarıda bırakıp buna dönmek istedim. Çok uzun süre beni ablukası altına alan, sakatlayan bir olayı anlatmadan başka hiçbir şey yapamayacağımı hissediyordum. Bunu yapmadan başka hiçbir işi yapmak anlamlı gelmiyordu. Kurgunun içinde bulunmak çok sahte hissettiriyordu. Taklit etmek” artık korktuğum bir şey hâline gelmeye başlamıştı; önce günlük hayatta sonra sahnede. Önce kendi gerçekliğimle bir şey yapmam gerektiğini hissediyordum bu yüzden. Kendim olarak çıkıp bütün gerçekliğimle sahnede durabilirsem her şeyi yapabileceğime inanıyordum. Bir de bazen öyle yoğun şeyler yaşıyorsunuz ki onu bedeninizden çekip atmak ve sanatsal bir ürün haline getirip paketlemek istiyorsunuz. Tabii benim durumumda bu olamıyor, çünkü ben metninden kurtulamayan bir yazarım ve her akşam onu deneyimlemek zorundayım. Zor ama kuvvetli bir şey... Hissi enteresan. Tavsiye ederim!

Sahneleme aşamasında hangi tür enstrümanları masaya yatırdınız? Süreçte sahnelerken öncelikleriniz veya dikkat kesildiğiniz nelerdi?

B. G.: Açıkçası ben tasarımı prova döneminden çok önce, metni yazarken kurmuştum. Kasım 2023ten Mayıs 2024e kadar Barış Arman rehberliğinde metnin reji tasarımını geliştirdim. Sağ olsun o çokça yardım etti ve çok doğru sorularla beni yönlendirdi. Benim en başından beri aklımda böyle bir ses tasarımı fikri vardı. Sebebini bilmiyorum. Gülhan (Kadim) yalnızlığımdan kaynaklandığını düşünüyor. Bana da mantıklı gelmedi değil! Otoritelere bağlı bir hayat yaşadığınızda yalnız ama çok sesli bir hayatınız oluyor. Omzunuzun üzerinde sürekli konuşan bir takım kafalarla dolaşıyorsunuz etrafta. Kendi sesinizi unutacak hâle geliyorsunuz. Bu çok seslilik belki de o yüzdendir. Yola çıkarken oyunun yapılagelen tek kişilik oyunlara asla benzememesini ve alternatif bir anlatım biçimi kurmaya çalıştım. Tek kişilik oyunda nasıl farklı anlatım yolları kurulur?” diye düşündüm ve buraya kadar geldik. Sahneleme aşaması tabii daha çok Gülhan’ın becerisidir. Sahneleri ayağa kaldırma ve onları yaşanır hâle getirme, tasarımla diyaloğa geçirme onun işiydi. Onun kafası hep olan biteni en sade şekilde sahnelemek üzere çalışır. Benimkisi ise tam tersi; şeylerin kaosun içinde yuvarlanmasını isterim. Ama bu zıtlık bize çok iyi geldi ve çok güzel bir noktada buluştuk.

Gülhan Kadim: Benim için önemli olan Bülent’in kişisel hayat hikâyesine zeval getirmemek, hissettiklerini doğru anlamak ve sahnelemede bu anlatıyı kurarken seyirciyle ilişkiyi doğru yerden kurmak. Çok bıçak sırtı bir metin ve sahneleme önerisi var çünkü. Amcanın hikâyesi tiyatro formuyla olduğu için orada daha rahattık. Ama Bülent’in kendi hikâyesinin anlatı formu riskli ve bolca seyirci buluşması / denemesi talep ediyor. Oralarda çok düşündük, tartıştık. Önemli olanın paylaşımın ve anlatının içten, samimiyetle ve zorlamadan olmasıydı benim için.

Bülent Gültekin ve Gülhan Kadimin yolları nasıl kesişti?

B. G.: Nedense Kumbaracı50den, ona daha yakın hissediyordum kendimi; hiç tanışıklığımız olmamasına rağmen. Ortak bir arkadaşımızdan telefon numarasını aldım ve bir gün yazdım. Ve şimdi ikinci oyunumuzu yapıyoruz!

G. K.: Ben de kesiştiği için çok mesudum. Metni okuduğumda, tasarım fikrine ve kalemine bayıldım. Tek kişilik oyunlar enflasyonunda, kendine özgü bir sahneleme biçimi tasarlamıştı Bülent. Genç bir tiyatrocu olarak beni heyecanlandırdı ve çalışmak istedim. Çok da güzel bir prova süreci geçirdik. Çok iyi anlaştık. Tartışmaları kişisellikten uzak, yaptığımız iş temelinde yaşayabiliyor olmak çok zevkli. Oyun çıktıktan sonra da prova süreci devam etti. Bu açıklığı da seviyorum.

Aramızdaki Mesafe’nin derdi, meramı nedir? Sürprizi kaçmadan, biraz siz yaratıcılarının yorumundan dinleyelim isteriz?

B. G.: Bir oyun bir merama sığamayacak kadar engindir kanımca. Benim için o kadar fazla yere dokunuyor ki… Ama temelde şunu söyleyebilirim: Bu oyun bir otorite problemini ortaya koyuyor. Yaraları yüzünden otoritelere bağlanan iki çocuğun bağlanma biçimini, otoritesiyle kurduğu ilişkiyi ve yüzleştiği korkunç sonu anlatıyor. Ve bir de bunu iki cenah üzerinden yapıyor. İslami bir cemaatle bir tiyatro grubunun hikâyesini paralel götürerek temelde şunu sormaya çalışıyoruz sanırım: Seküler cemaatleşme diye bir şey var mıdır? Varsa pratikleri nedir? İslami cemaatlerle aralarında nasıl benzerlikle vardır? Benim en çok tartışmak istediğim göremediğimiz, seküler kalıpların arkasına saklanan ve sanki hiç yokmuş gibi davranan seküler cemaatler… Peki, bizim içimizdekiler? Sanat, solculuk vs. uğruna kendi cemaatini kuranlar? İçerde kendi dinini, peygamberini oluşturanlar? Bunları görmeye gözümüz pek alışkın değil sanırım.

Dertli bir hikâye Aramızdaki Mesafe… Sade bir seyirci olarak içimi inciten / acıtan ise, sizin gibi genç bir arkadaşın böylesi koyu dertli bir mevzuyu (ilk oyun yazımında) sahnede işliyor olması! Açıkçası, T.C. fotoğrafının bu hâlde genç dimağınızdan sahnede şekil alması, beni şaşırttı ve aynı şekilde üzüldüm de… Sürece dair ne söylemek istersiniz? Hem bu coğrafyanın yaşayanı hem de genç bir tiyatrocu olarak nasıl yorumluyorsunuz ahvalimizi?

B. G.: Her şey bir kuyunun dibine doğru sürükleniyor. Belki de her sektörde durum böyledir; bilmiyorum. Ben sadece tiyatro camiasını görebiliyorum. Ama gönül isterdi ki memleket güllük gülistanlık olsaydı da ve biz de güllerle olan ilişkimiz üzerine oyun yapsaydık. Ben, maalesef umut basabilen bir insan değilim; hele ki böyle konularda. Hiç iyiye giden bir tablo görmüyorum / göremiyorum… Kafamda altı tane oyun fikriyle dolaşıyorum. Bunların nasıl gerçekleşebileceğine, parasının nasıl bulunacağına dair tek çıkış yolu Mardin dizisinden geçiyor… Biraz önce de söyledim: Bu tablo karşısında duygusuzlaşmak galiba bunun en korkunç yanı. Hislerimizden yoksun kalmaya başlıyoruz. Bizi sadece eğlendirecek şeyleri görmek istiyoruz. Dert tasa duymak istemiyoruz. Ben bütün bunlarla savaşabilmek adına bu oyunu yaptım. Gücüm yettiğince de bir şeyler üretmeye devam edeceğim. O bazen video art olur, bazen tiyatro bazense başka bir şey. Bir şekilde medium”u bulup üretmeye, hem kendi hem toplumsal derdimi ortaya koymaya ve paylaşmaya çalışacağım. Gerisini bilmiyorum.

Peki, aynı coğrafya hemhalinden iki farklı zamanı ve iki farklı hayatı sahnede endam ettiren Bülent Gültekin kimdir, tiyatroya düşen haritasında “tiyatro ile hemhâliniz” nasıl başladı? İlk olarak 2023’te Bahar Noktası’nda oyunculuk mesaisinden sonra bu oyunla birlikte hem yazar, yönetmen hem de oyuncu olarak sahnedesiniz. Biraz buralardaki hissi ve yaşadıklarınızı anlatır mısınız?

B. G.: Ben çok dindar bir ortaokuldan çok seküler bir liseye makine mühendisi olma isteğiyle geçtim. Ne oldu bilmiyorum kendimi tiyatro topluluğunun içinde buldum. Oyunda da anlatıyorum bunu, sürprizi kaçsın istemem. Ama lisede kimliğimi öylesine değiştirip başka bir Bülent olmaya çalıştım ki… Bu kimlik arayışı beni sahneye kadar götürdü sanırım. Ve o tiyatro topluluğunda, sahnede o kadar iyi hissettim ki… Hatta yeni gelecek insanlara topluluğu tanıtırken şey derdim hep: Buraya gelirken kendimi askılığa asıp yeni biri olarak çıkıyorum sahneye.” Okulun üst katlarında kimlik karmaşasından o kadar yoruluyordum ki sahnede kendimle uğraşmamak bana çok iyi geliyordu. O zaman oyuncu olmayı aklıma koymuştum. Ama tiyatro hocam konservatuvar yerine, bana bir sosyal bilim okumam ve onun yanında üniversite tiyatrosu yapmam gerektiğini söylemişti. Ben de onun sözünü dinleyerek Bilgi Üniversitesinde sosyoloji okudum ve bunu yanında Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nda tiyatro yapmaya başladım… Bilgi Üniversitesindeki Performans Sanatları Bölümü’nden dersler aldım. Sonra da her şeye bir çatı olsun diye Kadir Has Üniversitesinde Film ve Drama/Oyunculuk alanında yüksek lisans yaptım. Anlayacağınız toplama bilgisayar gibi bir eğitimim oldu benim… Bu oyunda bu kadar çok sorumluluğu üzerime almak aşırı korkutucuydu tabii ki. Bu kadar çok sorumluluk alınca başarısızlık korkusu insana kafayı yedirtiyor. Çünkü başarısız olmam demek sadece bir alanda değil, dört alanda birden başarısız olmam demek oluyordu. Özellikle prova süreci benim için aşırı yoğun, bol anksiyeteli, uykumda bile oyunu düşündüğüm bir süreçti. Ama çok mutluydum. Bir hafta arayla aynı yoğunluğa dönerdim kuşkusuz. Dolayısıyla sürecinden dolayı içim epey rahat. Özellikle de kurduğumuz ekipleşme, ekibin benden çok daha deneyimli ve profesyonel üyeleriyle kurduğum ilişki ve onların benle kurduğu ilişki o kadar saygılı, dengeli ve başarılıydı ki… Oyunun dramaturjisini ekipte işletebilmek benim için en büyük başarıydı zaten.

Metni prova ve sahneleme aşamasında yaşadığınız, ilginç, absürt veya bu da varmış” dediğiniz neleri tecrübe veya yeniden teyit ettiniz? Ayrıca oyunu yaratım ve provalar boyunca fonunuzda, kafanızda sürekli dönen dolaşan neydi?

B. G.: Lise sekansını yazdıktan sonra bir süre durmuştum. Ben bütün lise dönemini kendimi yok etmekle geçirmişim.” demiştim ve galiba 2-3 hafta metne dokunamamıştım. Oyunla ilgili yaşanan en büyük gariplik insanların oyun üzerine konuşmakta zorlanması. Çünkü mecburen benimle ilgili bir şeyler söyleyecekler ve onlarca özür dileyerek konuşmaya çalışıyorlar. Benim de derim artık o kadar kalınlaştı ki onları sürekli rahatlamaya çalışıyorum. Benim yaşadığım en büyük zorluksa kendim olarak sahneye çıkmak sanırım. Süreçte herkesin beni uyardığı ama benim pek de farkına varmadığım bir durumdu bu. Kurgu bir karakter olarak sahneye çıkmak gerçekten çok konforlu. Ona hazırlanmak da öyle. Bir insan, oyuncu hangi egzersizi yapmalı ki kendi olmaya hazırlansın? Ben o gün sizin karşınıza çıkacağım. Ve bende gördüğünüz her türlü görüngü sizde bir Bülent imgesi yaratacak. Peki, o Bülent nasıl olacak? Ben ne yapmalıyım ki doğruya en yakın imge canlansın? Peki, doğruya en yakın imge oyunu devam ettirebilecek, açabilecek ve insanlara iyi hissettirecek bir Bülent mi? O zaman öyle bir Bülent mi olmaya çalışmalıyım? İlk 10 oyun bu sorularla geçti sanırım. Şimdi artık alıştığımı ve rahatladığımı hissediyorum. Sorular fark ettiyseniz hep başkasının gözünden kendime bakan sorular. Onları bertaraf ettikçe rahatlıyorum.

G. K.: Valla ben, “Aaa, hoparlörler de oynayabiliyormuş” dedim. Çünkü bir yerden sonra bir Bülent’e bir de hoparlöre bakarken buluyorsunuz kendinizi. Sonra aklınız size, “Salak mısın, oraya neden bakıyorsun?” diyor. Kendinizi refleks ve akıl arasında bir mücadelede buluyorsunuz. Benim kafamda sürekli dönen şey anlatının dozu oldu galiba. Kurulacak olan denge çok önemliydi. Bir de şu cümleler “Mikrofon çok pahalı nereden bulacağız? Tolga Tüzün ne şahane müzikler yaptı yahu, Bülent ne kadar uzun…”

Oyundan en sevdiğiniz bölüm veyahut replik hangisi ve neden? Günümüze düşen anlatımda bugünün “Bülentleri” kimlerdir sizce?

B. G.: Oyunda en sevdiğim replikler şakayı patlattıklarım galiba ve onları asla söylemem! Söylesem de anlamlı olamaz zaten. Bugünün Bülentleri… Olan bitene çok hızlı yabancılaşan ve kendiliğiyle ilgili her gün bir şekilde düşünüp bunu ifade etmeye çalışan biriyim sanırım. Yaşımın ve yaşadığımız dönemin de getirdiği bir şey olsa gerek bu. Bunu yazarken anlatacağım Bülent ile röportaj yayınladığında anlatacağım Bülentin dertleri bile aşırı değişmiş olacak. Bugünün Bülenti fark ettiyseniz biraz hissizleşme ve heyecansızlaşmayı konu ediyor sanırım. Bakalım bunun sonu nereye varacak.

G. K.: “Dün mahvolduk, bugün güzeldi, yarını bilmiyorum. Ama deli gibi heyecanlıyım”. 

Tesadüf bu ya, hayat verdiğiniz oyun içindeki karakter(ler)le aynı mahalle ya da apartmanda tanışsınız. Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz. Ve bir vakit de aynı masalarda kelama düşmüşünüz. Onlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?

B. G.: Ben kendisiyle aynı evde yaşıyorum! Biraz sıkıcı olabiliyor, sık sık konuşuyoruz. Amcamla karşılaşsaydım… Ondan özür dilerdim herhalde.

G. K.: Onun bakış açısıyla çok ilgisi var. Sadece bende bitmiyor bu iş. “Aramızda Mesafe” kalmasını isteyeceğim biriyse cümle kurmamayı tercih ederim. Körlük içerisinde değilse kadeh tokuştururum!

Başıbozuk Tiyatro’nun ilk oyunu Aramızdaki Mesafe ve aslında seyircisine de ilk merhabası… İlk defa tanış olacaklara, Başıbozuk Tiyatro kimlerden oluşuyor ve tiyatroda meramı nedir?

B. G.: Başıbozuk Tiyatro kimlerden oluşuyor bilmiyorum. Ben bile orada mıyım tam emin değilim. Bir zorunluluktan -ne gidecek, ne birleşecek ne de açılan bir alan olmadığından- ve biraz da hayalperestlikten kurduğum bir yapı eskizidir kendisi. Ne zaman gerçekleşir bilmem. Bir gün bir yapı olursa temel derdi, hayatın ve tiyatronun kanunlarının içini oymak, yapılarını sökmek ve farklı biçimlerde yeniden yan yana getirmek olurdu herhalde. Başın yani rasyonel aklın hükmünün azaldığı, farklı ifade ediş ve duygulanım biçimlerinin araştırıldığı bir çatı olmasını dilerim Başıbozuk Tiyatronun.

Son zamanlarda sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi, kitap veyahut bir fotoğraf karesinden neler var; paylaşırsanız, bizler de nasiplenelim isterim?

B. G.: Bir yerli bir de yabancı vermek isterim. Şu an Mubideki bir belgeseli izliyorum ve o bana çok iyi geldi: (Yaratıcı yönetmen, Güney Afrikalı sanatçı William Kentridge) Self-Portrait as a Coffee-Pot. Yerli örneğim ise (Halil Babür’ün yazıp yönettiği,  Dolkun Production projesi) Linçler ve Dudaklar. İkisi de bende bir üretme heyecanı yarattığı için bunları önermek istedim.

Masanızda veya kafanızda gelecek proje ve programınızdan bahseder misiniz?

B. G.: O kadar fazla var ki… Bunların heba olup gitmeyeceğini bilsem hepsinin başına oturup çalışmak isterdim. Geçenlerde, hatta oturup hepsine bir afiş ve çıkış yılı belirledim. Ama bakalım. Bir Mardin, Diyarbakır dizisi gerekiyor sektörümüz için (!)… Bu aralar ilişki bağımlılığı ve hissizleşme üzerine düşündüğümü anlamışsınızdır. Önceliğimi derdi bu olan fikrime verdim.

Aramızdaki Mesafe’yi 30 Ocak Perşembe, saat 21.00’de DasDas Sahne’de; 7 Şubat Cuma, saat 20.30’da Alan Kadıköy’de izleyebilirsiniz.

0
451
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage