20 yıldır hasretle beklediğimiz, Danny Boyle'un Irvine Welsh'in efsanevi romanından uyarladığı Trainspotting’in devam filmi T2 Trainspotting nihayet sinamaseverlerle buluştu. 16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilen T2, festivalin ilk biletleri tükenen filmlerinden biriydi.
Trainspotting’in 20 yıl sonra gelen devam filmi ve aslında sonu olan T2, ne yazık ki Türkiye’de vizyona girmeyecek. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında kapanış filmi olarak izleme şansı bulduğumuz ve Danny Boyle’un bir yönetmen olarak ne kadar olgunlaştığının kanıtı olan film; bizi bunca yıldan sonra Rent Boy, Spud, Sick Boy ve Begbie ile buluştururken aynı zamanda hayata dair pek çok şey de söylüyor.
Eski dostumuz Mark Renton’ın, nam-ı diğer Rent Boy’un 20 yıl gibi uzun bir aradan sonra eve dönmesiyle başlayan T2 Trainspotting macerası, hem karakterleri hem de izleyiciyi nostaljik bir yolculuğa sürüklüyor. 20 yıl önce bir ihanetle ara verdiğimiz arkadaşlığın zaman içinde nasıl bir değişim yaşadığına, karakterlerin fiziksel ve mental değişimleri üzerinden bakıyoruz. Ve tabii ki hayatın kendisine... Bu sefer hayatı seçiyor muyuz? 20 yıl sonra bir iş, bir kariyer, bir aile ve büyük bir televizyon hâlâ seçmemiz gereken şeylermiş gibi dayatılırken, üzerine bir de günümüzün sanal / distopik dünyasının sorunları ekleniyor. Ve sosyal medyada kendi ellerimizle yarattığımız sahte kimliklerimizle bir yerlerde birileri tarafından umursanmayı umuyoruz. Sick Boy ve Spud acılarını hâlâ birilerinin elinden, bilinmeyen maddelerle yapılmış, dozu belli olmayan uyuşturucularla dindirmeye çalışıyor ve yıllar Begbie’nin öfkesini asla dindirmiyor.
“Nostalji, işte bu yüzden buradasın. Sen kendi gençliğinde bir turistsin.”
İlk filmde tanık olduğumuz tüm hayat mücadelesi ve eroinin etkileri, ikinci filmde yaşlanmanın ve hayattaki seçimlerin getirdiği yıpranma ile girilen bir mücadeleye dönüşüyor. Karakterlerle izleyiciyi ilk film kadar bütünleştiren ikinci macera, eskiden onlarla beraber koşup pek de kafaya takmayan bizleri, gençliğimizin gerçekliğinin değişimiyle yüzleştiriyor. Artık evlilik, boşanma, çocuklar ve sorumluluklar var. Başarı ve başarısızlık var. Bu başarısızlıkla baş edememe halinin yıkıcılığı Danny Boyle’un etkileyici görselliği ve Trainspotting’in kendine has kara mizahıyla en çıplak haliyle karşımızda duruyor.
T2’yi ilk filmden ayıran en önemli özelliği melankolik halinde saklı. Karakterler kendi gençliklerine birer turistmişçesine nostalji yolculuğu yaparken, biz de Trainspotting’i ilk izlediğimiz zamanlara doğru bir seyahate çıkıyoruz. T2’de, ilk filmin neredeyse zihinlere kazınmış tüm sahnelerine birer gönderme yapılıyor. Tommy’yi, Mark’ın anne ve babasını, asla unutulmayacak oda ve duvar kağıdını, Sick Boy’un bebeğini kaybedişini ve Rent Boy’un gülüşündeki boşvermişliği ziyaret ediyoruz. Ve tabii ki o efsanevi Trainspotting tuvaletini... Mark’ın eve dönüşüyle karakterlerin zihninde canlanan tüm bu sahneler ve fırsatların peşi sıra gelen ihanetler, izleyicilere o hüzünlü ve melankolik hissi tattırıyor.
Filmin tek misyonu nostalji yaptırmak değil elbette. Trainspotting’in sert eleştirel dili; hayata, politikaya ve topluma dair dokunduğu tüm meseleler zaman içinde içerik bağlamında küçük değişimlere uğrasa da bu gelenek bozulmuyor, film yine çekinmeden, en sert sözlerini söylüyor. Fakat bu kez kaybedecek pek de bir şeyi olmayan gençlerin, kaçmaya çalıştıkları gerçekleri haykırmasından çok, hayatlarında pek çok şeyi kaybetmiş adamların artık kaçamadıkları gerçekliklerine dair sözleri duyuyoruz.
Bu nostalji yolculuğu, Simon’ın kız arkadaşı Veronika’nın Spud’a verdiği tavsiyeyle başka bir anlam kazanıyor. Herkesin sempati duyduğu ve belki de içlerinde en masumları olan Spud, tüm yaşadıklarını yazmaya başlıyor. Artık birbirlerine lakaplarıyla hitap etmeyi bırakıp birer “yetişkin” olduklarını vurgulayarak isimleriyle seslenen dostlarımızla beraber, yaşadıkları tüm serüvenin içinden geçiyoruz. Fırsatların ihanetlere çıktığını ve yine başladığımız noktaya döneceğimizi biliyoruz.
Her ne kadar Mark paraları çalıp kaçtığında yeni bir başlangıç yapmış ve hayatını düzene sokmuş gibi görünse de, aslında asla eve dönemiyor. Çünkü aslında zaten hiç gidemiyor. Film de, asla hayal kırıklığına uğratmayan ve hikayenin başlangıç noktasını onurlandırmayı başaran bir yapım olarak zihinlerimizdeki yerini alıyor.