15 EKİM, SALI, 2019

Kazananı Olmayan Bir Savaş

Pedro Almodóvar, kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı ve yönettiği filmi Acı ve Zafer (Pain and Glory)’de Madridli bir yönetmen olan Salvador Mallo’nun hikâyesini izleyicilerle buluşturuyor. Filmde Mallo karakterine Antonio Banderas hayat verirken oyuncu kadrosunda Penélope Cruz, Asier Etxeandia, Leonardo Sbaraglia, Nora Navas ve Julieta Serrano gibi isimler yer alıyor.

Kazananı Olmayan Bir Savaş

Acı ve Zafer’in ana örgüsü Salvador Mallo’nun 1960’larda başlayan yönetmenlik kariyeri, çocukluğu, annesiyle ilişkisi ve zaman içindeki dönüşümüyle ilgili. Mallo, bir mağara-ev’de başlayan yoksulluk dolu çocukluğunda zor şartlar altında annesinin de yardımıyla kendisindeki yetenekleri fark eden ve zaman içinde gelişimini sağlayacak uzun bir yola çıkan küçük bir çocuk olarak karşımıza çıkıyor. Okuma yazmayı bilmesi ve bir çocuk için oldukça iyi bir “öğretmen” olmasıyla kısa zamanda çevresindekilerin dikkatini çekiyor. Her ne kadar annesiyle kavga edip, Papaz okuluna gitmeyi reddetse de küçük Mallo, eğitimine orada devam ediyor. Diplomasına kavuştuktan sonraysa artık yetişkin ve özgür bir Mallo söz konusu ve aslında biz onu bugünden sonra yaptıklarından dolayı biliyoruz. Soluğu Madrid’te alan ve bir daha asla arkasına bakmayan Mallo’nun bu gözüpek, yalnız ve güçlü serüveni büyük bir sanatçıya dönüşme yolundaki ilk adımı oluyor. Filmin ana ekseni bu ândan itibaren oluşuyor. Başka şartlar, başka yaşamlar ve serüvenler söz konusu oluyor artık. Bir kez yola çıkan, bir daha ardına bakmamalıdır zira yol, geriye değil ileriye doğru akar. Mallo da tam olarak böyle yapıyor ve annesinden, köyünden ve yoksulluktan uzakta bambaşka bir hayat kuruyor kendisine.

Acı ve Zafer’e baktığımızda oldukça zengin bir hikâye örgüsüyle oluşturulmuş bir film sunulduğunu hemen fark ediyoruz. Almodóvar, İspanya’nın yoksul kesiminin nasıl yaşadığından zengin mahallerinin içinde nelerin döndüğüne, dünyanın dört bir yanına uzanmış aşk hikâyelerinden sinema dünyasının büyüsüne kadar birçok sır veriyor. Daha en başta izleyici olarak Mallo’nun hikâyesine göz atarken mağara-ev’lerde nasıl bir hayatın süregittiğini görüyoruz. O yoksulluğun içinde bile insanların birbiriyle ilişkisi, o izbe evlerde bile ne olursa olsun güzellik ve estetik algılarının açık olması ve sanata karşı duyarlılıklarının devam etmesi aslında İspanyol kültürünün farklı kesimlerde nasıl yaşandığını da gösteriyor. Almodóvar sinemasında gördüğümüz renkli, canlı, sıcak, insanı bir ânda içine çeken ve hapseden tüm bu yapılar filmde bulunuyor. Sözgelimi Madrid sokaklarında yürürken, Molla’nın evindeki tablolara göz atarken, Crespo’nun bahçesinde gökyüzünü seyrederken İspanya’da olduğumuzu hatırlamaya gerek duymuyoruz. 

Filmin en önemli meselelerinden birisini Mallo’nun annesiyle olan ilişkisi oluşturuyor. Bu, aslında filmin son sahnelerinde daha çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Film boyunca Mallo’nun hayatını izlerken annesi hakkında bildiklerimiz birkaç anıdan ve görüldüğü sahnelerden ibaret ki bunlar çok da sarsıcı izler bırakmıyor. O, Mallo’nun hayatını değiştiren unsur gibi gözükmekten ziyade bir anne olarak oğlunun geleceğini düşünen bir kadın olarak filmde yer buluyor. Filmde, doğal bir akış içinde kendisine rastladığımızda bunların biyografi çerçevesinde, çocukluğa dair anılar, geçmişin yükü ve geleceğin üstüne kurulduğu temellerden olduğunu düşündürtüyor. Ancak filmin sonuna doğru geldiğimizde izleyici bir ânda büyük kırılmanın içinde buluyor kendisini ve aslında bu iki karakterin oldukça sert bir biçimde hesaplaştıklarını görüyor. Anne ve oğlun alttan alta, onlarca yıl süren mücadelesinde aynı ânda iki kaybeden söz konusu oluyor, bu savaşın kazananı olmuyor. Böyle bir durumda geçmişlerine yeniden baktığımızda, filmin ilk sahnelerine doğru tekrar hatırlamaya başladığımızda aslında başlarda pek de üzerine düşünmediğimiz ve odaklanmadığımız konuların ve sahnelerin ne denli önemli olabileceğini ve ipuçlarını kaçırdığımızı anlıyoruz. Mallo’nun annesine bakışlarında, her ikisinin gelecek planlarında, babanın onlardan hep bir adım uzakta oluşunda tüm bunların etkisi var. O yüzden sanat için belki de en önemli ögelerden ve konulardan birisi olan “anne-oğul” ilişkisinin Acı ve Zafer’de de ne denli büyük bir yer tuttuğunu bu ânlarda daha iyi anlıyoruz. Bu anlamda anne-çocuk ilişkisi hem film hem de Almodóvar ekseninde farklı bir yer tutuyor.

Sinema kariyeri başarılarla ve büyük heyecanlarla dolu bir yönetmen Salvador Mallo. İzleyici olarak onun nasıl büyük bir yönetmen olduğunu ve kariyer basamaklarını nasıl da sağlam bir şekilde çıktığını görüyoruz. Aslında trajedisi de tam olarak burada başlıyor. Mallo, başarıyla, şöhretle, parayla, aşkla geçen onca yılın ardından içinde hâlâ yeni filmler yapmaya, senaryolar yazıp projeler üretmeye karşı büyük bir arzu varken sahip olduğu rahatsızlıklar, geçirdiği operasyonlar nedeniyle bunları gerçekleştirecek fiziksel koşullardan uzak hissediyor kendini. Mallo hayata dair bir şeyler planlıyor ama tanrı da bu zaman diliminde onun için farklı planlar yapıyor. Attığı her adım onu ileri götürecekken geri gitmesine neden oluyor. Sanırım bu, düşünsel ve fiziksel dünyası arasındaki farkları göstermesi bakımından ön plana çıkıyor. Mallo’nun içinde başka, dışında başka biri var. Ruhen ne kadar canlı, hareketli, arzuluysa fiziksel olarak da o kadar hasta, ağır ve yorgun. Burada hem yönetmen koşutluklar üzerinden bize farklı bir yapı sunuyor, hem de onun mitoloji karakterlerininkine varan trajedisini gösteriyor. Üstelik onun trajedisi sürekli başka trajedilerle çoğalmaya da devam ediyor. Sözgelimi yaşadığı aşklar, dostlukları, Madrid sokakları, annesi… Tüm bunlar aslında onun için başka başka trajediler değil de nedir? Bu kadar çok trajediye sahip olmak için Mallo hangi büyük günahı işlemiştir? Tüm bu zaman dilimi boyunca aslında biz ona destek olan yalnızca menajeri ve arkadaşı Mercedes’i buluyoruz. Film ekseninde bir süre için eski dostu ve filmlerinde de yer alan bir oyuncu olan Crespo da ona yardımcı oluyor. İlerleyen kısımlarda karşımıza çıkan ve başka trajedileri peşinden sürükleyen Marcel’se ona belki bir gece için cenneti sunsa dahi gecenin sonunda ardında bir yangın yeri bırakarak uzaklaşıyor. Yani filme giren her karakter Mallo’nun hayatından bir başka trajediyi bize yansıtıyor, bir başka travmayı bize sunuyor. Mallo’nun yapay cennetleri yerle yeksan oluyor. Dolayısıyla Mallo’nun bu trajedilerle dolu dünyası ona insan olduğunu hatırlatan, bazen her şey çok güzel giderken bir ânda kendini cehennemde de bulabileceğini hatırlatan serüvenlerle dolu.

Arkadaş ilişkilerimiz hayatımızı şekillendiren önemli unsurlardan olsa gerek. Acı ve Zafer’de gördüğümüz Mallo portrelerindeyse bu konuda büyük bir açıklık görüyoruz. Mallo bu konuda pek de başarılı olamayan ve geleceğe pek fazla insan taşıyamayan birisi. Aslında o geleceğe olumlu anlamda sanatı dışında pek de bir şey taşıyamamış, sanatını da fiziksel nedenlerden dolayı kendisinden uzak tutmak zorunda kalmış. Yine bir başka trajediye dönüşüyor bu. Dönemsel olarak birçok arkadaşı olmakla birlikte hayatı boyunca yanında olan insanlardan söz edemeyiz. Marcel ile hayatının önemli bir bölümünü paylaşsa da onunla tekrar karşılaştığında aradan çok uzun yıllar geçiyor. Keza Crespo ile de sorun benzer. Yalnızca annesi ve Mercedes onun için kalıcı ve hep varlığını hissettiren bir anlama sahip. Bu noktada biz de hayata dair dostluk ilişkilerimizi sorgulamaya başlıyoruz. Geleceğe neyi taşıyabiliriz? Nedir bizi insanlara bağlayan ve koparan; ayrılıklar da hayatın akışına dâhil mi? Mallo hayatını büyük ölçüde yalnız geçiren, trajik bir karakter olmasına rağmen gayet de başarılı biri. Tek başına, sağlık sorunlarını bir kenara bırakabilirsek, “kendi hayatını yaşama” konusunda hem tecrübeli hem de istekli ve bunu gayet de başarılı bir şekilde yapıyor. Annesi de aslında ona bu konuda öfkeli çünkü o, hayatını hep arkadaşları, oğlu ve kocasıyla geçirmiş, onları kaybedince kendisini kabul edeceğini düşündüğü tek oğlu tarafından hayal kırıklığına uğratılmış bir anne. Mallo’nun bu gücü aslında çevresindeki insanlarla arasının açılmasına neden olan unsurlardan biri olarak da sıkça gözüküyor. Kendi yalnızlığına, bağımsızlığına, serüvenine bu kadar değer vermeseydi belki hayatı farklı bir yerde olabilirdi. Annesini reddetmese, sanatına bunca bağlanmasa, âşıklarına sırtını dönmese, her zaman en iyiyi yalnızca kendisinin bilebileceğini düşünmese belki bambaşka bir yerde olabilirdi. Ancak bu sefer de büyük bir sanatçı olma konusunda bu kadar başarılı olamayabilirdi. Yani aslında bir yerde kendi hayatı ve kendi sanatı için diğerlerini feda etmiş, onlardan vazgeçmiş. Bir sanatçıyı, yarattığı sanattan ötürü suçlayabilir miyiz? O bunun için tüm bedelleri ödemiş ve kararlarını vermemiş midir zaten? Tüm bu çelişkiler içerisinde Mallo, kendi yalnızlığından büyük bir sanat çıkarabilmiş, işlediği örgülere hayatının dönüm noktalarını işleyebilmiş. Crespo’ya verdiği oyun da son bir arzu ve güçle başladığı film de bizi bu düşünceye götürüyor ve yine onun istediğinde ne kadar güçlü olabileceğini hatırlatıyor.

Acı ve Zafer için klasik bir Almodóvar filmi demek yanlış olmaz. Zira bir filmi Almodóvar filmi yapan başlıca tüm özellikleri onda görüyoruz. Aslında belki de bir filmi İspanyol filmi yapan tüm özellikleri de Acı ve Zafer’de görebiliriz desek yine yanlış olmaz. Filmin canlılığından insanların sıcakkanlılığına, tüm o renkli ve insanın içini ısıtan renklerden sokakların keşmekeşine, yoksul ama estetiğini kaybetmeyen mağara-evler’den mutluluğunu ve neşesini koruyan insanlara Acı ve Zafer, tam bir Almodóvar ve İspanyol, belki de daha geniş mânâda Akdeniz ruhunun filmi olarak görülebilir.

0
11614
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage