08 OCAK, CUMA, 2021

“İnsan Hayatı Boyunca Kendi Eksikliğinin Peşinden Koşar”

ÇoğunlukRüzgârda Salınan Nilüfer ve Masum gibi başarılı projelerin ardından ilk podcast dizisi Denge’m ile dinleyicilerle buluşan Seren Yüce ile yeni projesi, projenin hazırlık süreci ve dizideki temel meseleler üzerine konuştuk.

“İnsan Hayatı Boyunca Kendi Eksikliğinin Peşinden Koşar”

Seren Yüce’nin senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği  yedi bölümden oluşan mini dizi Denge’m, Podbee Media’nın ikinci podcast dizisi olarak dinleyicilere sunuldu. Dizinin seslendiren başrol oyuncuları arasında Osman Sonant, Yasemin Çonka, Tülay Günal, Esme Madra, Tülin Özen ve Cem Zeynel Kılıç bulunuyor. Denge’m podcast dizisini Spotify, Apple Podcast, Google Podcasts, Deezer platformlarından veya direkt web tarayıcınız üzerinden buradan dinleyebilirsiniz. 

Çoğunluk ve Rüzgârda Salınan Nilüfer gibi başarılı filmlerin ardından Türkiye’nin ilk dijital dizisi Masum’un yönetmenliğini de siz üstlendiniz. Şimdi ise bir podcast dizisiyle dinleyicilerin karşısındasınız. Bu anlamda dijital dünyayla oldukça iç içe olduğunuz söylenebilir. Peki, dijital dünya size ne vadediyor ve kendinizi bunca farklı alanda ifade etmek nasıl bir duygu?

Sinema filmleri hâlâ kendi özerk alanlarında duruyor. Orada anlatılmaya niyetlenen dertler, takip edilmeye çalışılan duygular daha rafine ve biricik. Dijital platformlardaki diziler de birtakım verilere göre üretiliyorlar. Bu platformlar da kendi ana akımlarını yaratıyor. İçeriklerin çoğalması evet, bir anlatıyı çeşitlendiren ve özgürleştiren bir alan yaratıyor, ama bunların yine belli bir izlenilebilirlik, kendi içerisinde belirli bir süreklilik barındırması da gerekiyor. Yani her hâlükârda yine kolay tüketilebilir olmaları gerekiyor. Teknolojinin dönüşümüyle medyumlar da değişiyor. Bu dönüşümlerdeki en heyecan verici yan ise son noktası konmuş bir senaryoyla çekime başlayabilmek. Fakat podcastler şimdilik bu yapının dışarısında duruyor. Çünkü hitap ettiği organ kulak, göz değil. Bence bir yenilik varsa bu daha doğru bir yenilik. Tabii bunu radyo tiyatrosu dinleme alışkanlığının neredeyse tamamen unutulduğu varsayımından yola çıkarak söylüyorum. Podcast dramasını tamamen diyalog ve mekân sesleri ile; hikâye el verdiği müddetçe sonsuz bir ses dünyası ile kurgulamak gerekiyor. Ses üzerinden bir anlatım dili kurulması lazım. İmajın artık neredeyse kendisini tükettiği bir dönemde bu oldukça ufuk açıcı bir alan.

Çeşitli senaryo ve yönetmenlik çalışmalarınızın ardından Denge’m ile birlikte ilk kez kurmaca bir podcast projesinin içerisindesiniz. Peki sizi bu podcast dizisini hazırlamaya iten ne oldu ve bir filme hayat vermekle bir podcast dizisine hayat vermek arasında ne tür bir ilişki görüyorsunuz?

Podcast’i aklıma getiren Batı dünyasındaki örneklerini fark etmem oldu. Sonrasında hâlihazırda Murat Gülsoy’un kitabıyla ilgili bir şey yapma fikrim vardı. Biraz da bu kitaptaki fikirle ilgili bir şeyler denemek istiyordum. Sonra Tülin (Özen) ile konuşurken bana, “Podcast yapalım,” dedi. Ben de daha sonra bir şekilde bu projeyi, kitaptan esinlenilen bu fikri, podcast olarak yazmaya başladım. Böylelikle bir başlangıç yapmış olduk. İkisine, yani bir sinema filmine hayat vermekle bir podcast’e hayat vermek arasındaki benzerlik yapılan şeyin yine bir hikâye anlatımı olması. Bu anlamda tüm drama ve tiyatrolarda da olduğu gibi çalışmaya bir hikâye anlatmak için başlanıyor. Yine yaşayan karakterler ve onların dünyaları var. Podcast’in farkı bir stüdyoda oyuncular, bir sesçi ve yönetmenden oluşuyor olması. Görüntünün çıkmış olduğu soyut alan çok geniş bir hareket alanı sağlıyor. 

Denge’m’i hem yazıyor hem de yönetiyorsunuz. Kişinin yazdığı bir şeyi yönetmesi oldukça ilginç bir deneyim olmalı, özellikle de sese dayalı bir yapımda. Peki Denge’m’in yazım ve kurgu süreci nasıl gelişti? Yazılı metni ses odasında kurgularken herhangi bir değişiklik oldu mu?

Kurgu da tabii ki benim için de ekip için de bir denemeydi. Herkesin ilk defa tecrübe ettiği bir şeydi. Daha doğrusu kendi adıma söyleyeyim, sesçi Metin Bozkurt ve benim için, bir yönetmen ve bir sesçi için ilk defa tecrübe edilen bir şeydi. Katman katman ilerleyen bir süreçti, çünkü ilk başta diyalogları montajladık, ardından diyalogların üzerine sesleri, ambiyansları döşemeye başlayınca konuşmaların rengi farklılaştı. Onları bir kere daha düzeltmek gerekti, ondan sonra sesleri çoğalttıkça, daha doğrusu sesler yaşamaya başladıkça farklı aşamalar meydana geldi. Aslında yapılabilecek sonsuz sayıda şey var ve zamansal olarak bir noktada bir karar verip, “Evet buraya kadarmış,” demen gerekiyor. Ama ses dünyası şimdilik hepimiz için daha soyut bir alan olduğu için çok geniş bir hareket alanı var. O yüzden bu zaman dilimini gayet güzel bir süreç olarak tarif edebilirim. Montaj aşamasını da. Bir de bu süreçte bulduğun seslerin bazılarını manipüle ederek de koyabilirsin. Seslerin üzerine başka sesler, diyalogların üzerine başka efektler bindirebilme şansın var. Oralarda da yapılabilecek çok şey var ve bunlar kendi içerisinde güzel bir matematik de yaratıyor. O yüzden öğretici bir süreç olduğunu söyleyebilirim.

​Yazım sürecinde, başlangıçta bir bütünü tasarlamış olarak değil de “Bakalım iş diyaloglarla nasıl ilerleyecek,” sorusuyla başladım. Bu süreçte bir sürü şeyi diyaloglar üzerinden anlatmak ve diyaloglarda da çok fazla didaktik olmamak gerekiyordu. Bu durum kendi kendisine yeni bir dil yarattı ve ben de onu takip ederek, bu durumu geliştirerek ilerledim. Bu, bir süre sonra ise kendi kendini sürükleyen bir hâle dönüştü. 

Dizi, aslında kendi içerisinde birçok güncel sorunu da gündeme getiriyor, bu anlamda içinde yaşadığımız sürecin izlerini sürmek de mümkün. Peki dizinin kendi şartları içerisinde bu güncellik ve distopik dünya arasındaki dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? 

Tabii ki bir distopya gibi kurgulanmış olmasına rağmen bu, günlük hayatın içerisinden çıkan bir hikâye. O yüzden podcast’in distopyayla olan ilişkisini günlük hayat üzerinden de ele alabiliriz. Yaşadığımız dönemi de bir distopya gibi görmek bu durumda önemli belki. Bugün içerisinde yaşadığımız kurgu da distopik bir kurgu olabilir. Belki böyle bir noktada birleşiyorlar.

​Hâzım’ın yaşadığı süreç aslında kendisiyle yaşadığı bir durum. İşin içine teknolojik bir aygıt girmesine rağmen aslında kendisiyle yüzleşmesini sağlıyor. Bu anlamda Hâzım’ın gerçekliği açısından işin gündelik kısmı, “şimdi” içerisinde yaşanan kısmı daha önemli. 

Denge’m’in oyuncu kadrosunda Osman Sonant, Yasemin Çonka, Tülay Günal, Esme Madra, Tülin Özen ve Cem Zeynel Kılıç gibi isimler yer alıyor. Bu kadro nasıl ortaya çıktı ve ekip nasıl oluştu?

Bu kadro aslında film de yapacak olsak ilk aklımıza gelecek isimler. Tanışıklığımız da olan, oyunculuklarına güvendiğimiz kişiler. Böyle bir şeyi denemek için de rahatlıkla iletişim kurabileceğimiz isimlere ihtiyacımız vardı.

"Aten”, Hâzım’ın beynine yerleştirilen salt bir çip olmanın ötesinde, ortaya koyduğu zihinsel varlıkla da ortaya farklı bir yapı çıkarıyor. Peki, “Aten” nasıl doğdu ve onu Hâzım için bu kadar önemli yapan nedir?

Bilinç akışımızı doğumdan itibaren çeşitli uyaranların müdahalesi ve kendi bedensel yapılarımız belirliyor. Sahip olduğumuz birtakım düşünceler bu etkenlerle baskılanıyor. Zihin bunlarla şekilleniyor ve eylemlerimiz bunların sonucu gerçekleşmiş oluyor. Aten de bu verilere ulaşabilen, bunları tekrardan su yüzüne çıkarabilen bir aygıt olarak tasarlanmış-mış. Böylelikle Aten, benliğini Hâzım’ın kendisini bastıran tarafı olarak var ediyor.

Aslında dizideki bir başka önemli mesele, Hâzım’ın kendisini Aten’e teslim etme süreci. Dizinin 7. bölümünde Aten, Hazım’ın tamamen kendisine âşık olduğunu söyler. Peki, bu noktada Spike Jonze tarafından yazılıp yönetilen Her’ünden yola çıkarak insanın bir bilinmeze, aslında kendi yansımasına âşık olması nasıl bir duygu? 

İnsan hayatı boyunca kendi eksikliğinin peşinden koşar. Bu ihtiyacı karşılamak üzere etrafındaki insanlar belirlenmiş olur. Kastettiğiniz bilinmez, bana göre kendini bütünleyemediği yerdedir. Hazım’ın Aten’e olan bağlılığını bunu bulma ihtimali üzerinden düşünmek gerekir diye düşünüyorum. 

Peki, bu noktada diziye yön veren kişi olarak, teknoloji ile insan arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Teknoloji insan evriminin bir uzantısı. Teknoloji ile beraber düşünce yapılarımız da değişiyor. Bunu tam olarak üst üste koyarak söylemiyorum. İnsan henüz hâlâ biyolojik bir varlık. Ama teknolojinin duygularımız üzerinde bir etkisi var muhakkak. Teknoloji şu aşamada hayatımızı kolaylaştırdığı kadar özgürlük alanlarımızı elimizden alan, yer yer birçok hayatı felce uğratan, hatta yok eden de bir olgu. Ama içinde olduğumuz ekolojik yıkım insanın teknolojiyi nasıl kullanacağını tam olarak anlamamış olduğunu da gösteriyor.

Peki Hâzım tüm bu zorlukların üstesinden nasıl gelebilir? Kişi, kendisiyle mücadelesini kazanabilir mi?

Kişi kendini kabul ettiği sürece kendiyle mücadelesinde bir ilerleme kaydedebilir. 

Son bölümde öğreniriz ki Aten, bir süre sonra Hazım’ın beynindeki kontrol alanını daha da genişletir ve onun konuşma yetisine de ortak olur. Peki, Hazım ile Aten arasında giderek bulanıklaşan bu sınır, nihayetinde insanı kendi bedeninden ve doğadan da tamamen uzaklaşması anlamına gelmez mi?

İnsan şu hâliyle de bedeninden ve doğadan kopmuş vaziyette. Bu süreç sonuçta görünüşe göre daha da ileri aşamalara gidecektir. Ancak bu gidişat içerisinde, bu ekolojik yıkımdan dolayı doğanın kendisini onarması durumunda insan türü de arada kaynayacak gibi geliyor bana.

Aslında sormak istediğim bir başka mesele, dizinin başlığıyla ilgili: “Denge’m”. Gerek Hâzım ile Aten gerekse insan ve teknoloji arasında herhangi bir denge kurulabilir mi?

Denge herhâlde burada kendi içerisindeki savrulmalara karşı kullanılan bir kelime olmuş oldu. Bu da elbette teknolojiden bekleniyor. Sanırım hepsi bundan ibaret.

Peki Seren Yüce, Denge’m’den sonra yoluna nasıl devam edecek?

Akış nereye sürüklerse oraya doğru gidecek sanırım, şimdiden kestirmek zor.

0
16357
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage