16 MART, CUMARTESİ, 2024

Medea Kim? Ben miyim? Siz misiniz? Beyrut mu? Yoksa Gittikçe Vahşileşen Dünyanın Kendisi mi?

Lübnanlı sanatçı ve aktivist, kendi deyimiyle artivist Hanane Hajj Ali ile İO Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında sahneleyeceği tek kişilik performansı Jogging odağında sanat ve aktivizmi, Lübnan’da bir sanatçı olmayı ve gelecek projelerini konuştuk.

Medea Kim? Ben miyim? Siz misiniz? Beyrut mu? Yoksa Gittikçe Vahşileşen Dünyanın Kendisi mi?

Lübnanlı sanatçı ve aktivist, kendi deyimiyle artivist Hanane Hajj Ali ile 2018’de İsveç’te bir bienalde tanışmıştım. Oyunu Jogging’i ilk olarak orada izlemiştim. Güçlü ve etkisinden kolay kurtulunamayan bir oyun idi. Şimdi Hanane Hajj Ali bu oyunuyla İO Tiyatro Festivali’nin konuğu oluyor. Hanane ile dünyanın her yerinde sahnelemeye devam ettiği Jogging’i konuşmak için bir araya geldik.

Belki bugünlerde ne yaptığınızla konuşarak başlayabiliriz. Öncelikle neler üzerine düşünüyorsunuz, neler yapıyorsunuz? Yeni bir oyunun provaları var mı gündeminizde?

Bugünlerde çoğunlukla felaket durumlarında yaptığım şeyi yapıyorum, çünkü bildiğiniz gibi Lübnan'da, çok nadir olan kısa süreli barış dönemlerinde bile, bir sonraki savaşın gelmesini bekliyoruz. Hayatım boyunca Lübnan’dan ve Beyrut’tan ayrılmadım. Bu yüzden birçok işgal ve savaş yaşadım. Kendimi sanatçı ve aktivist birleşiminden ortaya çıkan artivist olarak tanımlıyorum. Çaresiz insanlara, sanatçılara destek olabilmek adına güçlerimizi nasıl birleştirebileceğimizle ilgileniyorum. Bu yüzden Gazze’de ve tabii ki Lübnan’da olup bitenlere odaklanmış durumdayım. Lübnan’ın güneyi de çok büyük zorluklar yaşıyor ve şimdiye kadar yaklaşık 90.000 göçmen mülteci Güney Lübnan’dan diğer şehirlere doğru göç etmek zorunda kaldı. Gazze’de savaş, bombardıman, öldürme ve soykırım olarak nitelendirilebilecek gerçekten eşi benzeri görülmemiş bir durum yaşanıyor. Dolayısıyla, tüm bunlarla ilgileniyorum, Cultural Resourse (Al Mawred Athaqafi)’un da içinde bulunduğu üç pan Arap kültür derneğinin kurucu üyesiyim. Diğer bir kuruluşlar ise Action for Hope ve Ettijahate (yönler” anlamına geliyor). Bunların her biri kültür ve sanat dernekleri. Ama aynı zamanda kriz döneminde, her bir derneğin odağının farklı olduğu pek çok faaliyetimiz, programımız ve müdahalemiz oluyor. Örneğin Action for Hope’un odak noktası Lübnan'da Suriyelilerin, Filistinlilerin vs. bulunduğu kamplarda çalışmak. Ettijahate’in odağı ise özellikle Suriyeli sanatçılara ve araştırmacılara yardım etmek; yanı sıra diğer kuruluşlarla bir tür konsorsiyumda bir araya gelen kuruluşlardan. Örneğin, Action for Hope ve Cultural Resourse ile her felaketten veya krizden sonra birlikte hayal etmek, birlikte çalışmak ve birlikte eylemler yapmak. Örneğin, Beyrut limanındaki patlamadan sonra yaşananlar gibi. Patlamadan doğrudan etkilenen ya da evlerini kaybeden sanatçılara maddi yardımda bulunmak için çabalarımızı birleştirdik. Sadece bu üç dernekte çok aktif olduğumu söylemek için örnekler veriyorum ve bugünlerde bu benim çok zamanımı alıyor. İnsanlara yardım etmenin yollarını bulmak için enerjimin çoğunu vermeye, üstesinden gelebileceğim şeyler için çabalamaya hazırım. Bunun yanı sıra, zaman zaman St. Joseph Üniversitesi’nde yılda iki veya üç ders veriyorum. Ayrıca bugünlerde genç bir sanatçıya ilk profesyonel performansında yardımcı oluyorum. Bu iş Lübnan’da bir tür öncü bir iş, çünkü artırılmış gerçekliğin kullanıldığı bir deneyim. Bu gerçekten yeni bir deneyim ve ilginç olan şu ki, bu sanatçı yaklaşık 28 yaşında. Mimarlık mezunu ama daha sonra Amerika’ya gitmiş ve animasyon konusunda uzmanlaşmış, sonra da sanal gerçeklik üzerine çalışmış. Projesi “kem gözlerle” ilgili ve daha da ileri gidiyor, gözetleme kameralarından da bahsediyor. Yani farklı güçlerden gelen her şeyi inceleyen o gözler gibi. Bu sanatçıyla 10 günlük bir rezidans çalışması yapmak için İngiltere’ye gittim. Gençlerle çalışmayı, onları desteklemeyi ve onlara yardım etmeyi çok seviyorum.

​Son beş ya da on yılda Suriyeli genç yönetmen ve sanatçılarla, Tunuslu genç yönetmen ve sanatçılarla çok çalıştım. Ve bundan çok keyif alıyorum. Bunun yanında Jogging ile turneye devam ediyorum ki bu bir mucize çünkü 2017'den beri hiç durmadı. Ve bu oyunla ilgili dikkat çekici olan şey, bir ülkeden davet alıyorum, sonra tekrar davet ediliyorum ve bazen bu üç ya da dört kez oluyor, İsviçre’de, Almanya’da öyle oldu. Almanya’da son turnemde altı farklı şehre gitmiştim. Portekiz’de de benzer bir durum başıma geldi, çünkü geçen yaz Almada Festivali’nde Jogging'i oynadım. Ve bu festivalde, seyircilerin yeniden görmek istedikleri bir gösteri için oy verdikleri bir gelenek var ve seyirciler Jogging için oy verdiler. Bu sebepten seyirciyle buluşmak için aynı festivale geri döneceğim. Jogging ile çok fazla turne yapıyorum, özellikle resmi olarak davet edildiğim Avignon Festivali’nden sonra bu benim için bir sürpriz oldu. Ondan sonra da yeni bir başlangıç oldu ve bu yıl yine beş, altı ülkeye turneye çıkıyorum ve tüm dünyada çok iyi tanınan koreograf Ali Chahrour’un yönettiği başka bir gösteriyle turneye çıkıyorum. Örneğin bu yıl Kanada’da Transameric Festivali’nin (FTA) açılışını yapıyor. Biz de Ben ve Kocam adlı bir oyun yaptık. Oyun, iki insan ile ölmekte olan bir şehir arasındaki aşk hikâyesi hakkında. Birbirlerine ve şehirlerine çok aşık iki yaşlı insan. Ama şehir ölüyor ve tek kurtarıcı şey aşk. Bu oyunla ve Christel Khodr’un yönettiği üçüncü bir oyunla turneye çıkıyoruz. Aynı yaştaki başka bir meslektaşımla birlikte, iç savaşın ortasında tiyatro yapmaya nasıl başladığımızı ve taviz vermeden nasıl sahnede olmaya devam ettiğimizi anlatıyoruz. O dönem ikimiz de Beyrut’un farklı taraflarında yaşıyorduk. Çünkü savaş sırasında Beyrut’u ikiye ayıran bir sınır hattı vardı; Batı Beyrut ve Doğu Beyrut. Ve biz bu oyuna kadar hiç karşılaşmamıştık, hiç birlikte çalışmamıştık. Yani bu, kendi deneyimlerimizi ve Lübnan tiyatrosunu onurlandırmak ve yeni neslin bunlardan haberdar etmek için yaptığımız bir oyun. Bu yüzden bu oyunla nispeten daha az turne yapıyoruz çünkü birkaç yıldır oynuyor. Fakat hâlâ gidilecek şehirler var. Gördüğünüz gibi günlerim yoğun geçiyor.

Artist ve aktivisti birleştiren “Artivist” fikrine geri dönelim istiyorum, ne söylemek istersiniz bu konuda? Sanatı ve aktivizmi nasıl birleştiriyorsunuz?

İnsanlara yardım etmek için bağış toplamak amacıyla sık sık oyunlarımı sergiliyorum. Her zaman bağış toplamak için oynamıyorum tabii. Örneğin, önümüzdeki ay Lübnan üniversitelerinde Jogging oyununu sergileyeceğimiki bölümün öğrencilerini birleştirmeye çalışacağım çünkü Lübnan Üniversitesi Sanat Fakültesi savaştan sonra birleşmedi, hâlâ ayrı. Bizi ayıran bu durumu değiştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden Lübnan'da ücretsiz gösteri yapıyorum. Lübnan'da yaptığım tüm gösteriler, sanatla uğraşan bu gençleri bir araya getirmek ve din, seks ve politika gibi bir yığın tabuya dokunan bu oyunu ücretsiz sergilemek. Oyundan sonra her zaman bir söyleşi düzenleyip insanlarla merak ettikleri konular hakkında tartışıyorum. Politik sorular sorabiliyorlar. Mevcut durumla ilgili sorular sorup oyunun teması hakkında konuşuyorlar. Bu da bir tür farkındalık yaratıyor, bazen ne anlatıldığı hakkında hiçbir fikirleri olmuyor mesela. Bu aynı zamanda benim yaptığım artivizmi de yapmanın bir yolu, özellikle de kültürün merkeziyetçilikten uzak ve demokratik olması gerektiğine inanıyorum. Bu, her insanın iyi sanat ve iyi kültürü görme, bundan faydalanma, belki de bunu deneyimleme ve sonra kendini ifade etme hakkına sahip olduğu anlamına geliyor, ki bu çok fazla gerçekleşmiyor çünkü şehirde olduğu gibi Beyrut’ta da her şey çok merkezileşmiş durumda, sadece birkaç kişi bunu yapmak için para ödeyebiliyor. Dolayısıyla başlangıçtan itibaren, çok sayıda rezidans yapmama ve ilk rezidanslarda Jogging’i yaparken çok sayıda sofistike teknik deneyimlememe rağmen, en başından beri iki bavulla uzak köylere, mahrumiyet bölgelerine, kamplara gidip performans sergilemek istedim. Oyunu Peter Brook’un dediği gibi, en önemli şeyin oyuncunun hayal gücü ve söylemi ile seyirci arasındaki bu bağlantı olduğu bir tür boş alanda oynamayı seçtim.

Tiyatronun ilk fikri olan agoranın yeniden yaratılması gibi: Tiyatronun kamusal bir alan oluşu ve hepimizin durgun suları bulandırması gerektiği, gerçekten eleştirel sorular sormak ve özellikle anlatılmamış hikâyeleri anlatmak için istek ve cesarete sahip olma gerekliliği. Bu yüzden, benim sanatsal seçimim ve kavramsal seçimim bu tür bir performans yapmak ve her yere gitmek ve oyunumu sunmak, çünkü aynı zamanda aktivizmi ve politik şeyleri bu şekilde birleştiriyorum. En başından beri sansür yasasına meydan okuyorum çünkü savaş sırasında devletimiz, İçişleri Bakanlığı ve Lübnan’daki Genel Güvenlik departmanı, herhangi bir sanatçının, tiyatro sanatçısının veya sinema sanatçısının senaryoyu, metni veya yarattıklarını sunmadığı sürece bir oyun sunmasını engelleyen yeni bir sansür yasası icat etti. Buna İçişleri Bakanlığı bünyesindeki Sansür Dairesi adını verdiler. Yani bu yasaya göre işimizi yapmak için gidip vize almak zorundayız ve onlara metnimizi okumaları ve sonra bize vize vermeleri için para ödüyoruz. Her şeyden önce, bu insanlar bu iş için uygun değiller çünkü sanatçı değiller. Böyle bir kaygıları da yok. İkincisi, zaman geçtikçe doğrudan ve dolaylı sansür birbirine karışıyor. Örneğin, bir şeyh ya da bir rahip departmanı arayabilir ve diyebilir ki bu sanatçı benim geçen hafta yaptığım konuşma hakkında konuşuyor vs. O yüzden lütfen ona vize vermeyin. Yani siyasi iktidar, dini iktidar bir bakanı ya da milletvekilini tek bir telefonla arayarak bir oyunu ya da filmi durdurabilir. Reddettiklerinde de genellikle bunu yaparlar. Ya bazı şeyleri rastgele kesiyorlar ya da size vize vermiyorlar. Vize vermedikleri zaman da bunun nedenini söylemiyorlar ve siz nedenini öğrenmeden beklemeye devam ediyorsunuz. Bu yasanın durdurulması gerekiyordu çünkü artık devam etmek için bir neden kalmamıştı. Fakat devam ettiler ve gittikçe her şey daha da zorlaştı. Bu yüzden, Jogging provalarını yaparken kendime dedim ki, ben bundan bıktım. Ben bir sanatçıyım ve artık bu yasaya uymak istemiyorum. Ya tiyatro yapmayı bırakacağım ya da tümüyle özgürlüğümü kullanacağım. Bu yüzden metnimi sansür kuruluna hiç sunmadım. Dolayısıyla şehirde pek çok tiyatro oyunumu kabul etmedi. Çünkü korkuyorlardı. Çünkü bu yasaya göre sizi hapse atabilirler. Bir sanatçı olarak, yasayı çiğnediğiniz için sizi 10.000 dolar ödemeye mecbur bırakabilirler ve sizi kabul ettikleri için sahne aldığınız mekânı kapatabilirler. Bu sebeple beni kabul eden bir tiyatro bulamadım ve garajlar, galeriler gibi alternatif mekânlara yöneldim. Oyun birdenbire çok başarılı oldu ve daha ilk aylarda Fransa’dan, Avignon Festivali’nden bir davet aldım. Amerika’dan bir yönetmen oyunu izledi ve iki ya da üç ay sonra beni aradı, Harvard Graduate School’da bir oyun yapmak istediğini ve Jogging'in metnini kabul ettiklerini söyledi. Böylece oyun kısa sürede başarılı oldu. Sanırım zamanla bir tür dokunulmazlık kazandı. Yani şimdiye kadar kimse beni durdurmaya gelmedi. Ayrıca, belki başka bir neden daha vardı, bir arkadaşımla bu konuyu tartışırken metni kurula sunmamaya karar verdik ve baştan beri ücretsiz oynadık. Ama yaptığımız şey metni üç dilde basmak oldu; İngilizce, Arapça ve Fransızca. Çünkü basılı materyaller önceden sansüre tabi tutulmuyor. Basabiliyorsunuz ve sonrasında herhangi biri yazdığınız herhangi bir şeye itiraz ederse sizi mahkemeye veriyor, ki sorun yok o durumda kendinizi savunabilirsiniz. Ben de oyunu bastım ve performans sergilediğim her mekânın girişine koydum. Böylece insanlar, eğer oyunu beğenirlerse, oyunu satın alabiliyorlar, oyun için bağış olarak ödeme yapabiliyorlar ve genellikle insanlar oyunu beğeniyor ve metni satın alıyor, bildiğiniz gibi bu yasal bir durum. Seyahat ettiğimde her zaman yanımda kitapları getiriyorum ki bunu önemli buluyorum. Çünkü aynı zamanda bağışlar için de önemli. Örneğin, dördüncü baskı için metni yeniden basmam gerekiyor çünkü 3000 baskının hepsi bitti. Bu yüzden yeni bir baskı yapıyorum ve bu bana yaklaşık 1500 dolara mal olacak. Bağışları metni yeniden basmak ve Lübnan’ın her yerinde ücretsiz gösteri yapmak için kullanıyorum. Gördüğünüz gibi, her zaman politik, siyasi ilkelerim ve inançlarım ile neden tiyatro yaptığım arasında gidip geliyorum. Hiçbir zaman tiyatroyu para kazanmak ya da diva olmak için yapmadım. Tiyatronun gücünü sığınaklarda keşfettim. Tiyatronun korku ve stres ortamını bir dayanışma kutlamasına dönüştürebilen sihirli bir değnek gibi olduğunu gerçekten hissettim. Ve bunu 80’lerdeki iç savaş sırasında deneyimlediğimde, tutkumu bulduğuma karar verdim. Kendi kendime yapmak istediğim şeyin bu olduğunu düşündüm. Bu arada biyoloji ve genetik alanında uzmanlaşıyordum çünkü babam aslında doktor olmamı istiyordu. Diplomalarımı aldım ve 12 yıl genetik öğretmenliği yaptım ama iki uzmanlığı birlikte yaptığım için yavaş yavaş bıraktım. Yavaş yavaş genetik öğretmenliğini bıraktım ve kendimi tiyatroya, sanata adadım.

Oyundan bahsetmeye başladık zaten, genelden başlayıp oyuna doğru geliyoruz, kitapta “Theatre in progress” alt başlığı var. Belki bu fikir hakkında biraz konuşabiliriz?

Evet, bundan bahsettiğiniz için teşekkür ederim çünkü bundan söz etmek istemiştim ama unutmuşum. Bu aynı zamanda benim için çok önemli bir fikir çünkü sizin de fark ettiğiniz gibi, oyunun hazırlanması beş yıl sürdüğü için “work in progress” olmasına rağmen “work in progress” adını vermiyorum. Ama bu “Theatre in progress”, çünkü tiyatro yapmanın sürekli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Elbette zaman zaman başka yönetmenlerle çalışıyorum ve bir oyun yaratırken tek başıma yaptığım şey değil bu. Bir ekip ya da bir oyun hakkında düşündüğümde, bu sürekli bir tartışma, düşünme, insanlarla buluşma, bir tür laboratuvar çalışmasıdır. Pratik ve teorik olarak çalışmaya devam ettiğim, farklı yerlere gidip bir şeyler denediğim, okuduğum, araştırdığım bir tür laboratuvar yaratıyorum. Bir oyunun hazırlık süreci bitiriyor ve sonra seyirciyle buluşuyor. Peki sonra ne oluyor? Bunu ne takip ediyor? Çünkü size söylediğim gibi, tartışmalar bazen beni Jogging'e yeni şeyler eklemeye yönlendiriyor. Örneğin, elinizdeki kitapta metin yazıldığı gibi bitmiyor, şimdi sizin kitabınızda bu versiyonda oyun, anneye mektupla bitiyor. Şimdiyse farklı bir sonu var, yani her zaman bir şey eklenebiliyor. Oyunun yapısı tabii ki her zaman aynı. Aynı hikâyelerle ilerliyor, ama fark ettiğiniz gibi, bu bir tür mozaik değil, daha ziyade bir şeyleri bir araya getirebileceğiniz bir kaleydoskop ve farklı parçalar arasındaki ilişkiler anlam değiştirebilir. Liman patlamasından önce de Lübnan’da yaşanan skandalları anlatıyordum. Ama patlamadan sonra hep patlamadan bahsediyorum çünkü bu gerçekten Lübnan'da yaşanan en büyük bir skandallardan biri. Bu yüzden değiştim. Sadece bir süreliğine yaptığınız bir şey değil, bu benim devam eden çalışmam, hiç durmuyor.

Belki biraz da oyunun adı üzerine konuşabiliriz. Oyundaki ilk katman olan oyuncunun hikâyesi, yani sizin hikâyenizle başlayalım. Oyunun adı nasıl ortaya çıktı? Jogging metnine bu adı nasıl verdiniz?

Dramaturg olduğunuz çok açık gerçekten. Jogging ismi doğalından gelişti çünkü ben de koşu yapıyorum. Ve her zaman söylüyorum, Lübnan’da olanlardan kurtulmama yardımcı olan iki şey var: Koşu ve tiyatro. Gerçekten boğulduğumda, çok kötü hissettiğimde kapıyı çarpıp çıkıyorum. Yürüyüş yapıyorum, koşuyorum. Koronavirüs sırasında bile bunu her sabah yapardım. Sabahları çok çok erken çıkmayı seviyorum. Alacakaranlık ve şafak arasındaki o belirsizlikten tam berraklığa olan o büyülü geçişi seviyorum. Bu gerçekten çok hoşuma gidiyor. Ve bunu sık sık yaptığım için Beyrut’un dönüşümünü fark etmeye başladım. Ve son zamanlarda, vahşi bir dönüşüm yaşanıyor çünkü tüm kültürel mirasımızı veya o güzel eski evleri yok etmeye başladılar. Körfez insanlarının gelip hâlâ boş olan daireleri satın almaları için turlar düzenliyorlar. Böylece kültürel miras hazinelerini yok ediyorlar. Günden güne artan çok barbarca bir soylulaştırma var. Bir gün, çok güzel bir evin önünden geçiyorum, ertesi gün bakıyorum yıkılmış. Çok hızlı yapıyorlar, kodlardan kaçmak için ya da birilerinin bunu yapmalarını engellemesinden kurtulmak için vs. Koşu yapmak bende bir sürü izlenim yaratıyor, çelişkili izlenimler. Mesela koşarken rüya görebiliyorum, bazen çok güzel rüyalar oluyor bazen de çok garip rüyalar oluyor, mesela erotik rüyalar, çok erotik rüyalar, hiç tanımadığım insanlarla, çok garip ama bir yabancıyla seviştiğimi hayal ediyorum ve bazen de mesela hiç oynamadığım bir rolü oynadığımı hayal ediyorum, bazen de ailemle ilgili şeyler hatırlıyorum. Genelde eve gelir ve ne düşündüğümle ilgili izlenimlerimi yazardım. Yani, izlenim üstüne izlenim, gözden geçirme üstüne gözden geçirme. Bir gün yazdığıma baktım ve dedim ki bu çok güzel bir monolog ve bir oyunun çok güzel bir monoloğu olabilirdi. Sonra bir gün gerçek bir rüya gördüm. 10 yaşındaki oğlum çok agresif bir kansere yakalanmıştı. Doğuştan gelen bir kanserdi. Rüyamda yedi yaşındaydı ve çok hızlı bir şekilde dayanılmaz bir acı çekmeye başlamıştı ve üç ay içinde çığlık atmaya ve bana anne lütfen beni kurtar, elimi kes ve köpeklere ver demeye başlamıştı. Sonra bir sabah koşu yapıyordum, koşumun ortasında yüzüne bir yastık bastırdığımı ve son nefesini verene kadar bastırmaya devam ettiğimi hayal ettim. Ama hayalimde de olsa gerçekten onu öldürdüğümü aniden fark ettim. Darmadağın olmuştum. Birdenbire hareket edemez hâle geldim. Yolun ortasında öylece kalakalmıştım ve şok olmuştum, birden aklıma Medea geldi. Neden Medea? Çünkü bu karakter beni çok etkilemişti. Ama eğitim hayatım boyunca bu karakteri canlandırmayı hep reddettim çünkü bir annenin, sebepleri ne olursa olsun, kendi çocuklarını öldürebileceğine ikna olmamıştım. Elbette o zamanlar çok naiftim. Ama bu rüyayı gördüğümde, aman tanrım, bir annenin çocuklarını büyük bir sevgiyle öldürebileceğini gördüm. Neden böyle bir rüya gördüm, çünkü oğlumu o kadar çok seviyordum ki onu acılarından kurtarmak istiyordum. Ve başka bir yolu yoktu, anlıyor musunuz? Ve bu çılgınca bir arayışın başlangıcıydı. Antik Yunan’ın farklı Medea versiyonlarını, Lars Von Trier’i incelemek, kitap okumak, film izlemek gibi şeyler için sabırsızlanmaya başladım. Gerçekten delirmiş gibiydim ve hissettim ki eğer ben kişisel olarak bu korkunç yapbozun bir parçasıysam, mutlaka etrafımda bulmam gereken onlarca, yüzlerce başka parça vardır. Oradaki diğer parçalar ne olabilir? İşte bu arayışım sırasında üç kızını kremayla, zehirli kremayla öldüren Yvonne ve sonuncu karakter Zahra hakkında bilgi sahibi oldum. Zahra'nın hikâyesini bulduğumda, ki bu benim için anlattığım tüm hikâyelerin en önemlisi. Bir çalışma yapmam gerektiğini düşündüm ve tüm bunları düşünmek uzun zamanımı aldı. Bazı meslektaşlarım çok güzel bir açık hava festivali düzenlediler. Festivalin adı “Biz, Komşular ve Ay”dı. Beyrut'un eski merdivenlerindeydi ve benden festivalin kapanışını yapmamı istediler. Bana gösterecek bir işimin olup olmadığını sordular. Yok dedim, şu anda hazır bir şey yok ama bir monolog var elimde. Bu monoloğu okuyun ve ilgilenip ilgilenmediğinizi söyleyin, beğenirseniz geliştirebiliriz. Monoloğu okudular ve bana bunun harika olduğunu söylediler. İlk gösterimi 25 dakikalık bir performanstı. Bu monoloğu festivali büyütmek için festivale dahil ettik. Belçika’dan bir yönetmen bu monoloğu izledi ve çok beğendi. Ve bana işi geliştirmek için Belçika'da ilk rezidansımı yapmamı önerdi. İşte her şey bu şekilde bir araya gelmeye başladı.

​İşte bu yüzden “jogging”.

Harika bir monolog. Ve o monologdan yola çıkarak eseri ilmek ilmek örmüşsünüz.

Başlangıçta oyunun adını “Run Heno Run” koymak istedim çünkü Run Lola Run filmini izlemiştim. Çok beğendiğim bir filmdi. Bu filmi çok tuhaf bulurum ve çok beğenirim. Yani ilk adı Run Heno Run'dı. Hanane’den geliyor Heno.

Bu da güzel oldu. Evet. Koş Heno koş. Tamam, içerikten bahsettik. Bir tarafta karakterleriniz var ve tüm bu karakterleri, tüm bu hikâyeleri vs. bir araya getiren bir fikriniz var. Peki ya yapı? Çünkü sahnede gerçekten güçlü bir oyun var. İsveç’te, Harnösand’da 2018’de izlediğimizi hatırlıyorum. Neredeyse 5-6 yıl önceydi ve oyunun üzerimdeki etkisini çok net hatırlıyorum. Bu yüzden oyunu izledikten sonra hemen metni satın almıştım, gerçekten güçlü bir deneyimdi. Tiyatro geleneği açısından yapı hakkında nasıl düşünebiliriz? Kendinizi bu tiyatro geleneğiyle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

Biçimsel bir soru gibi görünebilir, ama Türkiye'de her zaman, insanlar farklı fikirler ve gelenekler açısından düşünüyorlar, çünkü Türkiye ilginç bir ülke, tam ortada. Batı'yı izliyoruz ve Batı'nın tiyatro yapma geleneğine sahibiz. Ama bir yandan geleneksel olanla kurduğumuz ilişki üzerine düşünmeye çalışıyoruz. Ama zihin olarak dağınık bir ülke. Her zaman gelenekleri ve yapıları düşünmeye, geriye bakmaya ve ileriye gitmeye çalışıyoruz. Bu yüzden sizin gelenekle temas kurma biçiminizi daha fazla duymak istiyorum. Kendinizi gelenek içinde nasıl görüyorsunuz?

Sadece bir tarafı tutmuyorum ve geleneksel olduğumu ve çağdaş şeyleri sevmediğimi ya da tam tersini söyleyemem. Meraklı bir insanım ve her şeyi deneyimlemeyi ve her şeyden faydalanmayı seviyorum. Çağdaş sanat ve tiyatro yapma trendlerinde kavramsal çalışma gibi çok ilginç şeyler var. Çok güçlü bir konseptiniz olduğunda ve bu konseptin çizgilerini takip edebildiğinizde çok ilginç bir iş çıkarabiliyorsunuz. Ayrıca, örneğin bölgemizdeki hikâye anlatıcılığı geleneği, Türkiye’de, Suriye’de, Mısır’da, tüm Akdeniz havzasında ve Arap ülkelerinde, güçlü bir hikâye anlatıcılığı geleneği var. Hikâye anlatıcılığı bir araç ve iyi yapıldığı takdirde insanların kendilerini çok yakın hissetmelerini sağlayabilecek bir tarz. Özellikle de çok fazla anlatılmayan bir şeyi anlatıyorsanız ve insanlar seslerinin duyulmasını istiyorlar, ama sansür, siyaset ve tabular yüzünden sesleri kısılıyor. Dolayısıyla, elinizde eğer çok ilginç ve anlatılmamış hikâyeler varsa ve bunlar çok iyi bir sanatsal yolla anlatılıyorsa, bu sizin çalışmanızı hemen insanlara yaklaştırabilir. Buradaki sorun nedir? Sorun şu ki genellikle işler ya popülist ya da çok elitist oluyor. Ya halka yakın olmak istiyorlar ve bazen çok yüzeysel bir şey yapıyorlar ama insanları güldürebiliyorlar ya da çok çağdaş, çok seçici bir iş yapıyorlar. Yani bu seçici bir şey ve çoğu insan bunu anlamıyor. Ben her ikisini de seviyorum ama çalışmalarımda her zaman bir tarz yaratmaya ve yeni, çağdaş ama aynı zamanda insanlara çok yakın olabilecek bir iş tasarlamaya çalışıyorum. Bu nedenle, örneğin Jogging'i bu perspektiften gördüğünüzde, insanlara hitap eden şeyler olduğunu fark ediyorsunuz. Ve bundan daha fazlası, insanlara gidiyorum ve onlara hizmet ediyorum. Meyve salatası sunuyorum, onlarla konuşuyorum, vesaire. Ve onlara hikâyeler anlatıyorum. Ama kendimi hikâyeler anlatmakla sınırlamıyorum.

Neden mi? Çünkü ben bir sanatçıyım, bir oyuncuyum ve oyunculuk yapmak istiyorum. Bu yüzden çok göze çarpmayan bir şekilde devam ediyorum. Hikâye anlatıcılığına devam ediyorum ve sonra hikaye anlatıcılığından farklı karakterlerin yerine geçiyorum ve derinliği olan, psikolojisi olan bir karakteri oynuyorum. Ayrıca, kullandığım dil, Arapçadan ne kadar anlıyorsunuz bilmiyorum ama Arapça versiyonun gerçekten bir örgü gibi işlendiğini görebilirsiniz. İnsanların sevdiği güzel bir dil, popüler bir dil ama aynı zamanda popüler bir dil değil, yani bu tür bir dil düzeyinde, yapının şekli ya da farklı hikâyelerin birbirine nasıl dokunduğu düzeyinde. Bu çok önemli ve aynı zamanda konseptle de ilgili çünkü işinizin konsepti en başından belliyse doğru seçimleri yapmanız daha kolay oluyor. Örneğin, benim için bu oyunun konusu neydi? Koşu hakkında mı? Hayır. Medea hakkında mı? Hayır, bu oyunun en temel meselesi Beyrut’ta ve Lübnan’da “vatandaş olmanın imkânsızlığı”. Neden mi? Çünkü Lübnanlı bir anne olarak, bir eş olarak bana karşı olan bir sürü yasa var. Kadına yönelik çok fazla şiddet var ve kadının hakkını savunan yasalar yok. Örneğin, bir kadın kocası tarafından öldürülürse, kocası bir, iki ay hapse girebilir ve çok kolay bir şekilde dışarı çıkabilir çünkü ona namusunu koruduğu gibi nedenler bulabilirler. Ancak bir kadın, örneğin yıllardır kendisini döven ve öldürmek üzere olan kocasını öldürürse ya da ona zarar verirse, tüm hayatını hapishanede geçirecektir. Yani bu bir kadın olarak, bir anne olarak, bir annenin öldürülmesidir. Lübnanlı bir anne çocuklarına, Lübnan vatandaşlığı veremez. Düşünebiliyor musunuz, eğer bir Filistinli, bir yabancı ya da bir Suriyeli ile evlenirsek kendi çocuklarımıza vatandaşlık vermemize izin verilmiyor, çocuklarımızın vatandaşlık hakkı yok, üçüncüsü bir sanatçı olarak özgür olmama ve özgürce ifade etmeme izin verilmiyor. Bu gerçekten vatandaş olmanın imkânsızlığı, dünyada gerçek bir vatandaşlığın olasılığı. Ve bence beni izleyicilere bağlayan en ilginç bağ da bu çünkü onlar da benim gibi aynı sorunları yaşayan vatandaşlar ve aramızda gerçekten güçlü bağlar bulabiliriz.

Anlattığım hikâyeler sayesinde onların eleştirel düşünmelerini teşvik edebiliyorum ve akıllarında pek çok soru uyandırabiliyorum. Birlikte konuşabiliyoruz ve bu sayede seyirciler oyundan ayrıldıklarında sadece bir oyun izlememiş oluyorlar. Bir sürü fikirle ayrılıyorlar oyundan. Tartışma sırasında bir şeyle karşı karşıya kalırsam, örneğin bir gün bir adam silahını aldı ve bana şehitlik hakkında böyle konuşmaya nasıl cesaret edersin, bu kutsal bir konu, bunu konuşmaya asla hakkın yok, sen ne cüretle benim gibi bir müminin silahını alıp seni vurmasına engel olursun dedi. Üniversitede olmamıza rağmen silahı vardı. Tabii ki, özellikle kampüste silahlı olma hakkına sahip değil ve beni tehdit etmek istedi. Tabii ki bir şey yapmadı. Ama bilirsiniz, bu tür durumlarla karşılaştığımda ve evime döndüğümde kişisel olarak düşünmem gereken pek çok şey oluyor. Dolayısıyla, en başından beri, bu kavramın zihnimde netleşmesi, beni bu oyunla tüm dünyaya gidebilmem gerektiği fikrine götürdü. Gitmek zorundayım çünkü anlatılmamış hikâyeler var ve bu küçük, çok minimalist oyunla gitmek ve anlatmak zorundayım. Şimdilik bu oyunu Lübnan’da 350’den fazla kez oynadım, farklı köylerde, insanların hiç oyun izlemedikleri yerlerde oynadım. Örneğin, bir kampta masaları birleştirdik, birbirine bağladık ve bir kamptaki küçük bir kafede birkaç masanın üzerinde performans sergiledim. Gerçekten sahnede minimalist şeylerin olduğu, ancak hayal gücünün, bedenin, ifadenin, bir performansçının ve vatandaşın söyleminin, ki bu aynı zamanda bir kadın ve bir sanatçı oluyor, etrafındaki benzer vatandaşlarla konuştuğu ve iletişim kurduğu bu yapıyı gerçekten hayal edebildim.

Muhteşem! Teşekkür ederim. Yapı, içerik ve konsept hakkında konuşurken çok iyi bir noktaya geldik ve konsepti net bir şekilde bilirseniz doğru seçimi yaparsınız. Çok iyi bir nokta. Böylece vatandaşlık konusuna geldik. Belki biraz vatandaşlık hakkında konuşabilir ve trajedi fikrine geri dönebiliriz.

Mükemmel. Mükemmel. Bu gerçekten çok güzel. Çok iyi bir dramaturg olduğunuza eminim, evet. Şimdi vatandaşlık hakkında konuşacak olursak, insanlarla ve vatandaşlarla olan bu temas ve her zaman tiyatroda olmak, devam etmekte olmak vesaire, bu fikre de bu şekilde ulaştım. Kendime sormaya devam ediyorum, Medea kim? Ben miyim? Siz misiniz? Ben miyim? Beyrut mu? Yoksa gittikçe vahşileşen dünyanın kendisi mi? Bilmiyorum diyorum. Gerçekten bilmiyorum. Ama bildiğim şu ki, Lübnan’da ve tüm dünyada kaç bin Medea var ve kimse onlardan bahsetmiyor. Lübnanlı kadınlar, Iraklı kadınlar, Suriyeli kadınlar, Yemenli kadınlar, hepsi bu küçücük ülkede yaşıyor ve hiçbirimiz, bu kadınların hiçbiri çocuklarına mütevazı, güvenli bir gelecek sağlayamıyor, onları teknelere atıp hayatlarını tehlikeye atmayı göze almak dışında bir şey yapamıyor. Belki kuzeyde güvenli bir kıyıya ulaşabilirler. Sahip oldukları tek seçenek bu. Ve tabii ki azınlık bir grup bunu başardı ama pek çok insan okyanusta battı ve öldü ve doğrudan cennete, vaat edilen cennete gittiler. Ve diyorum ki ve insanlara anlatmaya devam ediyorum, eskiden oyunu anneye yazılan mektupla bitirirdim. Ama son zamanlarda çok, çok güzel bir kadın şair tarafından yazılmış çok ilginç bir şiirle karşılaştım. Adı Warsan Shire. Kendisi aslen Somalili bir sanatçı, şair. Çocukken ülkesini terk etmiş çünkü ülkede bir iç savaş varmış, çok şiddetli bir iç savaş. İngiltere’ye kaçmış ve çok basit bir şiir yazmış, yani bu benim de sevdiğim tarz, çok basit ve çok derin, tiyatrodaki tarzım gibi, evet dedi, şiir şöyle bir şey.

Diyor ki “su, üzerinde durduğumuz zeminden daha sağlam olmadıkça kimse çocuklarını suya atmaz. Hapishaneler ya da kamplar yanan bir şehirden daha güvenli olmadıkça kimse kampları ya da hapishaneleri seçmez. Evin kendisi insanın kulağına gelip ona mırıldanarak hâlâ içimde ne yapıyorsun? Etrafımda akan kan nehirlerini görmüyor musun? Lütfen çocuklarınızı dişlerinizle tutun ve gidin ve kaçın ve uzaklaşın ve kaçın ve kaçın ve kaçın demedikçe kimse, inanın bana, kendi isteğiyle evini terk etmez,” ve Beyrut her sabah kulağıma geliyor ve bana fısıldıyor, diyor ki hâlâ ne yapıyorsun Hanane? Kalk, ilaçlarını al, çoraplarını giy ve git, kapıyı kapat, koş, koş ve koşmaya devam et, hepsi bu. Kapıyı kapatıyorum, tekrar koşuyorum ve başladığım gibi koşmayı bitiriyorum. Bu yeni bir son.

Yani bu yeni son, anlatmak istediğim şeyin özüyle ilgili konseptle, insan olmanın ve her zaman bir ülke olmayı başaramamış bir ülkenin gerçek bir vatandaşı olmanın imkânsızlığıyla ilgili konuyla gerçekten çok iyi uyuşuyor ve bence hiçbir zaman hesaplaşılmayacak, biz hâlâ daha iyi bir şey hayal ediyoruz vesaire. Umutsuz değilim ama kötümserim. Bu farklı bir şey. Bu yüzden her zaman daha iyi bir gelecek için çalışıyorum. Ama Lübnan'ın bu hâliyle ayakta kalamayacağını biliyorum.

Evet. Sanırım bu kapanış satırları üzerine daha fazla söylenecek bir şey yok. Teşekkür ederim.

Teşekkür ederim. Her zaman Saadallah Wannous’tan alıntı yaparım. Şu anda hayatta olmayan çok ilginç bir Suriyeli yazar. Ben ona Arapların Shakespeare'i diyorum. Bir keresinde tiyatro gününde uluslararası söz söylemek için davet edilmişti ve konuşmasında “umuda mahkumuz, umuda mahkumuz ve şu anda olanlar dünyanın sonu olmayabilir” demişti.

Hanane Hajj Ali’nin Jogging adlı tek kişilik performansını IO Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında 23 Mart’ta DasDas’da izleyebilirsiniz.

0
7886
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage