Müzikolog, besteci, orkestra şefi Emre Aracı ile Abdülhak Şinasi Hisar, geçmiş duygusu ve melankoli üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
“Sisli havada bile dünyaya bir inci içinden bakabilmek; demek ki sadece bu dersi almak için ta Suadiye’den kalkıp Tanpınar’la birlikte Londra’ya gelmiştim ve doğrusunu söylemek gerekirse içimde hâlâ 8 yaşındaki o küçük çocuktum...”
Bazı sesler, karşılaşma imkânı sunar. Kendimize yakalandığımız, nereden geldiğini bilemediğimiz tarif edemediğimiz bir kokunun, ezelden bir tadın, tanımsız, çerçevesiz izlerin ipuçlarının peşine düşmemizi ister, tamlığa doğru arayışımıza ortak olur. Bulmak da böylesi bir çabaya dâhil ise bazı sesleri bulduğunuzda sizinle beraber o da yol alır, bazen yan yana yürürsünüz, bazen içinizden geçer, bazen size uzaktan el sallar. Yaratılmışlığımızdaki bir anımıza tanıklık ettirir bizi. Anlam arayışımızı, kurduğumuz kırık dökük kavramları hiçe çeken, aşan bir şeye dönüşür. Büyük sanat eserlerinin itirafla mümkün kılınan bir yanı varsa; o ezeli sesi aramamızda müzisyenlerin yeri apayrıdır. Müziğin sonsuzluğa açılan geçip gitmeyen, geçtiği yerde izi kalan aşkın bir yanı ve kalıcılığı var şüphesiz. Kendi sesini aramaya çıktığı bu yolculukta bizim de kendimizi, ruhumuzun bambaşka yanını keşfetme imkânı sunan Emre Aracı’nın “Kayıp Seslerin İzinde” senfonisi…
Besteci, müzikolog, müzik yazarı, orkestra şefi, hatta müzik arkeoloğu Emre Aracı. Vakanüvis gibi yüzyıllar arasında görünmeyenleri iğne ile kuyu kazarak; geçmişin dehlizlerinden minicik bir detayı, bir inceliği bulup çıkarıyor. Daha çok Osmanlı sarayında Avrupa müziği çalışmalarıyla bilinse de; mutfağında bunun çok ötesinde sadece müzikten de ibaret olmayan sanatın farklı alanlarında bir külliyat mevcut. Tanpınar’ın Londra’daki izlediği konserden, Çaykovski’nin İstanbul’da dinlediği konserin şefinden, Sibelius’un Londra günlüklerine, Abdülaziz’in Londra seyahatinin detaylarına, Giuseppe Donizetti’nin İstanbul’da çıkan fırtına için yaptığı besteye, Naum Tiyatrosu’nun sürpriz konuklarına kadar daha pek çok şeyi bulmaca çözer gibi çözüyor, iz sürüyor. Makalelerinde Paris’te verilen İstanbul’daki yangın için yardım konserlerinden, ilk kadın orkestra şefinin renkli hayatından, Haydn’ın eşinin onun bestelerini beğenmeyip saçına bigudi yapmasına kadar hiçbir yerde bulamayacağımız bilgi ile karşılaşıyoruz. Marcel Proust’un izinden farklı yüzyıllarda farklı şehirlerde, şatolarda, sanatçı evlerinde, mekânlarda flanör gibi geziniyor. Çocukken BBC’ye Sir Edward Elgar’ın bestesini daha çok çalmaları için mektup yazması, yedi yaşında Rana Erksan’dan piyano dersi alması, ailesi ile araba ile yaptıkları ilk Birleşik Krallık seyahati… Müziğe, sanata ve inceliklere samimiyetle adanmış bir hayat...
Eserlerinizde, bestelerinizde fikri arka planda bazı önemli isimlerle karşılaşıyoruz. Bu kişilerden biri de Abdülhak Şinasi Hisar. Onun izinden gidersek Boğaziçi medeniyetini, Abdülhak Şinasi Hisar’a olan hayranlığınızı ve de düşünsel anlamda eserlerinize etkisini konuşmak ister misiniz?
“Ayın bir gümüş fanustan sızıyor gibi dökülen donuk ışığı güneşin maddiyatçı ziyası yerine bir mâneviyat âleminin nuru olur. Faaliyet ve hakikat ışığı güneş aydınlığı yerine, mehtap bir füsun ve hayal ve aşk ışığı döker ve gönlünden taşan bu ışıkla aydınlattığı her şeye biraz kendi huyunu aşılar”; Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nı hayatımda ilk olarak Edinburgh’daki öğrencilik yıllarımda okumaya başladığım zaman bu satırların altını çizmiştim. Hisar’ın tadına doyum olmayan o edebi üslubunda bizlere anlattığı, ne tam aydınlık ne de zifiri karanlık olan mehtabın o loş ve hayal dolu ışığının insana kendi huyunu aşıladığında hissettirdiği ve bir anda başka bir boyuta adım attığını fark ettirdiği o duyguları ilk olarak Edinburgh’da tanımaya ve anlamaya başlamıştım. Şehrin doğal ve mimari güzelliğinden ilham alarak, pazar öğleden sonraları Leith Deresi boyunca tek başıma yürüyüşler yapar, burada oturup kitap okurdum; Jane Austen, E. M. Forster romanları. St Bernard’s Well olarak bilinen, şifalı bir suyun çıktığı kaynağın üstüne 18. yüzyılda inşa edilen sütunlu tapınağından gelip geçenlere bakan Yunan Sağlık Tanrıçası Hygieia’nın yalnız heykeline ise her defasında hayran kalırdım. Yine böyle bir yürüyüşün ardından İstanbul’a yolladığım 27 Nisan 1997 tarihli bir mektubumda şu satırları yazmıştım: “Aldığım kitaplardan bir tanesini bitirdim: Boğaziçi Mehtapları. Esasında İstanbul’un ne hâle geldiğine daha da üzülmüş oldum böylece. Meğer biz hiçbir şeyin değerini bilmemişiz. [Suadiye’deki] sitede az mı sizler ‘bu gece mehtap var’ diye deniz kıyısına yürürdünüz”. Bu hislerle Edinburgh’da Boğaziçi Mehtapları keman konçertosunu besteledim. Prömiyeri üniversitenin Reid Konser Salonu’nda gerçekleşti. Edinburgh’un merkezinde, aya fırlatılmayı bekleyen Gotik bir roket gibi duran Sir Walter Scott Anıtı’na 8 yaşımda ailemle birlikte tırmandığımda birisi bu şehirde böyle bir eser besteleyeceğimi ve üniversitede ilk seslendirilişinin gerçekleşeceğini kulağıma fısıldasa acaba inanır mıydım? Konçertonun Türkiye prömiyerini ise Londra’daki öğrencilik yıllarımdan tanıdığım sevgili dostum Cihat Aşkın gerçekleştirdi. Prag’daki cd kaydını da birlikte gerçekleştirdik. 31. İstanbul Festivali’nde Arkeoloji Müzesi’nin anıtsal kapısının önüne kurulan açık hava sahnesinde bu eseri idare ettiğim zaman da solist yine Cihat Aşkın idi. Sirkeci’den yükselen vapur düdükleri arasında sıcak bir İstanbul yaz akşamında Hisar’ın kelimeleri, ne mutlu bana ki, kendi müziğimde canlanıyordu. Hatta bir defasında bu konçertoyu idare edeceğim bir konsere giderken bindiğim bir taksideki radyoda Hisar’la yapılan eski bir röportaj kaydını duymuş ve huşu içinde onun sesiyle yol almıştım. Bir İstanbul taksisinde Abdülhak Şinasi Hisar’ın sesiyle karşılaşmak! Maneviyat alemi bundan daha canlı bir şekilde size sesini duyurabilir mi?
Hisar, kendi çocukluğundan çok iyi bildiği Kanlıca’daki Asaf Paşa Yalısı’nın bir zamanlar durduğu boş arsayı ziyarete giderken “Geçmiş zamanla artık ne memurlarından, ne yolcularından kimsenin ne ailemi, ne de beni tanımadığı bir Şirket-i Hayriye vapuruna yabancılığımı duya duya bindim” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyordu: “Yabancı gözlere açılmış bu mahremiyet, bu vaktiyle taze ve şimdi uçmuş renkler, bu her biri bir arzu hatırlayan, sayıklayan vaktiyle genç ve yeni, vaktiyle süslü ve nazlı iken şimdi ihtiyar, şimdi eski, şimdi geçmiş, şimdi harap odalar, duvarlar, tavanlar, şimdi solmuş nakışlar, şimdi yıkılan taşlar hep bir gönlün, bir insanın inkıraz bulan [yok olan] talihini söylemiyor muydu? Onun eşleri değil miydi?”
Avcı Mehmet Paşa Yalısı sanırım babanızın ailesinin yaşadığı bir yalı…
Evet, Sarıyer’de bugün hâlâ ayakta duran, ancak artık neredeyse çökmekte olan ve bir zamanlar babamın ailesinin oturduğu eski bir yalı var. Avcı Mehmet Paşa Yalısı olarak bilinen o yalının hikâyelerini dedem Zeki Aracı’dan pek çok defalar dinlemiştim. Ben ne yazık ki orada hiç yaşamadım; sadece Hisar’ın Asaf Paşa Yalısı’nı anlattığı o hazin havadaki bu yalıyı her görüşümde, daha da yok oluşuna tanık olarak, hep hüzün duydum. Üstelik babamın bana söylediği gibi ve dışarıdan bakıldığında da göze çarptığı gibi yalının bir köşesinde tavanı diğerlerine göre daha yüksek olan bir odası var. Burası yalının “mehtap odası” olarak bilinirmiş ve mehtaplı gecelerde yüksek pencerelerinden içeri ayın soluk renkleri sızarmış. Doğrusu oradan mehtaba bakmayı ne kadar çok isterdim. O zaman o “füsun ve hayal ve aşk ışığı” hep gönlüme dolsun derdim. Babam, o yalıdan 74 baca numaralı Altınkum Vapuru’nun dümenindeki Hayri Kaptan’a hep el salladıklarını anlatırdı. Bazen zaman zaman düşünürüm de, keşke bir gün birileri Boğaziçi vapurlarından bir tanesine “Abdülhak Şinasi Hisar” adını verse diye ümit ederim. Ama bakın o Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği’nde ne demiş: “Ve gerçi gençlik, kendi baharında, her fikrin zehrine karşı, mevcudiyetine yayılmasına mâni olan bir panzehir buluyorsa da ben, tâ o zamanlarda, yavaş yavaş, başkalarının bize verdikleri kıymet ve ehemmiyet; hakkımızda besledikleri emniyet, muhabbet ve şefkat duygularının da, kendi benliğimizde akıl, sıhhat, saadet dediğimiz nimetlerin de, ne basit, ne kadar geçici şeyler olduklarını, çocukların eğlenmek için üfleyip, şişirdikleri ve bir an gözlerimizde tatlı birtakım hayal renkleriyle parıldadıktan sonra sönüveren sabun köpüklerinden daha canlı ve daha çok payidar olmadıklarını, evet, yavaş yavaş, bütün ömrüme sinen bir teessürle, düşünmeye, duymaya, anlamaya koyuluyordum”. Boğaziçi Medeniyeti, Büyükada Medeniyeti diyoruz, ama belki de en büyük medeniyet dersini alıyoruz onun satırları arasında saklı kalmış bu inci gibi dizili cümlelerden, Fahim Bey veya Ali Nizamî Bey’in hayatından.
Yazılarınız ve müziğiniz Marcel Proust’un izinde farklı yüzyıllarda farklı şehirlerde, şatolarda, sanatçı evlerinde, kiliselerde otellerde, mekânlarda geziniyor. Geçmişte yaşıyorsunuz. Hatta şöyle demeliyim belki de: “Geçmiş tam da aradıklarımızı yerlerinde bulamadığımız için, yokluklarının bizde uyandırdığı duygu yüzünden bizi çekiyordur; ya da yaşantıları koparıldıkları tarihe iade etmek mümkün olmadığına göre, yaşantılara koparıldıkları tarihi iade etmek.”[1]
Herhalde bugünden kaçmak ve sığınmak için olsa gerek diye düşünüyorum. Bu özlemin nedeninin yapımdan kaynaklı olduğunu biliyorum ama sebebini bilmiyorum. Bunun psikolojik bir sebebi de olabilir. Doğru ortamımın orası olduğunu biliyorum. Çiçekler bazen yerlerini sevmez ya hani. Benim için geçmiş çok zengin bir kaynak ve orada olduğumda çok verimli olduğumu hissediyorum. Geçmişteki insanların yazılarında da görüyorum ki onlar da geçmişteki insanları özlüyorlar. Öyle de bir çelişki var. Kimse yaşadığı zamandan bazen memnun olmuyor.
Güncelden bağınızı kopartıyorsunuz…
Popüler olmak düşüncesiyle karşı karşıya gelmek düşüncesi benim gibi sosyal medya kullanmayan, içine kapanık, çekingen tabiatlı birisi için zaten çok zor bir şey. Bir sanatçı eserinin geniş kitlelere mal olmasından elbette büyük mutluluk duyar; bunu inkâr edemeyiz, ama bazen de bilinmemek, rahat bırakılmak, huzurla üretebilmek daha kıymetlidir. Tanınayım da aslında hiçbir zaman bilinmeyim (Gülüyor).
“Gece yarısı sokaklar köpeklerin kontrolündeyken, mezarlar, yosun tutmuş duvarlar, cumbası eğilmiş ahşap evler, betonu sıvası dökülmüş yeni binalar, çamurlu sokaklar, Arnavut kaldırımları, bütün bunların İstanbul’da yaşayan insana geçirdiği bir hüzün duygusu vardır. Bu şehrin orada yaşayana verdiği temel duygudur. Türk Melânkolisi diyeceğimiz hüznün felsefi bir yanı da vardır: Kendi içine çekilme. Başarılı zengin olmaya karşı bir uyarıdır da Türk hüznü. Sanki hüznün felsefesi bize ‘Sakın hayatta başarılı olmaya kalkma, sakın âşık olduğunda onunla evlenmeye kalkma, bunları yapamayacaksın. Başarının peşinden değil de kendi içine çekilerek kendi vakarının herkes gibi olmanın özel ve özgün olmanın değil; herkese benzemenin bir yolunu bul.’ der hüzün felsefesi.” diyor Orhan Pamuk ve “İstanbul benim uzvum kolum bacağım gibidir, onu bir manzaradan ziyade bir organımmış gibi görüyorum, bu şehirle öyle bir bağ kuruyorum” diye de ekliyor. Tanpınar ise “Şark’ı bazen bir zenginliği, bazen alıştığım bir hastalığı sever gibi severim” diyor. Bu coğrafyada yaşayanlar için bugün hâlâ geçerli bir söz olabilir Adorno’nun şu sözleri: “Yanlış hayat, doğru yaşanmaz.” Coğrafya biraz da keder ise ve içimiz denilen yer dışarısı ile oluşuyorsa; sizin melânkolinizin kaynağı nedir o hâlde? Yıllardır Birleşik Krallık’ta yaşıyorsunuz. Bu ülkeden aldığınız ilhamı, gittiğiniz her yerde taşısanız da; sizin de vurguladığınız gibi Batı’yı aydınlatan, Doğu’nun güneşi olsa da bu coğrafyadan uzak bir yerde yaşadığınız için burada yaşayanlara miras olarak kalan sıkıntılardan azade olma ihtimaliniz söz konusu. Eserlerinizde güçlü bir duygu olarak melânkoli ve hüzün hissediliyor…
İzninizle Elgar gibi Türk kahvemi bir yudumlayım. Türk kahvesi 17. yüzyılda Londra’ya ulaştığı zaman, 1652’de Londra’nın ilk kahvehanesini açan ve hatta adına bir plaket dahi bulunan – Londra’da Türk İzleri kitabımda da geniş yer verdiğim – Pasqua Rosée bir ilân bastırıp kahveyi İngilizlere tanıtmış. Bugün orijinali British Library’de bulunan bu ilânda kahvenin insan sağlığına olan faydaları madde madde anlatılıyor. Bunlardan biri de melânkoliye iyi gelmesi. Bunu okuyunca çok şaşırdım, çünkü ben de günde mutlaka iki tane Türk kahvesi içerim ve güne Türk kahvesiyle başlarım. Kendimi o zaman daha iyi hissederim. Hüzün ve melânkoli yaratıcılığın temel taşları gibi geliyor bana. Bu bir yapı meselesi aslında. Daha önce de değindik; mehtap ışığı farklıdır, güneş ışığı farklıdır. Kimilerinin ruhunda mehtap var, kimilerinin ruhunda güneş var. Kimilerinde ise her ikisi de var. Belki benim içimde mehtap daha ağır basıyor. Güneş de var tabii ama her nedense mehtabın gizemi daha bir farklı, yorumlara açık, daha muğlak, belli belirsiz. Mesela Virginia Woolf’u ele alalım. Ne kadar düşünceleri kapı kapı açılan bir katmanda ve onda da hüzün bol miktarda, sis bol miktarda mevcut. Mrs. Dalloway’i Londra sokaklarında okuduğum zaman, Londra sokaklarında onunla dolaşırken hissediyorum. Kendi bulduğum bir hikâyeye onu bağladığım zaman bu sefer benim yaptığım çalışmalar yeniden hayat bulmuş oluyor. Bu bir yerde bir coğrafyaya has bir şey değil. İngilizlerin Thomas Gray’i mesela. Bunun örnekleri pek çok literatürde mevcut ama bir yerde sizin kimyanız, içgüdüsel bir şey. Romantik yapım da buna daha yatkın olsa gerek. Örneğin İngiliz şair John Keats’i çok severim. Melânkoli hissini anlattığı bir şiiri vardır; Ode On Melancholy. Keats’in Hampstead’deki müze evine giderim zaman zaman. Onun oturduğu kanepede uzun uzun otururum. Kim bilir belki de bu yaratıcı büyük insanların yaşadığı mekânları ziyaret ederek ve onlarla hayali bir arkadaşlık kurarak içimde duyduğum o derin yalnızlığa ve melânkoliye bir tür teselli bulmak isterim. Sonra onun bir mektubu gözüme ilişir. Arkadaşı Benjamin Bailey’e 22 Kasım 1817 tarihinde yazdığı mektubu. O mektupta şöyle der Keats: “Hiçbir şeyden emin değilim ama kalbin duygularının kutsallığından ve hayal gücünün doğruluğundan eminim – hayal gücünün güzellik olarak yakaladığı şey gerçek olmalıdır – önceden var olup olmadığı önemli değildir – çünkü tüm tutkularımız hakkında, aşk hakkında düşündüğüm gibi düşünüyorum: Hepsi yüce hâlleriyle, özsel güzelliğin yaratıcısıdırlar”. Kendi yaratıcılığımın değerinden emin olmasam da hayatıma anlam veren böylesine anlamlı düşüncelerin ve sözlerin başkalarına da ulaşmasında soyadım gibi “aracı” olmaya kararlı olduğumdan eminim. Kendinizi kalabalıklar içinde yalnız hissedip Hampstead’e gittiğiniz bir gün “kalbin duygularının kutsallığı”na inanan Keats’in “hayal gücünün güzellik olarak yakaladığı şey gerçek olmalıdır” sözüyle yolunuza – yalnız da olsanız, kalbiniz kırık da olsa – işte böyle devam edebiliyorsunuz. Hatta bir makalemde de bahsetmiştim; E. M. Forster’ın Manzaralı Bir Oda romanını çok severim. Romanda beklenmedik bir İstanbul göndermesi de yer alır. Bertolini Pansiyonu’nun sakinleri arasında bulunan, hiç evlenmemiş yaşlı iki kardeş ‘Miss Alan’lar, İstanbul’da manzaralı bir pansiyona gitmeyi arzularlar. Aslında onların hayalindeki yer, “kalplerinde periler diyarında tehlikeli denizlerin köpüğüne açılan, sihirli pencereleri olan kimsesiz bir pansiyon”dur ve buranın adı “Pension Keats”tir. İstanbul’da bir Keats Pansiyonu’nu belki yalnızca Forster hayal edebilirdi ama Manzaralı Bir Oda’da bir cümlede belirip kaybolan bu hayal bile benzer ruhlar için birçok hayale eşdeğerdi. Belki ben de kendime böyle bir pansiyonda manzaralı bir oda arıyorum.
Düşünsel anlamda melânkolik ve yalnız biri misiniz?
Doğru, söylediğiniz melankoliyi içimde hissediyorum ve müziğime de bu melankolimin yansıdığını düşünüyorum. Kesinlikle yalnız bir insanım. Kalabalıklar içinde yalnızlık diye tarif edebilirim. Bunlar hep zincirleme giden şeyler. Sanat ısmarlama bir şey değil, nefes almak gibi bir şey. Yalnız olduğunuz için üretiyorsunuz zaten. Bu bir ihtiyaç. Bu böyle tercih değil, bununla doğmak gibi bir şey. Mesela ben hatıralara çok meraklıyım, her gün günlük tutarım. Ailemizle ilgili özel bir hatırat yazdım. Seneler sonra dedemin de kurşun kaleminden eski harflerle bir aile hatıratı ortaya çıktı ve hiçbirimize söylememiş. Yazmış bir köşeye bırakmış. Bir arkadaşım başlığını “hayatım” diye okudu. Ve dedemin emekli olduğunda oturup yüzlerce yıllık aile hatıratı yazdığı ortaya çıktı. Ve ben bunun transkripsiyonunu yaptırdım, çok heyecanlandım. Biraz da genetik bir şey sanki. Hüzün aynı zamanda insanı yıpratan bir şey. O hüzün bir müziğe dönüştüğü zaman, insanlar da hassas zamanlarında o müziği duydukları zaman onların içinde yeniden hayat bulunca işte sanatın inanılmaz mucizesi burada yatıyor.
Çocukluğumda Nişantaşı’ndaki evimizin hışırtılı kısa dalga radyosunda BBC Dünya Servisi’ni tek kelime İngilizce bilmeden bulup, kulak verdiğim zamanlar en çok Big Ben’in o radyo dalgalarında yankılanan çan seslerini hatırlıyorum. Kasvetli, sisli, yağmurlu Londra’yı hayal ederdim. Severim o tür havaları. Londra’da Bush House’tan o yıllar yayın yapardı BBC Dünya Servisi Radyosu. Zaten hâlâ radyo dinlerim; televizyona kıyasla radyo her zaman tercihimdir. O zamanlar bugün pek duyamayacağınız türden BBC radyo spikeri o devir ağdalı İngilizcesiyle “This is London” der ve ardından da parlak bir sinyal müziği duyulurdu. Sonradan bu çalan parçanın eski bir İrlanda şarkısı olan Lilliburlero olduğunu öğrendim. Enteresan olan bu şarkı ilk olarak Londra’da 1661 yılında yayımlanmıştı ve yayımlandığı nota albümünün adı An Antidote Against Melancholy, yani “Melânkoliye karşı bir panzehir” idi. Öyleyse 1660’larda Londra’da Pasqua Rosée’nin kahvehanesini açtığı dönemde, müziğin melânkoliye karşı panzehir etkisi, Türk kahvesinin bu alandaki gücü kadar etkin bir şekilde kullanılıyordu. Ne de olsa Robert Burton’un, ünlü kitabı The Anatomy of Melancholy’nin yayımlanmasının üzerinden daha henüz 40 yıl geçmişti. Birleşik Krallık’a taşınmamın ardından ben de o aynı Bush House’un kapısından bir gün içeri girecek ve BBC Dünya Servisi Radyosu’nun Türkçe Servisi’ne konuk olacaktım ama bu defa Big Ben’in her saat başını vurduğu frekanslarda kendi cd kayıtlarımdan orkestra aranjmanlarım ve bestelerimin ses dalgaları Londra’dan İstanbul’a ulaşacaktı. Dinleyici için o yayındaki müziğin panzehir etkisi oldu mu bilmiyorum ama benim için hayatımın en mutlu anlarından biriydi Aldwych üzerindeki o tarihi binada bulunan stüdyoda oturup bir zamanlar çocuk olarak Nişantaşı’ndaki evimizde dinlediğim o aynı BBC Radyosu’nun mikrofonuna yıllar sonra kendi müziğim eşliğinde konuşuyor olmak.
*Yaşamını İngiltere’de sürdüren Emre Aracı, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Avrupai müzik geleneği üzerine araştırmaları ile tanınır. Boğaziçi Mehtapları başlıklı bir keman konçertosu ve V.Murad adlı bir bale müziği yazmıştır. Yayımladığımız bu röportajın bir diğer bölümü Varlık Dergisi’nin Eylül 2024 sayısında okurla paylaşılmıştır.
*Emre Aracı’dan Seçme Klasik Spotfy Listesi
Beethoven - 5. Senfoni
https://open.spotify.com/track/4mw5oRBKNBfNV0dXAOIcne
https://open.spotify.com/track/1nPzDGBlnNB80T1wM6gPGv
https://open.spotify.com/track/6UyBRgGyuglYgRHkDOZ0Es
https://open.spotify.com/track/14qxLARk2r6we5IdI3oMKA
Çaykovski - Patetik Senfoni
https://open.spotify.com/album/3mTueXoQMuC8kZcbKWkhb2
Emre Aracı - Kayıp Seslerin İzinde Senfonisi
https://open.spotify.com/album/2LJkToraRGvpHxetr72C9T
Puccini - Madama Butterfly
https://open.spotify.com/album/7sxyUByAHx4D9UVggIkFCw
Wagner - Lohengrin
https://open.spotify.com/album/3qjHlSLMggUFLRytjGx2ka
Caruso- Ideale
https://open.spotify.com/intl-tr/track/12D7Zu8GEcz7cWwPSDu5sh
Giuseppe Donizetti - Mahmudiye Marşı
https://open.spotify.com/track/0wxf22z1nEoG91d9aMJ8KA
Giuseppe Donizetti - Mecidiye Marşı
https://open.spotify.com/track/4Dqoi7qU3Vb68XK6J4E4Wj
Luigi Arditi - Inno Turco
https://open.spotify.com/track/1xBpUsNFTnj9IGMkE4rTu3
https://open.spotify.com/track/2ePbwhePHLUjc4zZK6QJ4H
https://open.spotify.com/track/1AtlYA2fMN0O47R0g0RBOC
Verdi- Macbeth
https://open.spotify.com/album/0DsC2iCWy0hhBXwEXniQQV
Gaetano Donizetti- Lucia di Lammermoor
https://open.spotify.com/album/729Y6eba7COp16IGMikjSr
Emre Aracı - Boğaziçi Mehtapları Keman Konçertosu (Solist: Cihat Aşkın)
https://open.spotify.com/track/7BqNOnLa4EhAm1sz7BfV00
https://open.spotify.com/track/77pkGi3WG5TXYcOh0xGUjk
https://open.spotify.com/track/0rWBletaGl2LkKWP995jeh
Sir Edward Elgar - Enigma Varyasyonları
https://open.spotify.com/album/2TM5vanNqnVzeUovSArNZR
Sultan Abdülaziz - La Gondole Barcarolle
https://open.spotify.com/track/72TFH9AiVOvADiEx9oU9gx
Ekselansları Ömer Paşa'nın Eşi - La Majör Marş
https://open.spotify.com/album/0SmVBBCS16vd0313edUOXz?uid=240f1228ff25943745de&uri=spotify%3Atrack%3A7k90ukcGBK0MogTo4mgaah
Rossini - Sultan Abdülmecid için Askeri Marş
https://open.spotify.com/track/3yFjTiMCHca8DVW39uygx0
WPR Cope - The Turkish Ambassador's Grand March
https://open.spotify.com/track/2Q1wm8Oi8lK0jwW6BlgPvP
Angelo Mariani - Hymne National (Sultan Abdülmecid için Şarkı-i Duaiye)
https://open.spotify.com/track/0Q7aDvoAFjJF7JXystSOsr
Sir Paolo Tosti - Ideale
https://open.spotify.com/track/4SCdlfzrllTJ9McjIPrk7B
Reynaldo Hahn - Mai (Mayıs)
https://open.spotify.com/track/6ciZ3KdZ3XurPuPyQQHfGG
Ahmed Adnan Saygun - Yunus Emre Oratoryosu
https://open.spotify.com/album/0M7VuviXSfCl8rbLsQFY5R
Lilliburlero
https://open.spotify.com/track/5UKcvRFCRHDreOmB6ywf4f
[1] Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak: 1980’lerin Kültürel İklimi, Metis Yayınları, İstanbul, 1992, s.50