Pedro Almodovar, henüz Türkiye’de gösterime girmeyen son filmi Julieta vesilesiyle Jonathan Romney ile konuştu. Guardian’da yayımlanan röportajın çevirisi yazının devamında yer alıyor.
Pedro Almodovar artık daha mı saygın? Buna evet diyebilirsiniz. İspanyol yazar ve yönetmen Almodovar şöhretini 80’li yılların sonlarına doğru yakaladı malum. Başlarda alt tabaka insanlarının hayatlarını anlattığı yüksek melodramalarıyla kötü bir üne sahip olan yönetmen, 90’ların ortasında çektiği Annem Hakkında Her Şey ve Volver filmleriyle bunu tersine çevirmeyi başardı. Artık bir Avrupa klasiği sayılan yönetmen “daha elegan, yüksek sanat ciddiyetine sahip ve duygusal olarak daha kompleks” işler üretiyor. Yönetmenin son filmi Julietta, Nobel ödüllü Kanadalı yazar Alice Munro’nun üç kısa öyküsüne dayanıyor. 66 yaşındaki yönetmenle Londra’daki otelinde buluştum.
Almodovar’ın son iki filmi outré tarzına döneceğine işaretti. The Skin I Live In sayesinde meşhur keşfi Antonio Banderas ile tekrar bir araya gelen yönetmen “gotik cerrahi” bir transgender hikayesi anlatıyordu. Onun kadar başarılı olmayan I’m So Excited ise İspanyol izleyici tarafından sevilmesine rağmen yere çakılmıştı.
Fakat Almodovar, Julieta filmiyle tekrar kendini buldu denebilir. Alice Munro’nun 2004 tarihli Runaway koleksiyonundaki hikayelerine dayanan film, bir kadının biyografisini anlatıyor. Film, Almodovar sinemasına iki yeni kadın oyuncuyu daha ekliyor: Julieta’nın orta yaşlı hali rolündeki Emma Suarez ve gençliği rolündeki Adriana Ugarte. Flashback’lerle örülü film, kompleks anlatımı, aşk üçgeni ve onu takip eden trajedisiyle Julieta’nın depresif izolasyonunu anlatıyor. Almodovar’ın film için yorumu “saf drama” şeklinde. “Diğer filmlerim ‘saf değil’ değil, saf olmamak İspanyolcada sevmediğim ahlaki bir anlama sahip. Ben daha çok kısıtlama istiyorum” diyor yönetmen.
Niyeti tarzından tanıdık izler çıkarabilmek. “Kimse şarkı söylemiyor, kimse sinema hakkında konuşmuyor ve mizah yok. Kendimi bu yöne doğru itelemeliyim; bazen provalarda aktörlerin rahatlamasıyla tuhaf komik bir çizgi ortaya çıkıyor. Fakat artık mizah kullanamamaya karar verdim. Bunun acı dolu bir hikayeyi anlatmanın en iyi yolu olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda, 20. filmimde böyle bir değişiklik yapmak fantastik” diye belirtiyor..
Yönetmen, Alice Munro’nun hikayelerini sevdiğini söylüyor. Çünkü Munro “kendini yazı yazan bir ev hanımı olarak tanımlıyor”. Munro’nun yazma tarzının özü yönetmenin ağzından: “Muazzam bir yabancılık. Sinemaya uyarlanmasının imkânsız olması onun hakkında en sevdiğim şey, fakat bunlar aynı zamanda hikayenin en önemli ögeleri. Filmin sonunda, karakterler hakkında başladığım zamankinden çok daha az şey bildiğimi hissettim. Benim için bu hayli olumlu bir şey.”
Julieta aynı zamanda yönetmenin ruh halini de yansıtıyor. “Son üç yılda, fiziksel acı ve büyük bir yalnızlık çektim” diyor. Eğer senaryo başka bir on yılda yazılmış olsaydı, Julieta’nın Madrid sokaklarına çıkıp, insanlarla tanıştığı bir şey yazabileceğini söylüyor. “Başkalarının problemleriyle ilgili olabilirdi. Fakat şimdi sadece kendi yalnızlığı hakkında konuşuyor. Yalnızlık hakkında çok şey biliyorum”.
Bunu derken ne kastettiğini soruyorum, neden özellikle şimdi; çünkü sürekli yalnızlık hakkında konuşuyor. “Bu durumda, yalnızlık benim seçtiğim bir şey. Yalnızlığı bu tarz işler için deneyimlemeniz gerek” cevabını veriyor.
Yazmak için yalnız olmaya ihtiyaç duymak gibi mi soruma: “Bu her şeyin karışımı. Zamanın geçiyor oluşu, giderek yaşlanmak, daha az heyecan duyma hakikati. Her şeyin daha az heyecanlı olduğu bir yaştayım ve ilhamı bulmak için içime, kendime, evime; dışarıya baktığımdan çok daha fazla bakıyorum. Mizantrop olmaktan korkuyorum. Başka insanların sorunlarını görmek ve empati kurmak istiyorum. Kendimi çok izole etmemeye dikkat etmem gerek” diye karşılık veriyor. Bu cevap İspanyol eleştirmenlerin yönetmenin uluslararası profilinin eleştirisine bir cevap aynı zamanda.
Bunu dedikten sonra omuz silkiyor: “Neyse, Şikayet etmeyeceğim… Fakat migrenim var, tek kulağım duymuyor ve fotofobiğim. Ödül törenlerine gitmiyorum çünkü televizyon ışıkları bütün gece çekilecek migren demek. Bu yüzden İspanyol basını beni hor görüyor”.
Ve ekliyor: “Bazen yalnızlık çok belirgin bir yerden gelir. Sigara içmiyorum, alkol kullanmıyorum, ilaç almıyorum, iyi işitmiyorum. Diğer insanlar için zahmetli ya da sıkıcı olmak istemiyorum, bu yüzden de evde kalıyorum. Bu kadar basit.”
2016 Almodovar için kolay bir yıl olmadı. Nisan ayında uzun yıllar birlikte çalıştığı, egzantrik ve duayen oyuncusu Chus Lampreave yaşamını yitirdi. Birkaç gün sonra, Julieta’nın vizyona girmesinden evvel, yapım şirketi Panama Papers ile sorunlar yaşadı. O dönemi şöyle anlatıyor: “Çok kötü bir dönemdi. Bütün gazeteler ve televizyon programlarının gündemindeydim. Basın en sansasyonel biçimlerde beni kullanıyordu. Korkunçtu, nefret edilenler listesine girmiş gibiydim.”
Ardından yönetmenle ilham üzerine konuşuyoruz. Almodovar’a göre seçim kendi kendine çıkan bir şey, tıpkı Alice Munro’nun hikayesinde olduğu gibi. Dediğine göre hikayenin kendisi gelip yönetmeni kendisine hayran bırakmış. “Hakikaten bir hikayeyi yazıp yazmayacağıma karar verme aşamasında çok bilinçli olmuyorum. Geçirgen bir insanım, hikayeye kendim karar vermiyorum. Böyle deyince paranormal geliyor”.
Usta yönetmenin şu anda ne okuduğunu merak ediyorum ve asistanı yandaki odadan getiriyor. Norveçli yazar Torborg Nedreas’ın Nothing Grows By Moonlight’ı. Almodovar kitap hakkında “fantastik” diyor coşkuyla. Kitabı sonradan araştırıyorum, kitap öğretmenine karşı mazoşist seviyede takıntılı bir madenci kızı hakkında. Bu yönetmenin kötümser ruh halinin bir açıklaması gibi görünüyor ve insan yönetmenin kendi içinde bazı esprilere ne zaman izin vereceğini merak ediyor.