Otuz yılı aşan kariyeri boyunca kâh damlardan uçup, havada süzülürken kâh romantik bir aşık rolünde, kâhsa iyiliğin peşinde koşan Keunu Reeves, bu yaz iki filmle birden karşımıza çıktı: Yüce Adalet ve Neon Şeytan. Bu vesileyle beyaz perdede tek bir hat üzerinde ilerlemeyip izleyicisini şaşırtmayı her daim başarmış aktörün filmografisini masaya yatıralım dedik.
Yaz vizyonu Keanu Reeves’in oynadığı iki filme tanık oluyor. Bunların ilki olan, Reeves’in akılda kalıcı bir yan rolde küfürbaz, saldırgan, zarafetten uzak “mutlak bir kötü” olarak konuk olduğu Neon Şeytan, oyuncunun kariyerinde istisnai bir yere sahip. Belki tam da bu sebepten, Reeves’in kirli bir sakalın arkasına gizlediği güzel yüzü, moda ve güzellik endüstrisinin arkasındaki vahşi yüze işaret eden doğrudan bir metafor olan film için biçilmiş kaftan. Öte yandan filmin baş karakteri, genç oyuncu Elle Fanning’in canlandırdığı Jesse de, Reeves’in kariyerine damgasını vuran rollerin dişi bir karşılığı gibi. Buzdan bir güzelliğe sahip. Çocuksu ve zamansız. Kırılgan ama saldırgan. Melek ve şeytan.
Otuz yılı aşan kariyerinde kendini sık sık dünyayı kurtarmak üzereyken buldu Reeves. Oyuncunun bir tür zen sakinliği olarak da tanımlanan sakinliğinin, monoton sesi ve donuk yüz ifadesinin kriz anlarında insana iyi gelen bir tarafı olduğuna kuşku yok. Bu “dünyayı kurtaran adam” rollerinin zirvesi de hiç şüphesiz 1999’da başlayan Matrix üçlemesi oldu. Aktörü antikapitalist bir distopyanın modern peygamberi olarak kutsayan üç film, hem bilimkurgu ve aksiyonun geleceği hem de Reeves’in kariyeri açısından aşılması güç bir zirve ve geri dönülmez bir nokta olmuştu. Ancak Matrix, Reeves’in sırtına bu ağır sorumluluğu yükleyen ilk film değildi. Bu yolun daha 1989’da rol aldığı Bill ve Ted’in Maceraları ile absürt bir şekilde de olsa açılmış olduğu görülür. Reeves’in peygamberlik kariyeri de 1993 tarihli Küçük Buddha’ya kadar uzanır. Daha küçük boyutlu bir stres altında kurtarma hikâyesi olan Hız Tuzağı (1994) da “panik anında Keanu’ya tutunun” formülünü kalıcılaştıran filmlerden olmuştu. Matrix’ten sonra gelen Constantine (2005) ve Dünyanın Durduğu Gün (2008) ise, sinema tarihine büyük katkılarda bulunmadılarsa bile, bilimkurgunun farklı kulvarlarında yeni kurtarıcı rolleri sunarak Keanu Reeves’in aura’sına yeni boyutlar eklemiş oldular.
Oyuncu Kasımda Aşk Başkadır (2001) ve Göl Evi (2006) gibi romantik filmlere de garip bir trans hali katma gücüne sahip olduğunu göstermişti. Reeves’in aslında melek gibi bir insan ve ziyadesiyle romantik olduğu çok iddia ediliyor olsa da, romantizm oyunculuk kariyerinde bir parantez olarak kalmaya mahkum olacak gibi... Bu iki film de esasen başarılı olmuş başka filmlerden rol arkadaşlarıyla birlikteliklerinin kaymağını yemek için yapılmış projelerdi.
Öte yandan, oyuncu seçimi yapılırken Reeves’in bu içkin sakinliğinin tedirgin edici boyutunun fark edildiği anlar da aktörün kariyerinde hatırı sayılır bir yer tuttu. Başka bir deyişle, aynı durgun yüz, elbette bir zen hâli olduğu gibi, aktörün iyi bir poker oyuncusu olmasının işareti olarak da okunabilirdi. Okundu da. İşte bu hafta vizyona giren, Yüce Adalet de (The Whole Truth) gerilimini temelde “Keanu, melek mi şeytan mı?” sorusu üzerine kuruyor. Küçük bir spoiler: 52 yaşındaki oyuncunun yüzüne, son yıllarda pek de küçük olmayan müdahaleler yapıldığı aşikar. Sonuçta ortaya çıkan, daha donuk ve daha tekinsiz olan bu yüz, sanki ibrenin bu kez daha kolay şeytandan yana döneceğinin sinyalini veriyor.
Reeves’in klasik bir kara film monoloğuyla açtığı Yüce Adalet, aktörün kariyerinin daha karanlık rollere gideceği yönünde önemli bir işaret olabilir. Ama bunu yaparken oyuncunun geçmişiyle bağını da koparmıyor. Özellikle, utandırıcı derecede eğlenceli ve gösterişli bir ahlaki mesel olan 1997 tarihli Şeytanın Avukatı’nı belki gereğinden çok akla getiriyor.
Al Pacino’nun (19 yıl sonra spoiler endişesi olmadan söyleyiverelim) bizzat şeytanın kendisini canlandırdığı film, Amerikan hukuk sistemi ve daha genel olarak dünya düzeni üzerine çok da karmaşık olmayan mesajlarla doluydu. Yaklaşmakta olan yeni milenyumun dönemin eserlerine damgasını vuran histerisi ile yüklüydü. Şeytanın büyük bir hukuk firması işlettiği film, açıkça modern bir Babil’e dönüşen New York’un karşısına dindar küçük kasaba değerlerini koyuyordu. Keanu’nun kusursuz bir zarafetle canlandırdığı Kevin, yalnızca şeytanın aklını çelip işe aldığı bir avukat değil, biyolojik olarak oğluydu da. Filmin sonunda ise, (en azından yeni bir macera için açık bırakılan finalinden hemen önce), babasının değil dindar annesinin genlerinin yolundan giderek meleksi kalmakta ısrar edecekti. Yeni milenyumun eşiğindeki Hollywood tedirgin ancak iyimser ve umutluydu. İnsanın özüne güveniyordu.
Şeytan’ın Avukatı’nda kötülüklerin yolu görece küçük bir şehir olarak resmedilen Florida’dan New York’a gelinmesiyle açılıyordu. Olayların baştan sona Luisiana’da görülen bir davaya odaklandığı Yüce Adalet ise ahlaki çöküntünün taşrayı çoktan ele geçirdiğini söylerken çok daha karamsar. Şeytan’ın Avukatı’nın hırslı altın çocuğunu oynadığından bu yana yirmi yıl yaşlanmış Reeves’in canlandırdığı avukat Richard Ramsey de film ilerledikçe, öncekinin düşkün bir versiyonu olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Çok da şaşırtıcı olmayan sürpriz final de aslında hukuk draması olduğu kadar bir kara film estetiğini takip etmeye çalışan filmin türüyle ilgili bir sürprize işaret ediyor. Zaman zaman üst sesiyle izleyiciyi olaylar üzerine bilgilendiren Ramsey, ilk bakışta karanlıkta kalmış bir dedektif gibi çınlıyor. Kısa sürede bu resimde bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyoruz. Sinik ve yaralı gibi görünen kahramanımız kara filmin sınırlarını aşacak şekilde karanlık bir üst akla doğru ilerliyor.
Başka bir oyuncunun elinde pekâlâ daha keskin bir kötülüğe bürünecek bu karakter, Keanu Reeves’in performansıyla tedirgin edici bir gölgede kalıyor. Geriye ağızda kalmış kötü bir tat gibi bir his ve filmin şaşırtıcı derecede muhafazakar mesajını bırakıyor: Karısını aşağıladığını gördüğünüz o zengin maço herif, hikâyedeki gerçek pislik olmayabilir. Filme İngilizce adını veren mesaj da böyle bir şey: Gerçeğin tümünü bilmeden koyu bir feminizmle muhafazakarlığın üstüne gitmeyin. Pişman olursunuz.
Öyle görünüyor ki Şeytanın Avukatı’ndan bu yana, karamsarlık artarken, avukatlara olan güvensizlik ve muhafazakarlık baki kalmış. Reeves’in Yüce Adalet’teki performansı 1991 tarihli Point Break ve Benim Güzel Idaho’m gibi filmlerde canlandırdığı, “etki altında kalan güzel ruh” karakterlerinin geleceğiyle ilgili bir projeksiyon gibi de okunabilir. Buradan bakınca filmde Jim Belushi’nin canlandırdığı bir zamanlar akıl hocası olan Boone Lassiter’a olan ihaneti de yine karamsar bir meta-hikâyeyi sezdiriyor.
Özetle Yüce Adalet, karamsar bir noktayı mimlemek için çekilmiş, ister Keanu Reeves’in filmografisinin bundan sonra içereceği karakterler ister dünyanın gidişatı üzerinden bakın, “her şey kötüye gidecek” der gibi duruyor. Reeves’in durgun bakışlarına daha da fazla ihtiyaç duyacak olabiliriz.