Ülkesinin tarihi ve kültürüyle ilgili The Puppetmaster (1993), Flowers of Shanghai (1998), Three Times (2005) gibi değerli filmlere imza atan 68 yaşındaki Tayvanlı yönetmen, günümüz sinemasının en önemli figürlerinden biri olarak kabul ediliyor. Buna rağmen, yeni filmi The Assassin sayesinde hiç olmadığı kadar popüler! Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanan Hou Hsiao-Hsien ile Fransa’daki festival sırasında tanışarak, yapımı yaklaşık 10 sene süren bu film hakkında konuştuk.
The Assassin, yönetmenliğini yaptığınız ilk “wuxia” (dövüş sanatı film türü). Bu filmi daha önceki çalışmalarınızla nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Bildiğim tek şey bu filmi de diğer filmlerimi yaptığım gibi yaptım: Uzun çekimler, aktörlerle prova yapmadım ve en önemlisi, mantık ve gerçekçilik konusunda dikkatliydim. En büyük kaygım, filmin ilk sahnelerini yer çekimi kanunlarını düşünerek tasarlamaktı. Uzun zaman önce gördüğüm bir filmde, savaşçı havaya zıplayıp ceketini çıkarır, aşağı inerken rakibini öldürüp ceketini tekrar giyerek yere iner. Bu bana uygun değil, gerçekliğe ihtiyacım var. Savaş sanatı konusunda bana tavsiye verebilecek danışmanlarla çalıştım ve onlara inanmadığım için işten kovmak zorunda kaldım. Ve çekimlerin sonunda, yeterince ikna edici bulmadığım için birçok sahneyi sildim. Filmdeki agresif eksiltiyi bu şekilde açıklayabilirim. Umarım izleyiciler filmi takip etmekte zorlanmazlar.
Bu film türüne olan ilginiz nereden geliyor?
Çocukken kardeşim ve ben durmadan savaş sanatı romanları okuyorduk. Günlerimizi sokaktaki kitap satıcılarını ziyaret ederek geçiriyorduk. Bir noktada yayınlanmış olan her şeyi okuduğumuzu ve yeni yayınlar çıkmasını beklemek zorunda kaldığımızı hatırlıyorum. Yıllar geçtikçe Çin tarihi ve efsaneleri konusuna daha fazla girmeye başladım. Hayatımı sinemaya versem de çocukluğumun hikayeleri üzerine düşünmeye devam ettim. The Assassin buradan geliyor.
Wuxia, maskülen bir film türü ama sizin seçtiğiniz ana karakter bir kadın. Neden?
Çünkü bence kadınlar erkeklerden çok daha enteresan. Erkeklere göre daha katmanlı bir hassasiyetleri ve daha karmaşık bir düşünce süreçleri var. Gerçeklikle çok yönlü bir ilişki kuruyorlar. Erkekler fazla rasyonel ve o yüzden çok sıkıcılar.
The Assassin 9. yüzyılda, Tang hanedanlığı sırasında geçiyor. Bu dönemle nasıl yakınlık kurdunuz?
Çok fazla araştırma yaptım. O zaman tutulmuş kayıtları okuyarak insanların ne yediğini, ne giydiğini öğrendim. Detaylara meraklıyım. Örneğin zengin bir tüccar ile bir hünkarın ya da bir köylünün banyo yaparken takip ettiği kurallar farklı. Siyasi durum ile ilgili de araştırma yaptım. Tang İmparatoru’nun otoritesine meydan okuyan bölge valileri, İmparator’un her şeye kadirliğini tehdit ediyordu. 9. yüzyılın sonundaki bölgesel isyanların ardından Tang hanedanı, 907’de son buldu ve imparatorluk ortadan kalktı.
Öne çıkarmak istediğiniz neydi?
Bugün için önemli olan konulardan bahsetmek istedim. Örneğin, hükümdar sizden birini öldürmenizi istedi diye o kişiyi öldürmemelisiniz. Radikal denebilecek kadar şiddet karşıtıyım ve kör itaatin, dünyadaki en büyük kötülüklerden biri olduğuna inanıyorum.
İzleyici için filmi takip etmenin zor olduğunun farkında mısınız?
Filmleri her zaman nehirlerle karşılaştırırım. Benim ilgilendiğim, nehrin izlediği rota ve suyun akış hızıdır; nerede son bulduğu değil. Hollywood’daki yönetmenlerden farkım da, hikayenin net olmasına ihtiyaç duymamam. Her şeyi ifşa eden filmleri sevmiyorum. Beni sıkıyorlar. Aslında ne tarz bir film istediğimi, edit odasına girene kadar bilmiyorum ve bazen filmlerimi başka insanlara göstermem gerekiyor ki, nasıl bulduklarını bana anlatsınlar.
Filmde ışık, renk ve kompozisyonun kullanımı oldukça sıra dışı. Yönetmen olarak bir ressam gibi de düşünüyor musunuz?
Ressamlarla benzer şeylerle ilgileniyorum; özellikle de mekan yaratmada benzer kaygılar taşıyorum. Fakat boş bir tuvalin önünde ne yapacağımı bilemeyeceğime eminim. Okuldayken bir gün öğretmenimiz bir tekne çizmemizi istemişti. Sınıf arkadaşlarıma göre çok daha hızlı ve iyi bir iş çıkarmıştım. Sanırım bu, ressamlığa en yakın hissettiğim andı.
The Assassin’in büyük bir kısmı uzaktan çekilmiş gibi gözüküyor; sanki aksiyona mesafe almak istemişsiniz gibi. Neden?
Bunu yapmayı her zaman seviyorum. Uzun, bir kerede çekilmiş sahnelerle karakterleri ve onların arka fonunu, etraflarındaki objeleri, bulundukları ortamı ve bazen de peyzajı göstermeyi seviyorum. Uzun çekimlerle gittikçe uzağa gidebiliyorsunuz. Her şeyi bir çekimle yapabiliyorsunuz. Aksiyonu kesmeyi ya da montaj ile hareket yaratmayı sevmiyorum. Flowers of Shanghai filmimi hatırlarsanız uzun bir film olsa da en fazla 30 sahneden oluşuyordu ve bu yeterliydi. Film çekerken aktörlere yakın olmama gerek yok, onlara dokunmama ya da kulaklarına bir şeyler fısıldamama gerek yok. Onların işlerini yapmalarına izin veriyorum. Bunun nezaket gereği böyle olması gerektiğini düşünüyorum.
Günümüz Çin’inde geçen bir film yapmayı düşünür müsünüz?
Hayır. Çin’de her şey çok hızlı değişiyor ve ben yavaş film yapan biriyim. Çin’de (anakara) film çekmek fazla karmaşık ve bürokratik olarak kabus gibi. Tarihi bir film için bile çok dikkat etmem gerekti ve bir sürü yerel izin aldım. Buna değmez.