Ali Baba ve 7 Cüceler’i henüz izlememiş olanlara siz filmi nasıl anlatırsınız?
Film, Türk’ün Avrupa ile imtihanını eğlenceli bir hikayeyle anlatıyor. Malum bizde Avrupalı’ya karşı hayranlık ve bunun verdiği az da olsa bir kompleks vardır. Bizim hikayemizde de basit bir atölyede park ve bahçeler için küçük süs cücesi satan bir adam ve kayınbiraderinin Avrupa’ya açılma macerasını konu ediliyor. Avrupa dememe bakmayın tabii, açılabildikleri en uzak nokta Sofya. Başlarda sıradan görünen bu öykü, işin içine Rus, Bulgar mafyasının hatta Interpol’ün girdiği ve kahramanların başına olmadık işlerin geldiği bir olay örgüsüne dönüşüyor. Ben de bu karmaşa içinde Sovyet döneminden ormanda unutulmuş ve Sovyetler Birliği’nin dağıldığından haberi olmayan bir askeri canlandırıyorum. Anlayacağınız içinde birçok rengi barındıran ve aslında fantastik bir film.
Filmin hazırlıkları ve çekimi ne kadar zaman aldı?
“Film aceleye gelmiş” gibi yorumlar okudum ve çok güldüm. Asla böyle bir durum söz konusu değil. Cem’in çalışma yönteminde sürprizlere, kervan yolda düzülür mantığına yer yoktur. Hangi sahnenin nerede çekileceğine, çekim başlamadan yerinde görerek karar veriliyor. Hatta dekupajı bile belli oluyor. Böyle bir titizlikle filmin hazırlık aşaması bir yıl kadar sürdü. Filmin başındaki bir sahne dışında hepsi Bulgaristan’da çekildi, yaklaşık iki ay çalıştık. Sonrasında İstanbul’a döndük, post prodüksiyon aşaması derken vizyonda gördük filmi.
Siz de ilk kez vizyona girdiğinde mi gördünüz filmi?
Aslında hayır. Kaba kurgusundan seyircinin karşısına çıkmaya hazır versiyonuna kadar defalarca izledik. Sinemada artık eskisi gibi olanaksızlıklar yok. Çektiğin her şeyi anında izleyebiliyor hatta setteyken kabaca bir montajını bile yapabiliyorsun.
Neredeyse filmin tamamını Bulgaristan’da çekmek ekibi zorladı mı? Çekimler nasıl geçti?
Aksine işimiz çok kolaylaştı. Sofya 1.8 milyon nüfuslu bir şehir ama İstanbul’un 10 katı yeşil alana sahip. Ben hiç bu kadar boş, yemyeşil bir arazi görmedim. Haliyle etrafta da ne ses ne de görüntü kalabalığı var. Üstelik kentin göbeğinde çekim yaparken bile kimse gelip rahatsız etmiyor. Çekim alanını şeritle çevirmeniz yeterli, merak edip yaklaşmıyorlar bile. Hatta bizimle aynı zamanlarda bir de Hint filmi çekiliyordu, onlar da çok rahat çalıştılar.
O ekiple bir etkileşiminiz oldu mu?
Meslektaş olduğumuz için gidip tanıştık. Hint sinemasının en meşhur jön ve jönfisinin rol aldığı bir film çekiyorlardı. En çok dikkatimi çeken, kadın oyuncunun kostüm karavanıydı. En az dört oyuncuyu giydirecek kadar kostümü vardı herhalde.
Cem Yılmaz filmlerinin daimi ismi olarak anılıyorsunuz artık. Bu kadar uzun süre birlikte olmak, çalışmanıza nasıl yansıyor?
Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki Cem Yılmaz’ın filmleri gerçekten hem teknik hem ekip anlamında ne baktığımda inkar edilemez bir kaliteye sahip. Bir yaptığı film diğerine benzemiyor. Cem kendi inandığı yolda ilerliyor ve onun filmlerini anlamak için iyi bir sinema seyircisi olmak lazım. Bir de onun filmlerinde, şu defalarca izleyip haz aldığımız filmlerin tadı vardır. Mesela ben Charlie Chaplin’in filmlerini izlerken de aynı şeyi hissederim. Çünkü derinliği olan bir komedi anlayışı var. Peter Sellers’ın Party filmi de öyle. Cem’in filmlerinin arşivlik değeri olduğunu, Köhl’de A.R.O.G’un galasını yaparken bir kez daha anladım. Almanlar Türk sinemasının, ABD sinema teknolojisini yakalamasına çok şaşırdılar. Oradaki sinema salonun olanaklarıyla izleyince yaptığımız işin başarısına biz bile şaşırdık (gülüyor).
Sorunuza dönecek olursam, genellikle Cem’in filmlerinde benzer kadrolar yer alıyor. Haliyle birbirimizin göz bebeğine bakınca bile ne söylemek istediğimizi anlıyoruz, birbirimize “Burası olmadı” diyebilme rahatlığımız var. Karşılıklı anlayış olduğu için de iş tıkır tıkır işliyor. Bazen sette doğaçlamalar da oluyor tabii. Ağzımızdan çıkan bir kelime, jest ya da mimik, o sahneyi daha iyi hale getiriyorsa kullanılıyor. Birlikte çalışırken eğleniyoruz ama şunun altını çizmek lazım. Çalışırken değil, çalışma alanı içinde birlikteyken eğleniyoruz.
Son dönemde rol aldığınız filmlerin fantastik öyküleri ve karakterleri var. Senaryoyu okurken neye göre karar verirsiniz?
Bir sinema filmine şöyle bakarım: Ortalama iki saatlik bir zaman ayırıyorsunuz, eğer film baştan itibaren sizi kendi içine alıyorsa o iyi bir filmdir. Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi üç buçuk saate yakındı ama emin olun hiç sıkılmadım. Sanki bir romanı görüntülü olarak okuyormuşum tadı verdi bana. Ben de oynayacağım bir senaryodaki temanın gerçeklikle bağlantısına değil, bütününün beni nereye çektiğine ve diğer rollere bakıyorum. Metni okurken tüm rolleri kendim oynuyormuş gibi hayal ediyorum. Zaten insan önce zihninde oynuyor ya da çekiyor, sonra perdeye yansıtıyor. Alfred Hitchcock’a filmlerini çekerken zorlanıp zorlanmadığını sormuşlar. “Bir sinema filmini senaryosunu bitince kendi hayallimde zaten çekip izliyorum. Ondan sonraki süreç çok sıkıcı. Benim hayalimi görebilesiniz diye aylarca çalışıyorum” demiş. Bizim için de işin en zor aşaması, sette başlayıp son sahne çekilene kadarki süreç. Güzel olan tarafıysa ilk plan çekilirken yaşanan heyecan.
Hep “Cem Yılmaz filmi” diyoruz ama kimi filmlerde yönetmenler değişiyor. Bu değişiklik kadroya nasıl yansıyor?
Cem’in filmini yönetenler, onunla aynı vizyona sahip isimler olduğu için bir farklılık hissetmiyoruz. Mesela Yahşi Batı’yı yöneten Ömer Faruk Sorak, birbirimizin nasıl çalıştığını bildiğimiz bir arkadaşımız. A.R.O.G’u da Ali Taner Baltacı ile birlikte çekti Cem. Onlar zaten filmin senaryosundan çekime kadar sürekli birlikte olduklarından, yazan insanın da ne istediğine vakıf oluyorlar. Yazdıktan sonra kime yönettirsek durumu olmuyor. Zaten şahsi fikrim, eğer bir senaristin teknik becerisi varsa filmi yönetmesinin daha iyi olacağı yönünde. Çünkü senarist, yazarken sahneleri hayalinde canlandırıyor. Sonra bir yönetmene emanet ediyor. Belki yönetmen o hayaldeki gibi çekmiyor ama senarist de meslek terbiyesi gereği bir söyleyemiyor.
Tiyatroda da aynı şeyi düşünüyor musunuz?
Hayır çünkü tiyatroda özellikle yerli yazarlar oyunlarına kıyamıyorlar. Oysa onun yazdığı gibi oynamaya kalksanız, oyun üç saati bulur. Artık günümüzün dünyasında insanlar, oyun arası dahil iki saatten fazlasına dayanamıyorlar. İdeal olanı bir saat kadar oynayıp ara vermek. Yerli yazarların oyunlarını pek kolay teslim etmediklerini görüyorum. Bana göre okuma provası ve ilk akıştan sonra prömiyere kadar dahil olmamaları daha sağlıklı. Diğer türlü yönetmen ya da oyuncuyla ters düşülüyor, tartışma çıkıyor. Devlet Tiyatroları’nda beş yıl idarecilik de yaptığım için çok tanık oldum bu duruma.
Gerek tiyatroda gerekse sinemada birçok filmde rol aldınız ama özellikle genç kuşaktaki hayranlarınız için Yahşi Batı’nın ayrı bir yeri var. Sizin için de öyle mi?
Ben hepsini evladım gibi seviyorum (gülüyor). Bir oyuncunun herhangi bir filmde başarılı olabilmesi için her şeyden önce iyi bir senaryo olması lazım. Dünyanın en büyük oyuncularını kötü bir senaryoda oynatırsanız, hayal kırıklığı yaratabilir. Yahşi Batı’daki hikayemiz aslında Afyon’da A.R.O.G. filmini çekerken şekillenmeye başlamıştı. Kendi aramızda Orta Anadolu lehçesiyle konuşan bir kovboy kasabası olsa, nasıl olurdu diye düşünüyorduk. İlk fikir tüm kasabanın bu lehçeyle konuşması üzerineydi ama bir yandan da riskliydi. Çünkü her oyuncunun şiveyi hakkıyla yapması beklenemez. Arada bir tanesi bile yapay dursa işin hakkını vermemiş olurduk. Şerif için de Ali Şen’in uyanık köylü muhtar tiplemesini rol model aldık. Senaryo da güzel olunca insanların hoşuna gitti. Yahşi Batı’ya kadar birçok sinema filmim oldu ama genç kuşak daha ziyade bu filmle anıyor.
En son geçen yıl Devlet Tiyatroları’nda Vahşet Tanrısı’nı oynadınız. Bu yıl devam etmeyecek mi?
Ekibimizden Zerrin Tekindor emekli olunca oyunu kaldırmak zorunda kaldık. Aksi halde, en az 350 kez oynanmış ve oturmuş bir oyuna dışarıdan yeni bir oyuncunun dahil olup alışması, çok zaman alacaktı. Devlet Tiyatroları’nda oyuncu olarak varlığım devam ediyor ama yeni bir oyunda oynamak istiyorum tabii. Çünkü tiyatroda oynamak başka bir tat. Bir filmi iki ayda çekerken tiyatroyu iki saatte oynuyorsunuz. Tiyatro uzun bir maraton, özellikle ilk çalışma dönemlerinde cefası çoktur. Hele de zor bir oyunsa… Prova dönemi ayrı, oyun dönemi ayrı yorucudur. Bu da demek oluyor ki bir sporcu gibi kendinize bakmalısınız.
Tiyatroda yönetmenlik yaptınız. Hatta yıllar önce Devlet Tiyatroları’nda oynadığınız Babaannem 100 Yaşında oyununu, Tiyatro Adam için yönettiniz.
Benim bayıldığım bir metindir Babaannem 100 Yaşında. Oyunda her ne kadar her şeyi yiyip bitiren bir babaanne figürü olsa da yazar aslında Arjantin’deki cunta rejimini betimler. Aile bireyleri de bu faşizm çarkının altında ezilenler olarak karşımıza çıkıyor. Roberto Cossa’nın bu oyunu zamanında Arjantin’de sakıncalı görülüp yasaklanmış. Sonradan dünya sinema sayesinde tanıdı oyunu. Tiyatro Adam ile de bu oyunda uzlaştık, çok da güzel oynadılar. Bu tür derinliği olan projelerde yer almak beni çok mutlu ediyor.
Kendi tiyatronuzu kurmayı düşündünüz mü hiç?
Bir tiyatro kurmak, dizi ya da sinema yapmaktan çok daha zor bir iş. Hele de ödenekli tiyatroların bile sahnesizlik sıkıntısı yaşadığı bir dönemde… Düşünsenize İstanbul gibi bir metropolde Devlet Tiyatroları’nın AKM, Oda Tiyatrosu, Aziz Nesin Sahnesi gibi çok önemli sahneleri bile artık yok. Özel tiyatroların sorunu çok daha fazla. Onların çarkını döndürebilmesi için bana kalırsa devletin onlardan hiç vergi almaması lazım. Tiyatrolar artık apartman katlarına taşındı,çocuklar buralarda 40 kişiye oyun oynuyorlar. Ne yasınlar, yer yok. Yurt dışında en çok buna özeniyorum. Mesela Sofya’da dört tane tiyatro binası vardı, İstanbul’da bir tane bile yok onun gibi. Bu gerçekten başka bir kültür. Kültüre de yatırım yapmak uzun vadeli bir iş. Bu yatırımın dönüşünü almak belki 20 yıl alır. Dolayısıyla bu konuda devlete büyük işler düşüyor. Ödenekli ya da ödeneksiz sanat yapan kurumlara maddi bir rahatlık sağlaması, desteklemesi ve hepsinden önemlisi sahnesizlik sorununu çözmesi lazım.