Mısır Apartmanı’ndaki serüvenine şimdilerde Kanyon’da devam eden DOT Tiyatro’nun kurucularından Murat Daltaban ile tiyatro, oyun metinleri, müzik ve hayat hakkında konuştuk.
ODTÜ’de Maden Mühendisi olacakken, kendinize orada “bağımsız bir alan” yaratamadığınızı düşünerek ayrılmışsınız, müzikle de ilginiz olmasına karşın tiyatroyu seçmenizin hayatınızdaki önemi nedir?
Bana tiyatroyu sevdiren, okuduğum okulun eğitimcileri oldu. Ankara Üniversitesi’nin Tiyatro bölümünde; Metin And, Sevda Şener, Nurhan Karadağ gibi Türkiye tiyatrosunun en önemli eğitimcilerinden oluşan bir kadrodan öğrendim tiyatroyu. Öğrenci sayısının az olduğu, eğitmenlerin teker teker her öğrenciyle ilgilenebildiği bir bölümden söz ediyorum. Beni çok mutlu etti tiyatro her zaman. İnsanlık tarihinin en güzel eserlerini okumak, onları incelemek, yazarlarıyla tanışmak, o karakterleri düşünmek, tartışmak, çalışmak, muhteşemdi. Sanatla yatıp sanatla kalkmak harikaydı. Hayatı kendi deneyimlerimle okuyabilmeyi tiyatro sayesinde öğrendim.
İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndaki oyunculuk sizi yıprattığından, bir maceraya atılarak DOT Tiyatro’nun kuruculuğunu yaptınız. Bunu yapmadan önce bilgi birikimlerinize dayandığınızı ve özellikle Shakespeare’i yeniden okuduğunuzu söylüyorsunuz. Ben buradan şunu çıkarıyorum; bir tiyatro kurmak için maddi koşullar kadar, “ne istediğini” bilmek de önemli. Siz DOT’u kurarken ne istiyordunuz?
Dönem dönem Antik Yunan yazarlarını, Shakespeare’i, Brecht’i tekrar okurum. Bir kaç yazarım daha vardır dönüp tekrar tekrar bakma ihtiyacı duyduğum. Sorularıma cevap aradığım zaman bu büyük yazarlara dönerim. Aileden bir büyüğe danışmanın hafifliğini yaşarım bu okumalarda. DOT’un aşamalarında da hep yaptım bunu. Bir de kuram kitaplarım tabii… Mitoloji ve felsefe kitaplarımı da bunlara dahil etmeliyim. Ne istediğimi, nasıl tarif edeceğimi, nasıl uygulayabileceğimi kitaplarımın sayesinde keşfettim. DOT’u tek başıma kurmadım. Özlem Daltaban ve Süha Bilal, DOT’un üç ayağından diğer ikisidir. Her fikri tartışırız. Esas olan bir fikrin tohumunun atılıp onun büyüyeceği koşulları sağlamaktır. Maddi olanaklar ise o koşullardan sadece biri… Yoksa küp küp altınınız olsun faydasız. DOT hala gelişmeye devam ediyor, ulaşacağı yeri kendi belirleyecek artık bizden bağımsız olarak.
Peki DOT’u kurarken, daha önce -özellikle yurt dışında- oyun koyan tiyatro topluluklarından etkilendiğiniz oldu mu?
DOT’un kökleri İstanbul’dadır. Etkilendiğim kişileri, tiyatroları İstanbul’un 90’larında gözlemledim. Üniversitede tercih ettiğim biçimler 90’lar İstanbul’unda karşılığını buldu benim için. Bilsak, Kumpanya, 5. Sokak Tiyatrosu, TAL bu tiyatrolardan… Beklan Algan, Başar Sabuncu ise benim için 90’lardaki en önemli isimlerden…
DOT’un oyun dağarcığını oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz? Seyircinin tepkisi denenmemiş, biraz da sıra dışı, şiddet içeren oyunlar seçiyorsunuz. Oyunlarınıza seyircinin tepkisi nasıl oldu?
Oyunların gücü seyircinin en derinlerindeki gizli kalmış olanın ortaya serilmesinden geliyor. Seyirciyi yakalayıp, fikrin tartışıldığı arenaya zorla sürükleyen ve karşısında yine seyircinin kendini bulduğu, seyirciye şok yaşatan oyunları önemsiyorum. Tiyatronun seyirciyi sarsmasını önemsiyorum. Sanat gerçek değil, tecrübedir.
DOT’un bugüne kadar sahnelediği oyunlarda ortak bir tema var mı? in-yer-face akımının Türk seyircisi üzerindeki etkisini bize anlatır mısınız?
in-yer-face DOT’un başlangıcında diğer alanlardan bizi ayıran ve görüntüyü berraklaştıran bir kuramsal açılımdı. Tiyatro sanatının yerelle evrensel arasındaki mesafeyi en aza indirme noktasında bana bir enstrüman oldu. Genel kanının aksine bizim oyunlarımızın seçiminde in-yer-face’in etkisi çok azdır. Oyunların seçimi tematik bir bütünlükten çok kişiseldir.
Daha önceki röportajlarınızdan okuduğum kadarıyla “kaybetmeyi sevmeyen“ bir yapınız var. Gerek mekan, gerek oyun seçimleri bakımından da “yenilikleri” içeren, bir anlamda deneysel bir tiyatro yapıyorsunuz. Bu iki şeyi nasıl ölçüştürüyorsunuz? DOT’un başarısındaki başat unsur sizce nedir?
Kaybetmeyi kim sever ki? Kaybetmeyi sevmiyorum, evet ama bu kaybetmiyorum demek değil. Kaybederek öğrendim ben hep. DOT’un başarısı ekibin tamamının, kaybetme konusunda birbirine toleranslı olmasıdır. Laboratuvarın kuralı, “Deneyiniz başarısız olabilir ama bu çalışmanızı durdurmaz, çalışma heyecanınızı azaltmaz”.
“Hayata doğru sorular sormanın” önemine vurgu yapmışsınız, tiyatro bunun için doğru yer mi? Hayatın gerçekliği karşısında sizce “oyunun” yeri nedir?
Evet, tiyatro bu doğru soruları keşfetmek için doğru yerlerden biri… Oyun oynayarak bebekler çocuk olur, oyun oynayarak çocuklar genç olur… Yetişkin olmak için de oyun oynamak gerekli sanırım...
Nerede “arızalı” bir karakter var onu oynuyorsunuz. Bir roman karakterini oynamak isteseniz, bu kim olurdu?
Bilge Karasu karakterlerinden herhangi birini oynamak isterdim sanırım.
Tiyatro oyunculuğu mu, yoksa sinema mı diye sormayacağım ama size göre film-dizi oyunculuğuyla, tiyatro oyunculuğu arasındaki farkları da merak ediyorum. Birbirine yakın bu iki gösteri sanatında, oyunculuğunuzu etkileyen yönler neler?
Bu konu, hakkında herkesin bir fikri olduğu konulardan biri. Sinema, tv, tiyatro birbirinden bambaşka medyalar. Her birinin zorunlulukları da amaçları da farklı. Birbirinden farklı koşulları var. Oyuncu da teknik olarak bunlara uyum sağlamak zorunda. Koşabiliyor olmak, hem 100 metre koşucusu hem maraton koşucusu olabilirsiniz demek değildir. Hatta yarışcı olmak için koşmak yeterli değildir. Oyunculuğun her biri için çok net ayrımları var. Bu çok derin bir konu...
Oyunculuğa Münir Özkul’un “Zaten aktör dediğin nedir ki?” sorusuyla adımınızı atmışsınız. Cevabını bulabildiniz mi?
TRT’nin tiyatro programının jeneriğiydi sanırım. O zamanlar çocuktum. Çok etkilenirdim o jenerikten. Büyü gibi bir şeydir o sahne benim için. O sorunun cevabından önce nasıl iyi aktör olabilirim sorusuyla çok uzun zaman geçirdim. Ama asıl soru aktörün ne olduğu sorusudur. O noktadan sonra ancak iyi aktör olma yoluna girebildiğime inanıyorum. En başa döndüm tiyatroda. Sanatla koyulaşmış ilişkime o dönemden başlamayı, bir yol olarak seçtim. Korku neredeyse, yol oradadır.
Müzikle de ilgilisiniz hatta gitar çalıyorsunuz, değil mi? Müzikal sahneye koymayı düşünür müsünüz?
Gitar çalıyorum demek gitar çalanlara haksızlık olur. Benimki seslerle bir enstrüman üzerinden ilişki kurmak. Seslerin bir kompozisyona dönüşüm süreci çok etkileyici benim için. Ses sentezleyicilerle de oyalanıyorum. Elektro akustik yapılarla da… Müzikle ilişkim zamanla daha deneysel alanlara kaydı.