Sidikli Kasabası Müzikali ve Örümcek Kadının Öpücüğü oyunlarıyla tanıdığımız ve bu yıl DasDas Sahne’de temsillerini gerçekleştiren Alacakaranlık Kuşağı oyununun rejisörlüğünü üstlenen Oğuz Utku Güneş ile buluştuk. Güneş ile tiyatral bakışı, oyuncularla birlikte projeye yaklaşımı, reji metodu ve oyunu sahneye koymadan önceki çalışma prensipleri üzerine sohbet ettik.
Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nden mezun olan oyuncu ve rejisör Oğuz Utku Güneş 2001-2010 yılları arasında birçok tiyatro oyununda rol aldı ve 2011 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda Sidikli Kasabası Müzikali adlı Broadway müzikalini yönetti. TiyatroHâl’de Manuel Puig’in Örümcek Kadının Öpücüğü adlı eserini uyarlayıp sahneye koydu. Albert Camus'un Adiller oyunu ile Bakırköy Belediye Tiyatroları'nda Jean Genet’nin Hizmetçiler adlı eserini yönetti. Şuanda geçtiğimiz sezonun sonunda sahnelenmeye başlayan ve bu sezon da temsillerine devam eden Alacakaranlık Kuşağı’nın hem yazarı hem de yönetmeni olarak karşımıza çıkıyor. Oyunun oyuncu kadrosunda da yer alan Oğuz Utku Güneş’in yanında Çağdaş Tekin, Melina Özprodomos, Doruk Şengün ve Ayşegül Tekin’de kadroda yer alıyor.
2011 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda Sidikli Kasabası Müzikali adlı Broadway müzikalini yönettiniz. Bugün halen konuşulan bir müzikal olduğunu da söyleyebiliriz. O günden bugüne rejisör olarak oyun sahneye koyma konusunda bakışınızda nasıl değişimler oldu?
“Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor yürekten gelenin doğal rengini” diyerek Hamlet’ten alıntılasam çok teatral bir antre olur ama derdime de tercüman olur. Daha az bilmekteyken duyularla, güdülerle hareket ediyordum. Şimdi vardığım noktada bir şeyleri daha iyi bilip yeteri kadar bilmemekte olduğum bilinci beni duraksatıyor. Varacağım yerde ise bildiklerimi unutacağım belki. Esasında, şimdi yaptığım gibi her oyunda daha sonra sahneleyeceğim oyunla ilgili bir şeyi deniyorum. Müsaitsem değişim geçirmektense öze varmaya çalışacağım.
2013 yılında Manuel Puig’in Örümcek Kadının Öpücüğü adlı eserini sahneye uyarlayıp yönettiniz. Sahnehâl’de temsilleri gerçekleşen oyun oldukça çarpıcı bir konuyu ele alıyordu. Oyunları sahneye koymadan önce ilginizi ne çekiyor?
Önce bağımsız bir yönetmen olarak oyuna soruyorum; Ey oyun, senin aracılığınla göz ardı edilen doğrulara, çözülmesi istenmeyen meselelere cüret edebilir miyim? Seninle kuracağım temas bizleri; seyirciyi, oyuncuyu, beni dönüştürecek mi? Umur kalmamış bir dünyada tiyatro yapmak için verilecek mücadeleye, oyuncunun aylarca seni prova etmesine, yıllarca seni oynamasına, senin için akacak terlere, kurulacak düşlere, girilecek patolojilere, kendini adayacak çocuk ruhlu insanların umutlarına değecek misin? Senin bana ihtiyacın var mı, başkası sahnelese de oluyor mu? Ben seni kendime rağmen sahneleyeceğim için haddimi bağışla, suallerimi karşıla.
Sonra bağımlı bir seyirci olarak soruyorum; Ey oyun yine ben; yaşadığımız gün ve koşullarda hayatın tedirgin edici belirsizliğine ve ekonomime rağmen aylar öncesinden biletler alıp, peşime taktığım sevdiceklerimle kent badireleri atlatarak iki saatte tiyatroya getirdiğim zihnime, gözlerime, kalbime dokunacak mısın? Beynimi gıdıklarken, bir vicdan taşıdığımı hatırlatacak mısın? Bilgiçlik taslamak yerine zekama güvenecek ve yalan dinlemek yerine oyun izlememi sağlayacak mısın? Bilip de değiştiremediğim şeyleri başıma kakmadan, ajite etmeden, onları değiştirebileceğim umuduyla beni tiyatrodan uğurlayacak mısın? Televizyonda göremeyeceğim bir yorumu, sansasyonsuz, fabrikasyondan uzak, yürekten gelenle seyredebilecek miyim? Haydi olmadı sahnenin, oyunculuğun, uyum ve uyumsuzluğun sonsuz olanaklarıyla bana bir nebze dışarıyı unutturacak mısın? Oyun haliyle köşeye sıkışıyor biraz. Ama uzlaşıyoruz.
Bu yıl ikinci sezonuna giren son oyununuz Alacakaranlık Kuşağı DasDas’ta temsillerini gerçekleştiriyor. Gerçekten ritim olarak yüksek, trafiği ve matematiği karmaşık bir oyun. Bu oyunu yönetirken nasıl bir reji çalışması yaptınız?
Bu yıl oyunlar hızlı gelişti. Alacakaranlık Kuşağı bu sezonki üçüncü çalışmam. Sezon dönümüne yakın oynamaya başladığımızdan bizim için ilk sezonumuz aslında. Beş aktörün yirmiye yakın rol oynadığı, oyuncuların oyunlarını her an tasarlayan, dolayısıyla da zorlayıcı bir reji Alacakaranlık Kuşağı. Metni çalışırken nasıl sahnelenmesi ve oynanması gerektiğini yazmış, oyun kurallarımızı belirlemiştik çoktan. Şekillenmesi oyun içinde oyun olarak uyarladığım Örümcek Kadının Öpücüğü’nde başlamıştı; iki mahkumun söz ettiği gerilim filmi Kedi İnsanlar’ı, paylaştıkları anılarını, fantezilerini, kâbuslarını düş platformu diye isim taktığımız yükseltilerde oynuyorduk. Molina ve Valentin düş ile gerçeklik arasında birer portal oluyor, hatta Valentin anlatılan filmde rol üstlenerek düş platformuna geçip gerçekliği bir katman daha büküyordu. Bilim kurgu değil; büyülü gerçeklik ile oyunu yorumlamaktan söz ediyorum. Adalet ve vicdan temelli bir masalsılık. Orada Alacakaranlık Kuşağı için yapmak istediklerimi tecrübe ettiğimi farkındaydım.
Dediğiniz gibi, Alacakaranlık Kuşağı; oyuncuya sinematografik ve çizgi romansı biçem olanakları sunan ve hareketli bir reji için dolantı sağlayan yalın düş platformları üstünde ve yetkin bir ışık tasarımı içinde oynanıyor. Yani bu oyunu hala Örümcek’teki (Örümcek Kadının Öpücüğü) mahkumların gözünden seyrediyorum ben. Belki de Molina anlattığı için muzur anlatıyor, Valentin ise sebeplerini sorguluyor.
Alacakaranlık Kuşağı absürt bir komedi olarak karşımıza çıkıyor. Oyunun yazarı olarak nostaljik bir Amerikan konseptinin içine yerel komedi unsurları yerleştirerek vurgulamak istediğiniz ne oldu?
“Her şey dışardan göründüğü gibidir” diye kaygı verici bir saptamam var. Gizli gizli yaptığın çoğu şey diğer insanlarla ortak noktandır. Bu oyunda rollerimizin kimsenin şahit olmadığını sandıkları şeyleri yaparken görünmesini istiyoruz. Ki dışardan nasıl göründüğü görülsün. Onları zaaflarıyla, dik kafalılıklarıyla, vicdansızlıklarıyla, açgözlülükleriyle, huylarıyla oynatıyoruz. Seyirci rollere acıma duygusu kurmadan, insan evladının ortak kodlarını kritik etsin istiyoruz. Defalarca Freud ve Jung’a yüzümüzü döndük. Garibim insanoğlunun anlatılacak hikâyesi varoluşun var olanla eşleşmediği yerde başlıyor; bunu denklemek için çırpınıp duran, mânanın mayasını tutturamayan kendimize acı acı gülmeyelim de ne yapalım?
Yanıt bu mu diyeceksiniz, söylemeye çalıştığım; komedi dediğimiz aslında bir yüzleşme. İroniyi toplu halde algılamanın getirdiği kahkaha refleksi. Tiyatro bu, çarpar. Yüzümüze çarpar. Esas komedi unsuru bence; stilden stile dümen kıran oyun yapısına, başlarından geçen doğaüstü olaylara rağmen hâlâ rollerin insanı yadırgatacak, hatta ürpertecek gerçeklikte şeyler söyleyip yapıyor olmaları.
Yerli komedi unsurları ise şu bilinçte olduğumuzu vurguluyor; ekip ve oyun olarak var olduğumuz lokasyonu yok saymıyoruz, oyun kurucular biz değilmişiz gibi yapmıyoruz. Bilim-kurgu ve gizem sinemasının konsept atası Alacakaranlık Kuşağı ve türevlerini tiyatro için yazmak ve oynamak fikri bile o kadar absürt ki zaten bu ancak bir yerlinin, bir Nasreddin Hoca torununun aklına gelirdi. Komedi ve hiciv; bu absürt kalkışmayla başlıyor. Yerli ya da yabancı, bir şeyi öyleymiş ya da değilmiş gibi yapmak yerine bir ortak kültürel ve toplumsal belleğimiz olduğu farkındalığıyla yazdım oyunu. Ya da olduğu var sayımıyla…Çünkü hepimiz Alacakaranlık Kuşağı’nda yaşıyoruz, hem de dizi olanda değil, terminolojik olarak. Hem de bugün değil, başından beri.
Genellikle çalıştığınız oyuncularla yeniden çalıştığınız görülüyor. Sidikli Kasabası Müzikali’nde çalıştığınız Doruk Şengün ve Örümcek Kadının Öpücüğü’nde çalıştığınız Melina Özprodomos, Ayşegül Tekin ve Çağdaş Tekin yeniden Alacakaranlık Kuşağı oyununuzda karşımıza çıktı. Tanıdığınız oyuncularla çalışmak tercih ettiğiniz bir şey mi? Oyuncu seçimi yaparken nasıl bir süreç geçiriyorsunuz?
Henüz sadece bir fikirken onlara sordum; Melina, Ayşegül, Çağdaş, Doruk! “Siz varsanız” bizim için bir hayale soyunacağım, benimle soyunur musunuz? Yoksanız ben otuz yıl daha düşünüp yapmama kapasitesine de sahibim. Saydıklarımızla sınırlı değil isimler tabii. Tasarımcısından asistanına, elini verenden kolunu kaptırana, DasDas Sahne’ye kadar hepimiz soyunduk. Tiyatro için oyunculuktan fazlasını yapacak oyuncularla birlikteyim. Sonra ışık tasarımda Ayşe Ayter, oyuncumuz ve reji asistanımız Özlem Alpözü, sahne tasarımında Ceren Yılmaz'la Örümcek Kadın’ın ağlarını örerken de yine birlikteydik. Alacakaranlık Kuşağı’nı yazmayı benimle birlikte Çağdaş ile Ayşegül de üstlendi. İhtiyaç duyuyorum ki tüm mürettebat proje yönetmeni gibi sorumluluk alsın. Ki böylece olsun.
Velhasıl tanıdığım oyuncular demeyelim de, benimle birlikte oyun icat edeceğini öğrendiğim oyuncularla tekrar çalıştım diyelim. Oyuncularla yeni tanıştığım oyunlarım var, olacak da. Bu sefer de onları öğrendiğim için onlarla da tekrar çalışmak istiyorum. Bizi takip edenler de bu “saykolar” yeniden bir araya geliyorsa “bir şey” geliyor desin.
Rejisörlüğünü gerçekleştirdiğiniz oyunlarda bazen sizi de sahnede oyuncu olarak görmek mümkün. Oyunu sahneye koyma sürecinde dışarıdan bir göze ihtiyaç olduğunu düşünürsek hem yönetip hem oynamak nasıl bir prova süreci geçirmenize neden oluyor? Özel bir yönteminiz var mı?
İkidir öyle gelişti. Zaten ben oynamıyordum masa başı aşamasında. Ben oynamazken Host’u herkes oynayacaktı; zamanla kendimi içinde buldum, öyle de gerekti. Rolden role düştüğümüz final bölümünü ben sahnedeyken sahnelemek güçtü hakikaten. Yönetmen de olsanız yönetmensiz oynamayın.
Oyunlarınızda oyuncular bir çerçevenin içinde donup kalmış gibi sanki anlık fotoğraf pozları verebiliyor veya fiziksel devinimlerini hep yüksek tutup belirgin bir karaktere dönüşebiliyorlar. Çizgi romandan fırlamış gibi görünen bu karakterleri kafanızda belirlediğiniz bir konsept mi yaratıyor?
Gittikçe konseptleşiyor sanırım. Epizodik yapılı sahnelemelerimde, izleyen sebebini bilmese bile, oyuncunun aslında oyuncu değil hikâye kişisi olduğuna dair bir vurgu. Tercih ettiğim bir şey. Bir seyirci olarak sahnede rolü oynayanla tanışmadan önce silüetini ve kaba hatlarını görüp düş gücümü harekete geçirmeye, oyuncu ile rol kişisini ayırmaya ihtiyacım var. Kendi illizyonum için. Oyun akarken ışık kademe kademe odaklanıyor, tıpkı uzaktan kamerayla hikâyenin geçtiği yere yaklaşmak gibi; yüz, ifadeler, et yavaşça ortaya çıkıyor. Sahne finallerinde de tersi olarak.
Fiziksel devinimin yüksekliği benim rol yapmaya bakış açımın “davranmak” olmasından kaynaklanıyor. “Act” davranmak adı üstünde. Oynayan ya da rol yapan değil; aktör davranan demek.
Tiyatro dilinizi en iyi ne tanımlıyor? Kendinizi ifade ederken benim ifademe en uygun olan şey bu veya konuları daha iyi aktarmama böyle bir dil daha yardımcı oluyor dediğiniz özel bir yönteminiz var mı?
Oluştu evet, ben variante (varyant) kelimesinin karşıladığı bir şeyi yapıyorum. Yani belli bir noktadan ayrılıp başka bir noktadan aynı yolla birleşen farklı bir yol izliyorum. Kelime anlamıyla masal, efsane, gelenek, eser veya bir metnin aslından az çok ayrılan, değişke biçiminde olanı. Ana tipten ayrılan ama ana sorumluluğuyla olan.
Esas aşama da şöyle gelişiyor. Önce film senaryosu gibi alıyorum metni elime. Dünyanın herhangi bir yerinde oynanmış çağdaş bir metin, edebi bir klasik ya da bir antik yazarın oyunu olabilir bu. Sonra oynayacağım oyunun tiyatro dilini oluşturmak için yazarın kimliğini, hayatını, yazma nedenini, dönemini gözetmekle başlayan bir dramaturji ve sebeplendirme süreci başlıyor. Bir oyunun yapısını oluşturana kadar ayaklarının doğrulara sağlam basması gerekli. Devamında yazılı olmayan kuantum olasılıklarıyla o dünyanın olay örgüsüne katman çıkabilirim. Gerçekçi olması için absürt yorumlayabilirim. Ama saçmalamaya da saçmalanmasına da tahammülüm yok, ajitasyona ve egzajereye de yok.
Bir yandan büyülü gerçekçiden toplum gerçekçiye, absürt tiyatrodan epik tiyatroya, ters yüz konvansiyonele kadar zıt biçemlerden bir “oyunküre” yapmaya çalışıyorum. Bir yandan da istiyorum ki tamamlandığında damıtılmış, pür, sadakatli bir yapı oluşsun. İnsanoğlunun ortak bilincini ve vicdanını gözeten, ırklandırılmaya karşı, melez bir tiyatro hedefliyorum. Herhalde yöntemlerimi karşılayan terimler vardır fakat tiyatroda sağduyuyu hiçbir terminoloji karşılayamıyor.
Önümüzdeki zamanlarda sahne sanatları dâhilinde oyuncu veya rejisör olarak başka projeler tasarlıyor musunuz?
Henüz sahnelediğim Taşra Kabare ile mûsikili kabaremiz Düşperest var. Zevkle takip ışığını oynatıyorum oyunun. Sözünü ettiğim melez temas ile absürtün kıyılarında yorumladığım 39 Basamak oyunu Eskişehir Şehir Tiyatrolarında sahneleniyor. Bakırköy Belediye Tiyatrolarında Jean Genet oyunu Hizmetçiler devam ediyor. Ve DasDas Sahne ile Alacakaranlık Kuşağı’mız. Bir yandan bende yine bir eserden yola çıkarak yaşadığımız coğrafyadan ölçekle absürt gerilim bir oyun için ön hazırlık aşamasındayım.