Bu sene ilk olarak İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan ve geçtiğimiz hafta Başka Sinema kapsamında vizyona giren Mon Roi (Prensim) büyük tutkuyla başlayıp ona eş değer hayal kırıklığıyla biten bir aşkın hikayesi. Yönetmen koltuğunda Maïwenn’in oturduğu Emanuelle Bercot ve Vincent Cassel’in başrollerini paylaştığı filmi Evrim Kaya değerlendirdi.
Fransız oyuncu, yönetmen Maïwenn’i ikinci kez kamera arkasına geçiren Prensim (Mon Roi), 2015’in Cannes Film Festivali’nde başrol oyuncusu Emanuelle Bercot’ya Rooney Mara ile paylaştığı en iyi kadın oyuncu ödülünü getiren film olmuştu. Bercot’nun, ilişkilerinin neşeli ve gürültülü başlangıcından karamsar sonuna kadar sahici bir yakınlık hissiyle takip ettiğimiz çiftin bir ayağı olan Tony’nin iniş çıkışlarını, bir tür özgünlükle canlandırdığına kuşku yok. Onu gürültülü bir disko sahnesinde hayatları kesiştiği andan itibaren yörüngesine alan Georgio da Vincent Cassel’in doğal karizması sayesinde seyirciyi perdeye çeken bir enerjiye kavuşuyor. Ancak her iki başkarakterin çekiciliği, filmin gitgide yerin altına doğru inen bir sarmala dönüşen hikayesini yeterince ilgi çekici ve anlaşılır kılmaya yetmiyor. Akılla anlaşılması zor bu sarmalın içine çekilen seyircinin karakterlerle duygusal özdeşlik kurması da zorlaşıyor.
Filmin geri-dönüşlerle devam eden yapısının merkezinde geçmişe paralel akan bir şimdiki zaman var. Hikaye bir rehabilitasyon merkezinde geçiyor. Basit olmasına basit ama yeterince işlevli ve temiz bir metafor bu. Bir kayak kazasından sonra iyileşmeye çalışan Tony’nin burada hem Georgio uğruna çoktandır unutmuş olduğu kendisiyle, hem de kendinden yaşça küçük ve çoğu Arap asıllı olan gençlerle kurduğu bağın da sağaltıcı bir yönü var. Bu sahneler, filmin bütünü gibi çok fazla tekrar içerse de, estetik üzerinde rahatlatıcı bir etki bırakıyor.
Her şey basit bir şablona bağlı kalıyor, bunun da en başta kendince bir çekiciliği var. Tony bir evlilikten çıkmış kalbi ve egosu yaralı bir kadın. Avukat, yani aklı başında. Alt orta sınıftan geldiği anlaşılıyor. Sevgi dolu bir aileye, belli bir mizah duygusu ve eğlence merakına da sahip. Georgio ise aşırılıkları seviyor, girdiği her ortamda sahne almaya çalışıyor. Bir restoranı ve gösterişli bir evi, koca bir langırt masası ve filmlerden çıkma bir sürü numarası var. Yumurtayı trüfle pişirmeyi seviyor ve diskodan kahvaltıya bağlanan bir gecenin sabahında “Telefonumu ister misin?” diye sorduğu Tony’ye telefon numarasını değil cep telefonunu fırlatıp uzaklaşıyor. Ne kadar narsist olduğu en başından belli; Tony bunu gördüğünde iş işten geçmiş oluyor.
Sonrasında Georgio’nun önce deli bir aşk ve tatlılıklarla Tony’nin ayağını yerden kesmesini, sonra da defalarca hayal kırıklığına uğratmasını izliyoruz. Georgio öyle buyurduğu için hemen evlenip çocuk yapıyorlar. Ancak Tony’nin hamileliği sona ermeden Georgio’nun karanlık tarafı ortaya serilmeye başlıyor. Uyuşturucu bağımlısı bir süper model olan eski sevgilisi yakalarından düşmüyor, Georgio’nun sorumsuzlukları (biraz anlaşılmaz bir olay örgüsü içinde) karnı burnunda kadının icra memurlarını kapısında bulmasına neden oluyor. Derken filmin tamamı kendisine zarar veren ilişkisinden yıllar boyunca yakınıp kurtulmayı da bir türlü akıl edemeyen bir arkadaşınızla buluştuğunuz o sıkıntılı saatlerin içinde bir yerde sabitlenip kalıyor.
Evet, kimi klişeler bir yana bırakılırsa, hem Georgio, hem de ona hayatına bahşedilen bir peygamber gibi tapan Tony, hayatın içinde karşımıza çıkabilecek gerçek karakterler. Ama hayır, bu durum hikayeyi sahici, inandırıcı ve hepsinden önemlisi merak uyandırıcı kılmaya yetmiyor. Zira yönetmen bir türlü yüzeyin altında bir yerlere işaret etmeye başlamadan olaylar akıp gidiyor. Sanki bu hikayeden bizim çıkaracağımız tek fikir, “Bazı insanlar ne kadar da dengesiz...” gibi bir şey. Prensim iyi bir yönetmenin ve iyi oyuncuların kurtaramadığı kötü fikirlerden. Sanki başkarakteri gibi biraz narsist. Bir de, küçük bir doz da olsa feminizme ihtiyaç duyuyor.