“Sonuçta popüler bir oyuncu, kesin gecikir” diye düşündüğümden Caddebostan sahilinde çok da acele etmeden yürüyordum. Saat 09:15’ti ve Onur Saylak ile planladığımız buluşma saatine 15 dakika daha vardı. Derken telefonum çaldı; telefonun diğer ucundaki Onur Saylak’tı ve nerede olduğumu soruyordu. Buluşma yerine benden önce varmıştı. “Ya ben bu kadar dakik olacağınızı tahmin etmedim, o yüzden…” diye gevelerken, bir taraftan da hızlıca buluşma yerine doğru koşmaya başladım.
Onur Saylak, Çiftehavuzlar’da gayet sakin bir hayat sürüyor. Kendisiyle nefes nefese kalmışken buluştuğumda etrafta oturup konuşulacak çok az yer olduğu için biraz endişeliydim. Ama Saylak’ın “Şu arada hoş bir kafe var, oraya gidelim,” demesiyle endişelerim de sona erdi. Fotoğrafçımız Eray’ın da bize katılmasıyla Minik’s Kitchen’a oturduk ve Onur Saylak ile hem ufak bir kahvaltı hem de şahane bir sohbete başladık. Röportajı tamamladığımızda ise soğuk havadan darbe yesem de harika bir insanla tanışmanın mutluluğunu yaşıyordum.
Rüzgârın Hatıraları Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden üç ödülle döndü. Bunlardan birisi de uluslararası izleyici ödülüydü. Hem festival seyircisinden hem de genel olarak izleyicilerden nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Gayet iyi tepkiler geliyor filmimize. Rüzgârın Hatıraları, üzerine çok düşünülmüş, çok çalışılmış bir proje. Yaklaşık dört yıldır üzerinde uğraştığımız bir iş. Daha senaryo aşamasındayken Cannes, Rotterdam gibi festivallerde dereceye girmiştik. Daha sonra çekim aşamasına geldik, o da iki buçuk ay sürdü. Sonrasında ise bir yıl bekledik (Gülüyor).
Film, ilk olarak Antalya’da izleyiciyle buluştuğu için çok heyecanlıydık tabii. Nasıl tepkiler gelecek diye biz de merak ediyorduk ama tepkiler bizi çok sevindirdi. Uluslararası seyirci ödülünü de alınca ekip olarak çok sevindik ve rahatladık.
Kısa filminiz Orman da festivalde seyirciyle buluşmuştu. Orman’a gelen tepkiler nasıldı peki? Kamera arkasında olmaya devam etmek için teşvik etti mi sizi?
Aslında biz kısa filmi çektiğimiz ekiple uzun metrajlı bir projeye hazırlanıyoruz. Ama ona hazırlanırken de küçük bir denemesini yapalım dedik. Ne ben ne de yönetmen arkadaşım Doğu Akal daha önce hiç yönetmenlik yapmamıştık. O yüzden de bir nevi tecrübe kazanmak için bu projeye başladık ve Hakan Günday ile birlikte bir kısa film senaryosu geliştirdik. Daha sonra da yaratıcı gücü çok kuvvetli ve deneyimli bir ekiple filmi çektik.
Tepkiler çok iyiydi. Orman, yaklaşık 20 festivali dolaştı. Ve bu festivallerin bazılarından ödüllerle döndük. Bu da bizi daha fazla teşvik etti. Ama mesele sadece ödül almak değil. Çünkü ben festivalleri şöyle okumak istiyorum: Birbirimizle yarıştığımız değil, bir paylaşıma girdiğimiz, zihin açıcı buluşma yerleri. Bu ortamların sağlanabilmesi çok önemli diye düşünüyorum. Orman, bu geri dönüşüm açısından benim için çok iyi bir deneyimdi. Birçok sinema yazarı ve yönetmenle konuşma şansım oldu ve oralarda yaptığım fikir alışverişleri uzun metrajlı bir filme hazırlanırken benim için çok değerli birer tecrübeye dönüştü.
Peki Rüzgarın Hatıraları’nı izlemek için salona gidecek seyirciyi nasıl bir film bekliyor? Herkes filme farklı bir noktadan yaklaşıp değerlendiriyor ama projenin en başından beri içinde olan biri olarak, size göre neyi anlatıyor film?
O kadar çok katman var ki filmde, her izleyicinin filmin ne anlattığıyla ilgili farklı bir fikri olabilir. Ama kabaca özetlemem gerekirse; filmimiz Aram’ın geçmişte yaşadığı olaylardan dolayı annesini hatırlayamaması, 1940’lardaki varlık vergisi sebebiyle yaşadığı şehirden kaçmak zorunda kalması ve bir dağ köyünde iki kayıp ruh ile birlikte sıkışıp kalmasını anlatıyor. Ama dediğim gibi, filmde birçok katman var; sürgünlük, yüzleşme ve muhteşem bir aşk var. O yüzden izleyicilerin çok farklı noktalardan filmi yakalayıp, değerlendirmesi mümkün.
Aram, bir sıkışmışlık içinde geçmişine sığınan bir karakter. Ve aslında hatırlamaya çalışıyor. Bizimki gibi bütünüyle unutmak ve yüzleşmemek üzerine kurulu bir toplumda Aram tam tersine her şeyle yüzleşmeyi ve hatırlamayı seçiyor. Sadece bu tavrıyla bile Aram muhalif bir karakter gibi geliyor bana. Bir tür ruh hali olarak muhalif yani.
Evet evet. Şöyle bir şey, mesela yaşadığın günü düşün. Bence şu an insanlığın en büyük problemi dünü unutması. O kadar hızlı geçtiğini iddia ediyoruz ve o kadar karmaşık hale getirmişiz ki hayatı, o yüzden dünü unutuyoruz. Unutmak, her zaman için çok kolay. Unutmak, aklını ve vicdanını kullanmadan hareket edebileceğin bir alan yaratıyor sana. Hep ileriye bakıyorsun ve sadece kendinle ilgilendiğin için her gün daha iyi ve mutlu olduğunu sanıyorsun. Çünkü hiçbir şey düşünmüyorsun.
Aram’ın durumu ise şöyle bir şey; 1915’te yaşadığı o büyük hezeyandan sonra, annesini bir türlü hatırlayamıyor. Ve bütün film boyunca annesinin yüzünü, daha doğrusu annesinin yüzünü gördüğü anı hatırlamaya çalışıyor. Bence çok güzel bir dramaturjisi var bu anlamda Aram’ın. Ve sürekli geçmişiyle yüzleşiyor. Biz zaten insanlık olarak bu yüzleşmeleri akıl ve vicdanı birleştirerek yapabilsek her şey çok daha kolay olacak. Bence hayat bu kadar karmaşık değil, insan karmaşıklaştırıyor. Doğuyorsun, yaşıyorsun, ürüyorsun ve ölüyorsun. Ve bu süreler o kadar kısa ki…
Ama siz bu durumu biraz da baba olduktan sonra anladınız değil mi?
Elbette (Gülüyor). Şöyle söyleyeyim, baba olmadan önce günler o kadar uzundu ki, geçmiyordu. Çok basit bir örnek var, hep söylüyorum bunu: 20’li yaşlarımdayken, 30 hiç gelmeyecek gibi geliyordu. Dünya çok küçük ve çok zaman var gibi geliyordu. Ama baba olduktan sonra tam tersine, zaman ne kadar hızlı geçiyor diye düşünmeye başladım. O, birçok atasözünün çok doğru olduğunu fark ettim.
Yeniden Rüzgarın Hatıraları’na dönecek olursak, filmde Özcan Alper’in de çok sevdiğini bildiğimiz, Theo Angelopoulos’un görüntü yönetmeni Andreas Sinanos ile çalıştınız. Onunla aynı sette olmak, onun karelerinde yer almak size neler hissettirdi?
Andreas, olağanüstü bir büyücü! O kadar tecrübesine ve yaşına rağmen sinemaya bu kadar aşık, bu kadar disiplinli, bu kadar çalışkan ve bu kadar öngörülü bir insanla çalışmaktan/tanışmaktan büyük keyif aldım. Aynı zamanda çok iyi bir entelektüel. Sahneleri sadece kadraj olarak görmüyor. Oyuncuyla hemen fikirlerini paylaşabiliyor. Şöyle bir lafı vardı hiç unutmuyorum. Biz biraz acele ediyorduk çekimlerde. Şartlar kısıtlıydı çünkü. Andreas bize dedi ki: “Niye acele ediyorsunuz? Bu anlar bir kere yaşanır ve bu bir kere sonsuza kadar kalacak. Bunu değiştiremezseniz, o yüzden lütfen sakin olun.” Ve tüm ekip gerçekten de bir anda sakinleştik. Şimdi filmi izleyince Andreas’ın ne demek istediğini çok daha iyi anlıyorum, iyi ki tanışmışız diyorum.
Sonbahar’dan yedi yıl sonra tekrar Özcan Alper ile çalıştınız. Şimdi biraz daha deneyimli bir oyuncu olarak, o dönemle karşılaştırdığınızda, değişen ne oldu? Tecrübe, daha kolay çalışmanızı sağladı mı?
Sonbahar hem Özcan’ın hem de benim sinemadaki ilk deneyimimizdi. O ilk uzun metrajını çekiyordu ben de ilk başrolümü oynuyordum. O yüzden başka ve unutulmazdı. Şimdi tabii biraz daha tecrübeliyiz. Artık Özcan’la birbirimize baktığımızda bile, kaşından gözünden durumları anlayabiliyorsun. Bu, çalışırken sana bir özgürlük kazandırıyor. Çünkü, yönetmenin ne istediğini çok iyi biliyorsun. Öncesinde yaptığımız çalışmalarda da bu durum bize bir kolaylık sağladı ve ortaya çıkan sonuçtan da çok memnunuz. Özellikle Avrupa’dan filme çok iyi eleştiriler geldi. Almanya’da özellikle, Hamburg’daki gösterimden sonra aldığımız eleştiriler harikaydı ve bu durum bizi mutlu etmişti.
Hem Rüzgarın Hatıraları hem de kısa filminiz Orman benzer temaların etrafında dönen yapımlar. Orman’da Suriyeli bir mülteci, Ömer var. Aram da bir bakıma göçebe, bir sürgün. Bu yersiz yurtsuzlaşma durumu neden ilginizi çekiyor?
Çünkü çok gözümüzün önünde olan bir şey. Ve yine hepimizin gözünü çevirdiği, kapadığı bir olay. Ben şöyle bir şey iddia ediyorum, bilmiyorum belki de abartıyorum ama, yeniden bir kavimler göçü yaşanıyor. Şu an binlerce insan ölümü göze alarak botların içinde sıkış tepiş koca denizleri aşmaya çalışıyor.
Orman için çalışırken İzmir, Basmane’de mültecileri taşıyan simsarlarla konuşmuştuk. Orda bir sürü Suriyeli aileyle röportaj yaptık. Burada, Zeytinburnu’nda, küçük bir kampları vardı o zaman, oradaki insanlarla konuştuk. Bu, artık hiçbir şekilde göz ardı edilecek bir durum değil, dünyanın her yerinde yaşanan büyük bir travma. Ve o insanlarla ilgili ufak da olsa bir farkındalık yaratabilmek bile benim için çok önemli bir şey.
İlk uzun metraj filminizde de yine mülteci konusuna dokunan Hakan Günday’ın Daha kitabından yola çıkıyorsunuz. Gerçekten zor bir kitap. Bir uyarlama yapmayı mı düşünüyorsunuz yoksa kitap, film için size bir tür yol haritası mı olacak?
Mecralar çok ayrı. Roman ayrı bir şey, sinema ayrı bir şey. Bunların dilleri de ayrı. Bir romanı bütünüyle sinemaya aktarmak imkânsız bir şey. Biz de Hakan Günday ile birlikte -ki sağ olsun müthiş çalıştı- kitaptan sadece bir temayı alarak yepyeni bir yapı inşa ettik. Kitabı okuyanlar için de çok sürprizli olacak. Biz deniyoruz aslında. Bir iddia ile yola çıkmıyoruz. Bir şeye inanıyor ve üzerine çalışıyoruz. Ortaya neler çıkacağını hep birlikte göreceğiz.
Televizyona çalışırken ister istemez popüler dizilerde yer alıyorsunuz. Ama sinema tercihlerinizde biraz daha bağımsız yahut meselesi olan filmlerde yer almak gibi bir tavrınız var gibi geliyor bana. Sonbahar, Denizden Gelen, Mavi Dalga… Hepsi bir bakıma gişeye oynamayan, bağımsız filmler.
Sinemada skora oynamanın bir anlamı yok bence. Zaten dizilerde yüzün, bedenin fazlasıyla seyirciyle haşır neşir olup yıpranıyor. O yüzden de sinemada anlık popülerlik yerine uzun vadede kalıcı olabilecek projeleri tercih etmeye çalışıyorum. Mesela bak Sonbahar’ı hala konuşabiliyoruz. Ben eminim ki Rüzgarın Hatıraları’nı da beş yıl sonra konuşmaya devam edeceğiz. Bundan sonra da, bu umut ettiğim bir şey, bağımsız yönetmenler benimle çalışmak istedikçe ben de seve seve onlarla çalışacağım.
Ama ben sonuçta oyuncuyum, ben o karakterler değilim. Tiyatro kökenli olduğum için ben mesela komedi de oynamak isterim. Şimdi ilk kez bir dizide kötü bir adam geldi de “oh be” dedim (gülüyor). Çünkü dizilerde hep prototip bir rol üstüne yapışıyor. Ne yapsan hep aynı karakterleri canlandırmak durumunda kalıyorsun. Ben hep derdim “biraz da kötüyü oynayayım” diye. Neyse ki sonunda denk geldi.
Lafı açılmışken Hatırla Gönül’ü de biraz konuşalım isterseniz. Bugüne kadar hep benzer rolleri canlandırmaktansa daha farklı bir şeyler aramayı seçtiğinizi söylemiştiniz. Tekin bu anlamda arayışınıza epey uygun bir karakter sanırım. Dizilerde görmeye alışık olmadığımız cinsten kötücül ve karanlık tarafları ağır basan bir karakter. Onu canlandırmak tatmin ediyor mu sizi?
Elbette. Ben ilk kez böyle bir karakteri canlandırıyorum. Çok iyi yazılmış bir karakter Tekin. Bu tip karakterleri oynamak daha zor ama daha keyifli. Çünkü elinizde daha çok done var. Her insanın içinde barındırdığı o karanlık tarafı bütünüyle benimsemiş bir karakteri oynamak çok keyifli. Keşke bu tip karakterler daha çok yazılsa. Ama tabii burada şöyle bir tezat var: Tekin çok seviliyor. Çok enteresan, herkes onun tarafında olmak istiyor, onun yaptıklarını görmek istiyor. Bu da aslında ne kadar doğru bir karakter çalışması olduğunu gösteriyor. Çünkü, izleyici ekranda yapamadığını görüyor. Aslında içinde olan ama ortaya çıkaramadığı şeyi görüyor. Bir nevi ekrandan kendisiyle yüzleşiyor. Tiyatro oyunlarına bakarsanız, Shakespeare’i ele alalım mesela, aslında bu tip karakterlerle doludur dünya; Macbeth, Hamlet…bir sürü karakter vardır böyle. Fakat bizim dizilere daha yeni yeni girmeye başladı anti kahramanlar. Herkes çok şaşırdı mesela benim böyle bir rolde oynamama. Halbuki, ben yıllardır bu tip karakterleri oynamak istediğimi söylüyordum. Alan açılsa daha yapabileceğimiz bir sürü şey var. Çok değerli oyuncular var Türkiye’de. Dünya standartlarında oyuncular var hem de. Yeter ki insanlara bu şans tanınsın, alan açılsın, bütün mesele bu.
Bu noktada, mesela yerli yönetmenler dünyaya açılma konusunda oyunculara nazaran fazla sıkıntı çekmiyorlar. Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Zeki Demirkubuz gibi uluslararası arenada tanınan yönetmenlerimiz var. Ama oyunculuk konusunda henüz benzer bir başarıya ulaşamadık. Bunun nedeni ne sizce?
Bence en büyük problem, dil problemi. Bir de dünya sinemasında Türk oyunculardan genelde Ortadoğulu karakterleri oynamaları isteniyor. Orada da dil problemi çıkıyor çünkü bu defa da Arapça yok bizde. Yeni nesille birlikte bu kırılacaktır. İngilizceyi ana dili gibi konuşan, oynayan oyuncu sayısı artacaktır. Yakın zamanda oyunculuk konusunda da uluslararası standartlara ulaşacağımıza eminim.
Peki, yönetmenlik de yapan bir oyuncu olarak, siz yerli ya da yabancı hangi yönetmenlerle çalışmak isterdiniz?
Haneke ile çalışmak isterdim mesela (gülüyor). Sadece Haneke de değil, çok sevdiğim yönetmenler var. Darren Aronofsky’e bayılırım, Alfonso Cuarón’a bayılırım. Iñárritu gelse hayır demem.
Bu Türkiye’deki bazı yönetmeler için de geçerli. Ben aslında yapılacak işin üzerine ne kadar çalışıldığı ve bir oyuncu olarak o projeye neler katabileceğimle ilgileniyorum. Bu denklemler bir araya gelince her yönetmenle çalışabilirim elbette.
Son olarak, tiyatroyu özlediniz mi diye sorayım? Var mı yakın zamanda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz projeleriniz?
Özlüyorum elbette. Denemeler, provalar hep oluyor ama maalesef bu çalışma temposunda yeterli zamanı ayıramıyorum. Bu benim bahanem de olabilir ama oraya yeterince zaman ve konsantrasyon ayırmak gerekir. Çünkü sahneye çıkmak bir aperatif değil. Yani bir işin varken, “Haydi yanında tiyatro da yapayım” diyemiyorsun. Son derece disiplinli bir çalışma gerektiriyor ve bu sıra o zamanı sağlayamadığım için sadece dizi ve filmlerde görünüyorum.