İstanbul Film Festivali’nin Türkiye’deki etkilerini az çok gözlemleyebiliyoruz ancak festivalin yurt dışındaki etkilerinden çok haberdar değiliz? Bize bu etkilerden bahsedebilir misiniz?
İstanbul Film Festivali Türkiye’nin en oturmuş, en eski ve en kapsamlı uluslararası film festivali. Dünya festival takviminde yeri olan, uluslararası endüstrinin bildiği, takip ettiği ve mümkün olduğunca katıldığı bir etkinlik. Türkiye’deki sinema endüstrisini takip etmek, Türkiye’deki sinema seyircisinin eğilimlerinden ve trendlerden haberdar olmak anlamında önemli bir yere sahip olan bir festival. Öncelikle otuz dört yıllık bir geçmişi var, bu da prestijli ve oturmuş bir festival olmasında büyük bir etken, ayrıca oturmuş bir kurum tarafından düzenlenmesi de ciddi bir güven oluşturuyor. Türkiye’de devamlılığı sağlayabilmek çok da kolay bir şey değil.
Dünya sinema endüstrisiyle ilişkilerimiz çok iyi, bu bir filmi, yönetmen ya da oyuncuyu davet ettiğimizde süreci kolaylaştıran bir durum. İstanbul Film Festivali’nin ününü ve kalitesini bildikleri için, kabul edip buraya gelmeleri çok daha kolay oluyor. Her sene uluslararası alanda üç yüzün üzerinde konuk ağırlıyoruz. Dünyanın farklı yerlerinden gelen yabancı yönetmenler, yapımcılar, oyuncular, gazeteciler, festival temsilcileri, dağıtımcılar, fon temsilcileri bu konukların arasında yer alıyor. Her biri İstanbul’da yaşadıkları deneyimi yurt dışında anlatıyor ve böylece festivalin tanınırlığı ve güvenilirliği artıyor. Pekçok yönetmen filminin Türkiye prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde yapmayı tercih ediyor. Bu sene ulusal yarışmada Türkiye’den beş film, uluslararası yarışmada bir film dünya prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde yapıyor. Ulusal belgesel yarışmasındaki on iki film de ilk kez yine İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşacak. Çünkü buradaki izleyiciyi, festival organizasyonunun kalitesini ve programın içeriğini biliyorlar.
Yüz kırk bine varan bir izleyici kitlemiz var, Filmekimi’ni de sayarsak 50-60 bin’lik bir kitleye de orada ulaştığımızı söyleyebiliriz. Sinemasever kitleye hitap eden bir yapımız var, bu da en büyük güçlerimizden bir tanesi. Ayrıca İstanbul Film Festivali; Türkiye sinemasının da yurt dışında duyulması ve bilinmesini sağlayan ciddi bir platform.
Festival her yıl olduğu gibi bu yıl da yarışma ve ödülleriyle dikkat çekiyor. Festival kapsamında düzenlenen yarışmaların festival sonrasındaki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Festival çerçevesinde toplamda dört yarışma düzenliyoruz bir de ayrıca en iyi ilk film ödülü veriyoruz. Bu yarışmalarımızdan bir tanesi, tematik bir yarışma olan Uluslararası Altın Lale Yarışması. Sanat, sanatçı temalı filmler ve edebiyat uyarlamalarını gösteriyoruz burada. Uluslararası Altın Lale Ödülü; Şakir Eczacıbaşı anısına veriliyor ve Eczacıbaşı Topluluğu tarafından 25.000 avroluk bir para ödülü ile destekleniyor. Bu ödülün 10.000 avrosu birinci seçilen filmin yönetmenine, diğer 10.000 avrosu da filmin Türkiye dağıtımcısına veriliyor, geri kalan 5.000 avro ise jüri özel ödülü olarak ikinci filmin yönetmenine veriliyor. Biz bu ödülü maddi teşviğin dışında, filmlerin görünür olmasını sağlamak, izleyiciyi teşvik etmek ve meraklandırmak amacıyla ayrıca da dağıtım ağını da desteklemek için veriyoruz. Ödül kazanan filmin Türkiye’de dağıtımcısı bazen olabiliyorken bazen olmuyor, ancak bu ödüllerden sonra filmlerin satın alınıp vizyona girdiğine şahit olabiliyoruz. Bu filmlerin Türkiye dağıtımını teşvik etmiş oluyoruz.
Ulusal Altın Lale Yarışması’ndaki ödüllerimiz de; en iyi film, en iyi yönetmen, jüri özel ödülü, kadın ve erkek oyunculara veriliyor. En iyi film ödülümüz 150.000 tl, en iyi yönetmen ödülümüz 50.000 tl, oyuncu ödüllerimiz 10.000 tl. Ve Efes Pilsen’in verdiği Jüri Özel Ödülü de 60.000 tl. En iyi film ve jüri ödülü filmlerin yapımcılarına veriliyor, bu ödüller kişileri sektörde film yapmaya, film üretmlerine devam edebilmeleri için bir teşvik niteliği taşıyor ve sinema sektörüne katkıda bulunmayı amaçlıyor. İstanbul Film Festivali’nde ödül alan filmler özellikle yurt dışındaki festivaller tarafından yakından takip ediliyor ve davet alıyor. Ödül kazanan yönetmen ve yapımcılar da hem seyircinin gözündeki hem de sinema sektöründeki yerlerini perçinlemiş oluyor.
İnsan Hakları Yarışma’sını Avrupa Konseyi katkılarıyla düzenliyoruz. Bu yarışmada da 10.000 avroluk bir para ödülümüz var. Bu ödül Sinemada İnsan Hakları bölümündeki bir filme, Avrupa Konseyi tarafından veriliyor.
Son olarak da bu sene bir ulusal belgesel yarışması düzenlemeye başladık. Ülkemizde son yıllarda oldukça iyi belgeseller çekilmeye başlandı. İlk defa düzenlediğimiz bu yarışmada on üç belgesel yarışacak. Bu yarışmada uzun yıllardır festivalin destekçisi olan Efes, belgesel yarışmamızda da 15.000 tl’lik bir ödül verecek; 10.000 tl en iyi filme 5.000 tl de jüri özel ödülü olarak.
Yarışmaların amacı filmleri teşvik etmek olmalı, filmin prestijli festivallerde ödül alması daha fazla seyirci çekmesini ve başka festivallerde dikkat çekmelerini sağlıyor. Zaman zaman festivaller ve yarışmalar için filmler çekildiği yönünde bir algı oluşuyor. Amaç buysa o filmler zaten tutunamıyor. Bir film kişinin hayatının iki, üç senesini alıyor, bu süreçte gerçekten yapmak istediğiniz ve söylemek istediğiniz şeylerin yer aldığı bir filmi çekerseniz o film seyircisiyle buluşacaktır. Bu hemen olmayabilir, gişede belki milyonlarca kişiye ulaşmazsınız ama bir yönetmenin kartviziti gibi o filmler, sizin bir sanatçı olarak kim olduğunuzu gösterir. Samimi ve iyi bir film her zaman seyircisine ulaşır.
Festivale bu yıl dört yeni bölüm eklendi; Balkanlar: Ateşin Sineması, Aile Bağları, Özel Gösterim: Ufak Hakikatler, Alman Canlandırma Sineması. Bu bölümlerden kısaca bahseder misiniz?
Her yıl yeni bölümlerle festivale hareket katmaya çalışıyoruz. Çok gelenekselleşmiş bölümlerimiz var; belgesellerimiz, dünya festivallerinden filmlerimiz, yeni bir bakış, animasyon sinemasına ayırdığımız özel bölümümüz gibi. Programda belirlediğimiz yeni bölümler o senenin sinema dünyasındaki yansımalarından da etkileniyor aslında.
Bu seneki yeni bölümlerimizden bir tanesi Balkanlar: Ateşin Sineması. Balkanlar’dan çıkan ilginç filmlerin biraz daha kendini gösterdiğini gördük ve onları bir bölüm altında toplayarak daha çok dikkat çekmek, mercek altına almak istedik. Örneğin Sahipsiz Çocuk,
Bomba Gibi ve Ders gibi bu yılın en dikkat çeken filmleri bu bölümde. Her üç filmin yönetmenleri de festivalde konuğumuz olacak.
Aile Bağları festivalde daha önce ele aldığımız temalardan biriydi. En çok kutsanan ama aynı zamanda en çok eleştirilen kurumdur aile kurumu. Bu tema kapsamında da Suha Arraf’ın (ki kendisini senarist olarak tanıyoruz) Villa Touma’sı, Saverio Costanza’nun bu yıl Venedik’te hem En İyi Erkek hem de En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazanan filmi Aç Kalpler ve Ezik gibi dikkat çeken filmler var. Bu filmlerin de yönetmenleri ve oyuncuları festivalde konuğumuz olacak.
Animasyon bölümünde her yıl ya bir yönetmene ya da bir ülke sinemasına odaklanıyoruz, bu yıl ki konuğumuz Almanya. Dok Leipzig Canlandırma Filmler programcılarından Annegret Richter’in küratörlüğünde iki bölümden oluşan bir program hazırladık. Bu bölümlerden biri çocuklara, diğeri yetişkinlere yönelik. Anegret Richter de festivalde konuğumuz olacak ve yeni Alman canlandırma sinemasıyla ilgili bir sohbet gerçekleştirecek.
Her sene festival programı içerisinde bir yönetmenle ilgili toplu bir gösterim yapıp o yönetmeni tanıtıyor ve mümkünse konuk ediyoruz. Lisandro Alonso’nun tüm filmlerini gösteriyoruz bu yıl. Bu bölüm daha önce hiç filmini izlememiş olanlar için güzel bir keşif niteliği taşıyor. Lisandro Alonso; Arjantin’in son dönemdeki en önemli temsilcilerinden. Çok istemesine rağmen yeni bebeği olduğu için bizlerle olamayacak ama fazla kelime kullanmadan derin hikayeler anlatma başarısını gösteren bu etkileyici yönetmeni keşfetmek için iyi bir fırsat. Beni bu yıl en heyecanlandıran bu Lisandro Alonso toplu gösterisi sanırım.
Ufak Hakikatler de bir proje çalışması. İstanbul Modern’in geçen sene Türkiye’de sinemanın 100. yılı şerefine gerçekleştirdiği Yüzyıllık Aşk sergisi kapsamında beş tane kısa film üretildi. O filmler İstanbul Modern’de gösterildi, biz de programımızda bu filmleri festival seyircisiyle buluşturmak istedik. Kısa filmlere çok yer veremediğimiz için bizim programımızı da zenginleştiren bir bölüm oldu. Zeynep Dadak, Merve Kayan, Belmin Söylemez, Melik Saraçoğlu, Hakkı Kurtuluş, Emre Akay ve Erdem Tepegöz gibi son dönem sinemamızın dikkat çeken yönetmenleri bir araya geliyor bu projede.
Her sene yeni bölümler eklediğimizde o yıl gündeme gelen, bizler için önemli olan olayları da göz önüne alarak bu konulara da yer vermeye çalışıyoruz. Yüzyıllık Acı bölümümüzde 1915’in 100.yıl dönümünde 2015 yapımı iki film gösteriyoruz. Bu filmlerden biri; Sessizliğin Mirası. Türk ve Kürt ailelerin yanında asimile olmuş, hayatta kalmak için İslamiyeti seçen Ermenilerin izini süren bir belgesel. Diğeri de Hacı Osman’ın yönettiği Homo Politicus isimli bir kısa kurmaca film. Talat Paşa’yla, Osmanlı’nın Ermenilere yönelik tehcir politikasına son vermesini isteyen Johannes Lepsius adlı bir Alman teoloğun konuşmasını anlatıyor film. Ayrıca Ulusal Belgesel Yarışma’sında Yusuf Kenan Ersülen’in yönettiği Mıgırdiç Margosyan’ın hayat hikayesini anlatan Gavur Mahallesi isimli belgeselimiz var. 16 Nisan’da yapılacak bir panelde de bu üç filmin yönetmenleri, Fahriye Çetin ve Mıgırdiç Margosyan’ın katılımıyla bu topraklarda yaşanan bu ‘yüzyıllık acı’yı konuşacağız.
Bir de Sinematek’in 50.yıl dönümü, Onat Kutlar’ın ölümünün 20. yıl dönümü olduğu için 9 Nisan’da Sinematek’i hatırladığımız ve Onat Kutlar’ı andığımız bir panel düzenleyeceğiz ve ayrıca Onat Kutlar’ın en sevdiği yönetmenlerden bir tanesi olan Luchino Visconti’nin Leopar filmini göstereceğiz.
Bu yılın başka bir yıl dönümü de; Köprüde Buluşmalar. Anadolu Efes'in desteğiyle düzenlenen Köprüde Buluşmalar da zengin bir program ile karşımıza çıkıyor. Bu on yıllık süreçte nasıl bir dönüşüm geçirdi Köprüde Buluşmalar?
Köprüde Buluşmalar iki günlük paneller serisi olarak başladı. Sektörün önemli temsilcilerini, Türkiye film sektöründen insanlarla buluşturmayı amaçlayarak yola çıktık. İlk başladığında hiç bütçemiz yoktu ve halihazırda festivale gelen konuklarla etkinlikler düzenliyorduk. Köprüde Buluşmalar’ın gelişimi İstanbul Film Festivali’nin gelişimine benziyor. İstanbul Film Festivali askeri darbeden iki yıl sonra, 1982 yılında başladığında sinema alanında Türkiye’de büyük bir kuraklık yaşanıyordu. Sadece altı film gösterimiyle başlamışken sonrasında seyirciden gelen taleple hızla büyüyüp uluslararası bir film festivaline dönüşerek bugünkü halini alıyor. Köprüde Buluşmalar da aynı şekilde mütevazı bir şekilde başlayıp Türkiye sinema endüstrisinin böyle bir platforma olan ihtiyacına cevap vererek büyüyen ve gelişen bir yapı oldu. Türkiye’de bir film merkezi gibi düzenli bir yapı olmadığı için, herkes sinema endüstrisi adına bir şeyler yapmaya çalışıyor ancak bunlar biraz dağınık ilerliyor ve devamlılık gösteremeyebiliyor. Köprüde Buluşmalar yeni yönetmenler ve projeler keşfedebilmek adına uluslararsı sinema camiası için önemli bir platform haline geldi.
Köprüde Buluşmalar kapsamında iki tane atölye düzenliyoruz; Film Geliştirme Atölyesi ve Yapım Aşaması Atölyesi. Şu andaki Türkiye sinema kanunları nedeniyle Türkiye’nin küçük ortağı olan projelere fon verilmiyor, o nedenle şu anda sadece Türkiye’den projelere açığız. Mecliste bekleyen sinema kanunu çıkarsa ve Türkiye küçük ortaklıkları destekleyebilir konuma gelirse uluslararası projelere de açık olacağız. Ancak bu yıl yeni bir başlangıç yaptık ve bu yıl Köprü’de Buluşmalar’da komşu ülkelerden beş projeyi ağırlıyoruz. Yeni kanunla birlikte Köprüde Buluşmalar uluslararsı projeleri ağırladığımız daha büyük bir platforma dönüşebilir. Çok ciddi bir ihtiyacına cevap veriyoruz sektörün. Böylece festival daha film projesi gelişme aşamasındayken filmlere destek olmaya başlıyor. Filmlerin bütün yolculuğuna eşlik ediyoruz böylece.
Yurt dışındaki festivaller arasında İstanbul Film Festivali’yle benzer bir çizgide olduğunu söyleyebileceğiniz bir festival var mı?
Kendimizi yurt dışı festivallerinden ancak kendi bölgemizde olanlar ile kıyaslayabiliriz. Mesela Selanik Film Festivali’yle benzer bir yapımız olduğu söylenebilir, ancak festival şuanda Yunanistan’daki ekonomik koşullar nedeniyle bundan yedi, sekiz yıl önceki eski parlak günlerini yaşamıyor. Festivallerin de aslında kendi dönemleri oluyor, özellikle o ülkenin ekonomisi festivalleri direkt etkiliyor. Mesela Romanya’da son dönem çok kaliteli filmler üretilmeye başlandı, yeni sinema yasaları çıkartıldı bu gibi gelişmeler festivalleri direkt etkiliyor. Bu teşviklerle beraber Romanya’daki festivaller daha çok ilgi görmeye daha çok konuşulmaya başlandı. Polonya’daki Wroclaw Film Festivali’ni örneğin ben çok beğeniyorum. Son derece sinefil bir programları ve izleyici kitleleri var. Ayrıca kendilerine ait salonlarda yıl boyunca dağıtımını da yaptıkları arthouse filmleri gösteriyorlar, seyirci de şahane. Saraybosna Film Festivali savaştan sonraki dönemini çok iyi değerlendirdi, Cinelink ortakyapım marketiyle de çapını genişletti.
Türkiye’de herkes kendisini daha çok uluslararası bir festivalle kıyaslamak, onun gibi olmak ister. İstanbul Film Festivali yapı itibariyle Toronto ve Londra Film Festivali’yle benziyor. Bunlar seyirci festivalleridir, eklektik bir programla geniş bir yelpazeye hitap ederler. Ancak bütçe itibariyle bu festivallerle karşılaştırılmamız imkânsız. Altyapı sıkıntılarımız ciddi boyutlarda, mekân problemimiz var. Ancak tüm bunlara rağmen iyi iş çıkarttığımızı düşünüyorum. Mesela Cannes Film Festivali bir endüstri festivali, seyirci festivali değil. Berlin Film Festivali ise hem endüstriye hem de seyirciye hitap ediyor ve çok ciddi bir izleyici kitlesi var. Her festival kendi ülkesinin, izleyicisinin ihtiyaçları doğrultusunda gelişerek kendi için en uygun olan modeli belirlemeyi amaçlamalı.
Festivaller için en önemli etmen istikrarı ve devamlılığı sağlayabilmek, İstanbul Film Festivali’nin bunu yakalayabildiğini düşünüyorum. Bağımsız bir vakıf tarafından düzenleniyor olması, çok ciddi sponsorlarının ve ciddi bir izleyici desteğinin olması çok büyük bir özgürlük alanı sağlıyor. Bütçemizin çok büyük bir kısmı; yüzde otuz beş, kırk civarı bilet gelirlerinden sağlanıyor. Sponsorlarımızın desteği bizim için çok önemli, belediyeden herhangi bir maddi katkı almıyoruz, kültür bakanlığından gelen destek de İstanbul Film Festivali çapındaki bir festival için istediğimiz seviyelerde değil. Yukarıda saydığım festivallerden çok daha küçük bütçelerle aynı çapta bir festival düzenliyoruz.
Bu yıl festivalde izleyicilerin tepkisini merak ettiğiniz film ve yönetmenler kimler?
Lisandro Alonso izleyiciler tarafından nasıl karşılanacak merak ediyorum. Mutlaka takip edenler, bilenler vardır, ancak ilk defa filmlerin görecek olanların tepkilerini merak ediyorum. Dünya festivallerinde özellikle ustalar bölümünde zaten seyircinin yakından takip ettiği yönetmenlerin filmleri yer alıyor. Yeni Bir Bakış bölümündeki genç ustaların filmleriyle ilgili düşünceleri merak ediyorum. Benim bu sene en beğendiğim filmleri burada görebilirler. Mesela Party Girl, Güeros, Mahkeme filmlerini izledikten sonra izleyicilerin tepkisini merak ediyorum. Şeytan tamamen değişik bir teknikle çekilmiş. Antidepresan bölümündeki Sıfır Motivasyon bu yılki favorilerimden. Pascale Ferran’ın Kuş İnsanlar’ı seyirciyi ikiye bölebiliyor, ben beğenenlerdenim. Mayınlı Bölge de daha zorlayıcı filmlere yer verdiğimiz bir bölümümüz, sıkı takipçimiz sinefillerin yakından takip ettiği bölümlerden biri. O bölümdeki filmlerin atlanmasını istemiyoruz, izleyicilerin biraz daha keşifçi davranmalarını bekliyorum ben açıkçası. Herkesin hazırladığı o yirmi filmlik listelerden sıyrılıp belki de hiç görmeyecekleri bir filme şans verebilirler. Mesela Lav Diaz’ın beş buçuk saatlik Evvelden’i gibi. Türkiye’den de kuvvetli belgeseller var bu yıl.
Türkiye sinema sektörü sizce nereye gidiyor, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de sinema sektörünün geliştiğinden hepimiz bahsediyoruz. Yapılan film sayısı artıyor, uluslararası festivallere birçok film katılıyor, ödüller alınıyor… Ama bu her şeyin çok yolunda gittiği anlamına da gelmiyor. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da sinemanın özellikle dijitale geçişle birlikte bir dönüşümden geçtiğini görüyoruz, Türkiye de bunun sancılarını yaşıyor. Ancak Türkiye’deki problem sinema sektörünün henüz tam oturmamış olmasından da kaynaklanıyor. Her yerde bahsediyoruz; yeni bir sinema kanunu, bir film merkezi, film finansmanına kaynak, fon, televizyonlardan destek gibi konularda eksikliklerimiz var.
Birbirine çok benzeyen ticari filmler üretiliyor. Bir film tutarsa birden aynı yıl içerisinde devam filmi de hemen vizyona giriyor. Bir noktadan sonra şu anda çok övündüğümüz o izleyici sayılarının azalmasına ve izleyicinin aynı filmler seyretmekten dolayı salonları terketmesi gibi bir risk ile de karşı karşıyayız.
Bağımsız yapımlar konusunda da sinemamızın biraz daha kendi dilini oturtması gerektiğini düşünüyorum. Birbirinin aynı olmayan kendi dili ve sesi olan, farklı türlerin denendiği bir sinemamızın olması bizi hem dünya sinemasında daha iyi bir konuma getirir hem de Türkiye’deki seyircinin de filmlerle gelişmesini sağlar. Anlatacak derdi olan, samimi filmlere ihtiyacımız var. Ticari sinemada da amaç para kazanmak olsa da kaliteden ödün vermemek, senaryoyu sağlam tutmak, seyircinin zekasını küçümsemeyen filmlere ihtiyaç var.
Dağıtım konusunda da ciddi problemler yaşanıyor. Geçen sene yüze yakın film üretildi ancak bu filmlerin kaç tanesi salonlarda kendisine yer bulabildi? Bu filmler kaç hafta vizyonda kalabildi? Yeni sinema kanununda yapılabilecek düzenlemelerle bu konuda teşvik sağlanabileceğini düşünüyorum.