07 MART, CUMA, 2025

Mekâna ve Zamana Duyarlı: “Yarın Belki de”

Ayşe Draz ile yönetmenliğini üstlendiği, Forced Entertainment’ın çağdaş tiyatro klasiği Tomorrow’s Parties’in bugünün Türkiye’sine uyarlanmasıyla ortaya çıkan, geleceğe dair ütopik ve distopik düşüncelerle örülü Yarın Belki de oyunu üzerine konuştuk.

Mekâna ve Zamana Duyarlı: “Yarın Belki de”

Klasik tiyatro anlayışından çok sanatsal bir deneyim sunmayı amaçlayan Yarın Belki de geleceğe dair tüm umutlarımızı ve korkularımızı su yüzüne çıkarıp orada birbirine karıştıran bir oyun. Lita House of Production ve Beykoz Kundura ortak yapımıyla sahneye taşınan oyun çağdaş tiyatro sahnesinin önemli topluluklarından ve ortaklaşa üretim (devising) yönteminin öncülerinden sayılan Forced Entertainment’ın bir eseri. Özgün adı Tomorrow’s Parties olan Yarın Belki de tamamen günümüze ve bugünün Türkiye’sine uyarlanan ve başrollerinde Aslı İçözü ve Şerif Erol’u izlediğimiz bir oyun. Yarın Belki de; izleyicisini birbiri ardına sıralanan gelecekle ilgili spekülasyonlardan oluşan, ütopik ve distopik hayallerin harmanlandığı bir dünya içine çekiyor. Gelecek beklentisinin sabırsızlıkla ilişkisini derinden hissettiren, belirsizliğin yarattığı iç sıkıntısını deneyimin parçası hâline getiren bir tiyatro deneyimi sunuyor. Yarın Belki de hakkında merak ettiklerimizi yönetmeni Ayşe Draz’a sorduk.

Oyunda onlarcasını duyduğumuz varsayımlardan yola çıkarak ilk sorum geleceğe dair en korktuğunuz ve en umut veren senaryo nedir sizin için? Gelecek bize ne getirecek?

Geleceğe dair en korktuğum varsayım “her şeyin şimdi nasılsa gelecekte de az çok öyle” olacağı… Yani “gene zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasında büyük bir dengesizlik olacak... Gene kimilerinin geniş olanakları varken kimilerinin hiç olmayacak… Gene sınıf sistemi olacak…. Gene para, silah, bomba…hava kirliliği olacak… Gene birbirlerini hiçe saymaya, değersizleştirmeye, birbirlerini hor görmeye… Birbirlerine gülmeye devam edecekler… Gene birbirlerinin zayıf noktalarını alay konusu yapacaklar…”

Geleceğe dair bana en umut veren varsayım da “her şeyin şimdi nasılsa gelecekte de az çok öyle” olacağı… Yani insanlar “Gene futbol oynayacaklar… Gene tatile gitmek isteyecekler… Gene annelerinden babalarından, onların yaşlılıkla nasıl baş ettiklerinden endişe edecekler… Gene kötü filmlere ağlayacaklar… Gene takılıp (tökezleyip) düşmeye devam edecek insanlar… Gene bir şeylerini kaybetmeye devam edecekler... Gene anahtarlarını kaybedecekler… Gene kitaplar olacak… Gene berbat şiirler ve bunları yazmakla vakit kaybeden insanlar olacak”

Yukarıda da alıntıladığım gibi oyunun söyledikleri ve onun  üzerinde çalışıyor olmanın da bende tetiklediği ve kendi zihnimdeki senaryolara gelirsek, sanırım en korktuğum senaryo, insanların birbirinden gittikçe daha fazla uzaklaştığı, empati ve dayanışmanın yerini yalnızlık ve sadece bireysel çıkarların alacağı bir dünya; teknolojinin insan ilişkilerini yalnızca yüzeysel kılacak şekilde ilerlemesi, duygusal bağların zayıflaması, insanlık olarak birbirimizi anlamakta zorlanacağımız, her şeyin hızla tüketildiği, doğal dengenin daha da bozulduğu bir geleceğe doğru, ister dünyada ister uzayın içinde bir yolculukta olalım, ilerlemek, ebediyen…

​​En umut veren senaryo ise insanın kendi potansiyelini keşfettiği, bunun sonu olmayan bir yolculuk olduğunu bilse de bu çabasını sürekli yenilediği, kendi hataları ile yüzleşip onlardan öğrendiği ve kendini affedebildiği, kırılganlıklarını saklamadan kendini ortaya koyabildiği, yaralarını şefkatle iyileştirebildiği, kendisine ve evi olan dünyaya, o evdeki diğer canlılara karşı sorumluluklarını sahiplendiği, beraber oyun oynamanın ve oyunsuluğun yeniden hayatımızda önemli bir yere kavuştuğu, mizahın bol olduğu bir gelecek…

Bizi bir araya getiren Yarın Belki de oyunu bir Forced Entertainment yapımı. 1984 yılında İngiltere’de kurulan, sanatçı iş birliğine dayanan, deneysel yapımlarıyla tanıdığımız bir tiyatro ekibi. Forced Entertainment size nasıl ilham veriyor?

Geçtiğimiz sene 40. yıllarını kutlayan Forced Entertainment, Tim Etchells ekibin sanat direktörlüğünü üstlenmiş olsa da, Tim dahil Robin Arthur, Richard Lowdon, Claire Marshall, Cathy Naden ve Terry O’Connor olmak üzere altı sanatçı/oyuncu tarafından birlikte kuruluyor. 1984 yılında oyunculuk okulundan yeni mezun olmuş bu altı kişi, onlara hem inanılmaz bir sanatsal özgürlük tanıyacağını hem de finansal açıdan varlıklarını sürdürmeyi kolaylaştıracağını bildikleri için, özellikle merkez yani Londra dışı, eski endüstriyel işçi sınıfı şehri olan Sheffield’e yerleşiyorlar. Kurulduğu günden bugüne de, “devising” yani Türkçeye “ortaklaşa üretim/yaratım” olarak tercüme edebileceğimiz yöntemin öncüleri olarak gösterilen topluluk, ders kitaplarından bile okutuluyor. Forced Entertainment’ın işlerinde çok belirleyici bir yer tutan ortaklaşa üretim/yaratım süreci, sadece kolektif metin yazmayı değil, aynı zamanda süreç boyunca yaratılan kolektif bir dilin ortaya çıkmasını da sağlıyor. Oyuncular kendilerini mevcut bir metnin içinde sadece birer figür olarak değil, kişisel deneyimlerini ve bakış açılarını da ekleyerek beraber tasarladıkları bir dünyanın içindeki karakterler, daha doğrusu “persona”lar olarak tasarlıyorlar. Bu tür bir yaratım sürecinde, oyuncuların kendilerini ne kadar ifade edebildikleri ve metnin onlara ne kadar esneklik sunduğu, her şeyin canlı ve organik bir şekilde gelişmesine olanak tanıyor. Ve bence bu da, hem oyuncular hem de izleyiciler için özgürleştirici ve canlandırıcı bir deneyim yaratıyor. Forced Entertainment bu tür bir kolektif çalışmayı, dile kolay kırk yıldır sürekli hâle getirebilen bir topluluk.

Forced Entertainment’in sadece nasıl çalıştıkları ve kolektif üretimleri değil sahne üzerinde inşa ettikleri dünya da sık sık alışageldiğimiz seyir alışkanlıklarına bir anlamda meydan okuyor. Sahneye koydukları yapıtlar deneysel ve özgün bir dil kullanarak genellikle tiyatronun sınırları zorlayan işler oluyor. Onların geleneksel anlayışları sarsan, izleyiciyi alışılmışın dışında düşünmeye sevk eden yaklaşımları bana sahnenin sunduğu potansiyeli daha özgür bir şekilde keşfetme konusunda ilham veriyor.

Sahneyi sadece izleyiciyle bir iletişim aracı olarak değil, aynı zamanda bir deneyim, bir sorgulama ve kavramsal bir tasarım sunma alanı olarak da ele alan Forced Entertainment’ın işlerinde hep sözcüklerin, hareketlerin ve zamanın bambaşka bir şekilde kurgulandığı yapılarla karşılaşıyoruz.

Sahne üzerinde bazen kalabalık ve kaotik gibi görünen (Bloody Mess ve son işleri Signal to Noise gibi) bazen ise Tomorrow’s Parties veya Table Top Shakespeare gibi çok daha yalın tasarımlarla seyircinin karşısına çıkıyorlar; bazı işleri bir “saatten biraz fazla” bazı işleri ise Quizoola’da olduğu gibi altı saat sürebiliyor. Onların işlerini benim için bu kadar cazip kılan unsur ise sanırım tüm işlerinde mevcut olan meta-teatral yaklaşımları; yani tiyatronun kendi doğası, yapısı ve işleyişini sahnede doğrudan görünür kılmaları ve yapılanın tiyatro hatta bir oyun (hem ‘play’ hem de ‘game’ anlamında) olduğuna dair bilinçli vurgu yapmaları. Genelde sahnede karakterler değil, sahnede olduğunun farkında olan ve bunu seyirciye açan, bu bilinçle söylediklerini söyleyen ve tasarlanmış bir mizanseni takip eden oyuncular, dolayısıyla benim tanımımla oyuncuların kendi bireysel kimlikleriyle inşa ettikleri  “personalar” izliyoruz. Yani oyuncular sadece metne sadık kalmakla kalmıyor aynı zamanda kendi varlıklarını da o metne hatta o anın duygu durumuna, kurgusuna katıyorlar. Bu da, izleyicinin bir anlamda sahnenin bir parçası olmasına olanak sağlıyor. Bu tür bir yaklaşım hem sahnedeki kişiliklerin daha katmanlı ve gerçekçi olmasını sağlıyor hem de her gösterinin “canlı” ve her an değişebilen bir şeye dönüşmesini mümkün kılıyor. Forced Entertainment, bu dengenin ustaca kurulmasıyla, oyuncuların ve izleyicilerin kendilerini oyun içinde bulmalarını sağlıyor, bence bu çok değerli bir şey.

​​Ayrıca Forced Entertainment’ın üretimlerinde uyguladıkları “game” tasarımlarını, çok analog bir yerden disiplinlerarası yaklaşımlarını, sıklıkla kullandıkları tekrar unsurunu ve seyirciyi muhakkak eğlendirmeyi önemsemelerini çok seviyorum. Ayrıca bence neredeyse tüm eserlerinde sahnede yeni bir tür şiirsellik yaratıyorlar ve bunu yaparken de yaptıkları teatral veya performatif işleri “canlı sanat” kategorisi altında topluyorlar. Video, film, kitap, yazılı makale gibi çok farklı medyumlarda iş ürettiklerini de belirtmem lazım. Canlı sanatın barındırdığı “failure” unsurunun sık sık altını çizen topluluk bir anlamda, “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil” diyen  Beckett’in izinde bazen başarısızlığı bilinçli bir estetik strateji veya metinlerinde içerik olarak da kullanılıyorlar;  seyircinin beklentilerini ve geleneksel anlatıyı sekteye uğratan veya tamamlanmamış, kırılgan, düzensiz yapıları öne çıkarıyorlar. Yukarıda bahsi geçen tüm bu sebepler nedeniyle Forced Entertainment’ın benim için çağdaş dünya tiyatrosuna baktığımda en önemli topluluk olduğunu söyleyebilirim. 

Sayenizde daha yakından tanıma şansımız oldu. Yarın Belki de ya da İngilizce adıyla Tomorrow’s Parties ile ilk karşılaşmanızda neler hissettiniz? Sizde yarattığı etkiyi hatırlıyor musunuz?

Bu oyunla ilk karşılaşmam diğer projelerimde de olduğu gibi beni yalnız bırakmayan suç ortağım ve Yarın Belki de’yi uyarlayan ekipte olan dramaturgumuz Özlem (Hemiş) sayesinde oldu. Forced Entertainment’a ne kadar hayran olduğumu bilen Özlem, Edinburgh’da canlı izlemiş olduğu Tomorrow’s Parties’e bakmamı, çünkü bu işin uyarlamaya müsait olabileceğini söyledi. Ne yaptım ettim bir kaydını buldum ve oyunu kayıttan izledim. Özlem ve çevirimizi yapan Semih (Fırıncıoğlu) oyunu doğaçlamaya alan açan bir “game” tasarımı sanmışlardı ama ben noktası, virgülüne kadar tasarlanmış bir metni olduğuna emindim. İlk bakışta, oyunun kurgusu çocukken oynadığımız tekrar kalıplarıyla kurulan bir game/oyuna benzese de (kaldı ki muhtemelen ortaklaşa yaratım/üretim süreci böyle bir çıkış noktası ile işlemeye başladı) metnin nihai hâlinin, üzerine çok düşünülmüş ve kendi içinde bir grafiğe oturtulmuş bir tasarıma sahip olduğuna emindim. Paylaşılan ihtimaller bazen birbirini çürütüyor, bazen yeniden inşa ediyor, seyirciyi sürekli bir beklentiye sokarken aynı anda o beklentiyi yıkıyordu. Sık sık aklıma geleceği tahayyül ederken aslında kendimizi nasıl konumlandırdığımız sorusu geldi, çünkü oyun, yalnızca olası gelecek senaryolarını sıralamıyor, aynı zamanda bu senaryoları dile getirenlerin (ve dolayısıyla seyircisinin de) dünyaya bakış açısını açığa çıkarıyordu. Ve bunu yaparken de ne tamamen bir kurguya ne de tamamen doğaçlamaya dayanıyordu; ikisinin arasında, her an değişebilecekmiş gibi duran ama kendi iç ritmini hiç kaybetmeyen bir yapıdaydı. Zaten bence Forced Entertainment’ın en büyüleyici taraflarından biri de bu; seyirciye bir oyun izlediğini hatırlatan ama aynı zamanda o oyun anının gerçekliğini inkar etmeyen bir estetik kuruyorlar. Beni etkileyen bir diğer şey, oyunun basit gibi görünen yapısının aslında ne kadar katmanlı, ne kadar zengin ve düşündürücü olduğuydu. Forced Entertainment’ın işlerinde sıklıkla rastladığımız o kendine has mizah ile şiirsellik ve hüzün dengesi, bu oyunda da çok güçlü bir şekilde hissediliyordu. Oyunun sürekli değişen varsayımlar üzerinden ilerlemesi, geleceğe dair ihtimalleri birer birer sıralaması, aslında hem çok tanıdık hem de bir o kadar tedirgin ediciydi. Son olarak, oyunun belki de beni en çok etkileyen yanı, metnin bir yandan bizi gülümsetir ve düşündürürken bir yandan da en son noktayı varoluşsal bir sorgulamayla koymasıydı.

Sahiden izleyeni uç duygular ve düşünceler arasında götürüp getiren bir metin. O hâlde Yarın Belki de’nin Türkiye’de izleyici ile buluşma sürecine gelelim. Oyunu uyarlama fikri nasıl ortaya çıktı? Bu metni burada oynamak sizin için neden önemliydi?

Bu oyunu burada sahneleme fikri, aslında Forced Entertainment’ın tiyatro anlayışıyla kurduğum kişisel bağ ve bu metnin sunduğu potansiyellerle doğrudan bağlantılı bir şekilde ortaya çıktı. Tomorrow’s Parties içeriği gereği, her yerde ve her bağlamda yeniden anlam kazanabilen, mekâna ve zamana duyarlı bir metin. İçinde bulunduğumuz sosyo-politik ortamda, bu oyunun sunduğu gelecek ihtimalleri üzerine düşünmek, sadece sanatsal bir tercih değil aynı zamanda çok güçlü bir gereklilik gibi de geldi bana. Çünkü aslında bahsedilen gelecek her şeyden öte bugünün korku ve umutlarını yansıtıyor, geçmişin bugüne taşıdıklarını hatırlatıyor ve bizim şimdi burada yaşadıklarımıza bir tür ayna tutuyor. Hem sanatsal hem de düşünsel açıdan Tomorrow’s Parties’i bugün burada, henüz Forced Entertainment ile hiç tanışmamış bir seyirci ile bir araya getirmek benim için çok anlamlıydı. Geleceğe dair ihtimalleri ardı ardına sayarken aynı zamanda bugünümüzü nasıl yaşadığımızı da sorguluyoruz. Ve belki de en önemlisi, bunu yalnız yapmıyoruz—her gösteri “o anda orada” canlı bir işle birlikte seyre çıkmaya gelen seyircinin katılımıyla, “o gün orada” yeniden şekilleniyor ve tam da bu yüzden her akşam sahnede başka bir ihtimal beliriyor. Bu açıdan beni heyecanlandıran bir diğer unsur da, bu oyunun yapısı gereği tiyatronun bir buluşma alanı olarak nasıl çalıştığını da sorgulamaya açıyor olmasıydı. Forced Entertainment tiyatroyu her zaman bir paylaşım alanı olarak kurguluyor. Hele ki bu oyun özelinde seyirciyle kurdukları ilişki, bir anlatıcının pasif bir izleyiciye bir şeyler aktarması gibi değil, tam tersine, seyircinin kendi hayal gücünü, kendi beklenti ve korkularını sahnedeki ihtimallerle iç içe geçirmesine imkân tanıyor ve seyircisini oyuna, alıştığımız biçimlerden farklı bir şekilde “dahil ediyor”. Sanırım bu yüzden, bu oyunun burada sahnelenmesi, bizim için sadece bir uyarlama değil, aynı zamanda bir diyalog başlatma biçimi. Bu yüzden de hem her yaştan farklı seyircilerle bir araya gelmek istiyor, hem de fırsat bulduğumuz her seferinde oyun sonrası seyirciyle soru-cevap yapmayı arzuluyoruz.

​Şunu da belirtmem gerekir ki, uyarlama süreci de, Forced Entertainment’ın kendine özgü kolektif üretim biçimiyle kurduğumuz ilişki açısından önemliydi. Onların tiyatro yapma biçimi, hiyerarşik olmayan, kolektif bir yaratım sürecine dayanıyor ve biz de bu yaklaşımı kendi pratiğimizde yeniden düşündük. Oyunun bir çerçevesi var ama içeriği her seferinde nasıl oynandığı, nasıl söylendiği, bizim bu aktarımı yaparken neler düşündüğümüz ve hissettiğimize göre yeniden şekilleniyor. Bu nedenle, onu burada sahneye taşımak, sadece bir metni başka bir dile aktarmak değil, onu bulunduğumuz bağlama duyarlı bir şekilde yeniden inşa etmek anlamına geliyordu. Ayrıca metni tasarımı, burada seyirciyle nasıl bir ilişki kuracağımızı da belirledi. Gelecekle ilgili bu kadar çok ihtimali sıralarken, sahnede bir otorite figürü yok. Kimse geleceği kesin olarak bilmiyor, kimse mutlak bir doğruluk iddiasında bulunmuyor. Tam tersine, her yeni varsayım, ya bir öncekinin altını oyuyor ya da onu alıp absürt biz düzleme taşıyor ve böylece aslında bir oyun alanı açıyor. Bugün, geleceğe dair düşünmenin, olasılıklar üzerine kafa yormanın ve bunları paylaşmanın ne kadar önemli olduğunu düşündüğümüzde, bu oyunun burada sahnelenmesi kaçınılmaz bir hâl aldı.

Metnin yoğun ve katmanlı içeriğini ele alışınızla da ilgileniyorum doğrusuYarın Belki de geleceğe dair olası ve fantastik, ütopik ve distopik, eğlenceli ve korkutucu onlarca spekülasyondan oluşuyor. Oyunun uyarlama sürecinde metne ve oyunun yapısına ne tür müdahalelerde bulundunuz? Nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?

Sanırım Yarın Belki de bir yandan çok tanıdık, çünkü hepimizin gelecek üzerine düşünme biçimleriyle oynuyor ama bir yandan da her sahnelenişinde yeni anlamlar kazanan bir yapı sunuyor. Biz de bu canlılığı koruyarak, metni her akşam yeniden keşfetmeye, seyirciyle birlikte yeni ihtimaller üretmeye açık bir şekilde sahneye taşımaya istediğimiz için epey uzun bir süre masa başında uyarlamaya kafa yorduk. Uyarlama, bizim için en başından itibaren, oyunun aktardığı spekülasyonları sadece Türkçeye çevirmek değil, onları içinde bulunduğumuz bağlama yeniden yerleştirmek üzerine kurulu bir süreçti. Zaten Semih (Fırıncıoğlu) sürecin başından beri beni bu işi yapmam için cesaretlendirdiği için, daha ben ondan talep etmeden ilk Türkçe çeviri taslağını hem de farklı olasılıklarla yapıp göndermişti. Yarın Belki de doğası gereği açık uçlu, sürekli dönüşebilen, oynandıkça yeni anlamlar kazanan bir metin. Biz de bu esneklikten yola çıkarak, oyunun yapısını ve ritmini sahnelediğimiz yerin dinamiklerine ve izleyiciyle kurmak istediğimiz ilişkiye göre şekillendirdik. Metne müdahalelerimiz, büyük ölçüde oyunun sunduğu ihtimallerin yerel bağlamda nasıl yankı bulacağını düşünerek şekillendi. Metni birebir çevirmek yerine, onun sunduğu anlatım biçimini ve dinamiğini kendi bağlamımız içinde nasıl yeniden üretebileceğimize dair bir keşif sürecine giriştik. Öte yandan da uyarlama sürecinde, Şerif ve Aslı’nın oyunu kendi bedenleri ve sesleriyle nasıl sahipleneceğine, bunu nasıl doğal bir akış içinde sunacaklarına odaklandık.

Çalışma sürecinde en çok üzerinde durduğumuz şeylerden biri de oyunun pek ince ayar gerektiren ritmiydi. Yarın Belki de görünürde basit ama aslında çok katmanlı bir yapıya sahip ve her katmanında da fazlasıyla ince ayar gerektiriyor; metne ve tasarıma ihanet etmeden yerel seyirciyle de ilişkilenecek doğru ritmi oturtmak için çok çalıştık. Ayrıca, Forced Entertainment’ın kolektif üretim yaklaşımını uyarlama sürecinde kendi çalışma sürecimize de taşıdık. Aslında şimdi fark ediyorum ki uyarlama sürecinde adeta ortaklaşa yaratım yönteminin bir izdüşümü olarak, metni sadece sözel bir anlatı olarak değil, oyuncuların bedenleri, sesleri ve sahnedeki varlıkları üzerinden de düşünerek, onların getirdikleri önerilerle şekillendirerek ilerlemişiz. Tabii ki de Şerif ve Aslı gibi hem hayattaki duruşlarına hem zekalarına hem sahnedeki varlıklarına hayran olduğum bu kadar deneyimli iki oyuncu ve her anlamda “açık” iki insanla çalışıyor olmak ancak bunu mümkün kıldı… Tüm ekiple birlikte yarattığımız çalışma benim için bir ütopyaydı adeta diyebilirim.

Uyarlamada anlatıyı güçlendirmek için ne gibi tercihleriniz oldu? Türkiye’deki izleyicinin oyuna farklı bir bakış açısıyla yaklaşacağını düşündüğünüz noktalar var mı?

Yarın Belki de’yi bir “anlatı” olarak tanımlamak doğru olur mu emin olamıyorum eğer “anlatıysa” da, doğrudan hikâye anlatımı ya da dramatik bir olay örgüsüyle sınırlı değil. Bence bir anlatıdan çok geleceğe dair bu fikirler, seyircinin kendi hayat deneyimleri üzerine kurulu bir anlam arayışına alan açan bir deneyim sunuyor. Bu onu anlatıdan öte deneysel ve seyirciyle birlikte şekillenen bir sürece dönüştürüyor.

​Bu işi Türkiye’deki seyirci ile buluşturmak üzere ise üzerimizde büyük bir sorumluluk da hissederek, çok detaylı bir çalışma sürecine giriştik. Türkiye’deki hassasiyetleri ve bağlamı göz önünde bulundurarak birçok yerde kelimesi kelimesine tercüme yapmak yerine buradaki karşılıklarını düşünerek metne yeni öneriler getirdik; bahsi geçen fikirlerin burada bizim korkularımızı mı yoksa umutlarımızı mı ifade ettiğini, bugünümüze mi yoksa geçmişimize mi referans verdiğini tespit edip değerlendirerek ilerledik. Eğer bir rahatsızlık yaratacaksa bu rahatsızlığın dozunu bile doğru bir ayara oturtmaya kafa patlattık. İlk başlarda, muhtemelen henüz biz kendimiz metni tam kavrayamamış olduğumuzdan ve “burada bir karşılığı olmalı” telaşından, metne gereğinden fazla yerel dokunuş yapmaya çalıştığımızı itiraf edebilirim. Ancak zamanla anladık ki metnin bu fazlalıklara ihtiyacı yok. İki oyuncunun adeta bir aşık atışmasındaymışçasına paylaştıkları, bazen örtüşen bazen çarpışan, bazen kendi içinde başlangıcıyla sonu çelişen fikirler, aslında çok sıradan insanların, yani bizlerin, bir yemek masasında veya arkadaş toplantısında paylaşabilecekleri, vasat gelecek spekülasyonlarından pek de fazlası değiller. Ve bu özellikle tercih edilmiş. Ancak işin dramaturjik yapısı ve oyuncuların aslen başroldeki bu fikirleri nasıl tam dozunda, ince bir ayarla aktardıklarından ötürü inanılmaz bir etkiye sahip oluyorlar. Öte yandan metin 2011 yılında yaratılmış dolayısı ile orijinal metinde bahsi geçen bazı şeyler artık bugün kulağa fazla demode geliyor veya çok yakın geçmişte gerçekleşmiş oldukları için, gelecek spekülasyonu olabilecek kadar yabancılaşamadığımız şeylerdi. Dolayısı ile bir iki yerde oyuncularla birlikte yeni senaryolar yarattık – mesela Şerif’in önerisi olan “ana karnında ünlü” olma senaryosu gibi. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki hem orijinal iş hâlâ oynanmaya devam ediyor (mesela bu mayıs ayında Fransa’ya turneye gidiyorlar) hem de metinde bahsi geçen senaryoların bir kısmı zaten kasıtlı olarak geçmişten geleceğe projekte edilen şeyler. Ben metnin incelikli mizahının da biraz buralarda saklı olduğunu düşünüyorum. Yani nihayetinde metni gereğinden fazla “yerelleştirmenin” onları tek bir olasılığa sabitlemek anlamına geleceğini fark ettik ve yeterince bizden ve buradan duyulması için hem özellikle Türkçe dilinin olanaklarından (çeviriyi yapan Semih Fırıncıoğlu ve uyarlama ekibimiz sayesinde) mümkün olduğunca yararlandık hem de oyuncuların aktarım biçimleri ve beden dillerinde yerel olanı araştırmaya başladık. Neticede İngilizlerin daha “cool” duruşlarının yanında biz çok daha Akdenizliyiz. Ayrıca metnin çok önemli bir iki noktasına- ki bunlar sıklıkla Aslı’nın metninde ve özellikle “gelecekte her şeyin aşağı yukarı bugün nasılsa öyle kalacağından” bahsettiği yerlerde - bizden meseleler, bize dokunan şeyler ekledik ama mesela şimdi kısmen onları bile yeniden ayıklamayı düşünüyoruz çünkü metin bu anlamda ülkemizin gündemini yakalamakta zorlanıyor.

Yarın Belki de Aslı İçözü ve Şerif Erol’u başrollerde izliyoruz. Bu oyun için İçözü ve Erol’un tercih edilmesini sağlayan, öne çıkan yönleri ne oldu?

Şerif, sürecin en başından beri bu iş için birlikte çalışmayı hayal ettiğim bir oyuncuydu; hem zarafetine ve insanlığına, hem entelektüel donanımına hem müthiş oyunculuğuna hem de bir oyuncu olarak içinde bulunduğu farklı teatral ve performatif işlerin birikimine ve tiyatroya yaklaşımına hayran olduğum biri. Daha önce ikimizin de bir dönem parçası olduğu Studio Oyuncuları’nda yollarımız kesişmiş, tanışmıştık ama bu oyun sayesinde gerçekten birbirimizi tanıma şansımız oldu; o yüzden de bu projeye çok müteşekkirim. Şerif en başından beri hem oyunun tasarımını ve önerisini çok iyi kavradı hem de uyarlama sürecine Türkçe diline hakimiyetiyle inanılmaz katkı sağladı. Aslı ise kendisiyle geç tanışmış olsak da hep sahne üzerinde de beraber çalışmayı arzuladığım, daha önce Yapı Kredi Kültür Sanat’ta yer alan  “Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet” sergisi kapsamında gerçekleştirdiğim “bir sergi turu” işinde beraber çalıştığım bir oyuncuydu. Şerif gibi Aslı’ya da hayattaki duruşu ve insanlığından ötürü hayranlık besliyor, sürekli sınırlarını esneten, çok iyi bir oyuncu olduğunu gözlemliyordum. Aslı ile henüz çok yakından tanışmasak da metni paylaştığımda ondan aldığım geri dönüş beni çok ama çok heyecanlandırdı çünkü çok da fazla açıklamama ihtiyaç kalmadan meseleyi kavramış ve en az benim kadar bu tasarımın önerisine heyecanlanmıştı.

Konuyla bağlantılı olarak şunu da merak ediyorum; orta yaşlardaki deneyimli iki oyuncu yerine daha genç hatta belki çocuk oyuncular oynasa bunun metne etkisi nasıl olurdu?

İlk başlarda, FE bu işi zaten aynı tasarımın içine farklı çiftler yerleştirerek gerçekleştirdiği ve her çiftin arasındaki dinamiğe göre sonuç ufak da olsa farklılıklar gösterdiği için, ben de farklı çiftlerle çalışmayı hayal ettim. Hatta bunu farklı jenerasyonlarla yapabilir miyim diye Tim ile paylaştığımda bu fikir onların da çok hoşuna gitti. Ancak şunu söylemeliyim ki genç jenerasyonu bu işe ikna etmekte çok zorlandım ve sonunda vazgeçtim, çünkü baktım ki hem işin minimal ve soyut yapısını kavramakta zorlanıyorlar (onlarla sırf metni değil orijinal İngilizce versiyonundan kısa parçalar da paylaşmış olmama rağmen) hem de sahne üzerinde oyuncu olarak canlarının çektiği şey çok daha konvansiyonel karakterler veya hikâyeler…

Bütün o dile gelen ütopya ve distopyalar farklı yaşlardaki “personalar” ve farklı dinamiklere sahip çiftler tarafından aktarıldığında, bunun seyircide çok çok farklı yankılanacağını düşünüyorum. Fakat bu kadar zor bir ezber gerektiren bu metni hem de talep ettiği biçimde yani doğaçlamaymış gibi aktarmak, hangi jenerasyondan gelirse gelsin ne her oyuncunun harcı olabilir ne de Şerif ve Aslı’nın ortaya çıkardıkları oyunculuk dersi niteliğindeki dürüst ve ince ayar gerektiren bir performansı sergileyebilir her oyuncu...

​Metni kavrayışları açısından da Şerif ve Aslı’nın oyunu yaratanlarla aynı jenerasyondan geliyor olmaları bence önemli bir unsur ama gene de ileride başka çiftlerle çalışma fikir beni heyecanlandırıyor.  

Aslı İçözü ve Şerif Erol’un karakterlerine yön verebilmesi ve performansları konusunda oldukça önemli noktalara değindiniz. Bahsettiğiniz tüm bu başlıklar ışığında oyuncuların metinle ilgili özgün yorumları, katkıları nasıl oldu?

Sahnede izlediğimiz iki kişi ne tam birer karakter ne de Şerif ve Aslı’nın ta kendileri ama tam da bu ikisi arasındaki eşikte duran ve onların yarattıkları, tasarladıkları personalar. Onların metne yaklaşımları ve getirdikleri öneriler, bir ikili olarak aralarında tutturdukları özgün dinamik sayesinde bu iki persona tam da böyle çıktı ortaya. Benim tek yönlendirmem Şerif ve Aslı’nın hem birer karaktere dönüşmekten nasıl kaçınmaları hem de kendilerine ne kadar mesafe almaları gerektiğini tespit edip onlarla birlikte doğru ritmi oturtmak üzere ince ayar yapmak oldu. Bahsi geçen gelecek senaryolarının içindeki imgeleri seyirci için ama seyirciyi yormadan, yeterince canlı kılmak, hem yanındaki oyuncuyla bir atışma tadında metnini akıtmak hem de bir takım olarak, birlikte oyunun grafiğini tutturmak, hem oyunun mizahının ortaya çıkmasına izin vermek ama hem de bunu yaparken yarattığın personanın kesin tanımlanabilecek bir karaktere dönüşmesine engel olmak, sürekli ama sürekli bir ince ayar gerektiriyor. Ayrıca Şerif ve Aslı sadece metnin sözcüklerine odaklanmakla veya metinde bahsi geçen imgeleri müthiş bir ustalıkla canlı kılmak ve yorumlamakla kalmadılar, aynı zamanda sahne üzerinde yaşadıkları her anı da oyunun akışı içinde harmanlayarak ortaya çıkan personaları daha da hakiki ve canlı kıldılar.

İki oyuncu âşık atışması tarzında birbirlerine “ya da gelecekte…” ile başlayan olası ve imkânsız tahminlerini bir yüksekliğin üzerinde yerlerinden kıpırdamadan sıralıyorlar. Bu süre içinde rutin, tekrar eden motifler bir belirsizlik hissi yaratıyor. Oyun ilerledikçe bir önceki söylenenleri unutuyoruz ama bizle kalan anlık etkileri bir ağırlık oluşturuyor duygu dünyamızda.

“Yarın Belki de” seyirciyi düşünmeye zorlayan, tekinsiz ama eğlenceli bir atmosfer yaratıyor nihayetinde. Seyircinin oyuna yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Dönüşler ne yönde?

Tiyatro seyircisi biraz zorlanabiliyor çünkü bu oyun onların seyir alışkanlıklarının dışında bir yapı sunuyor ve alıştıkları beklentileri karşılamıyor. Ama mesela henüz seyir alışkanlıkları kemikleşmemiş hatta oluşmamış liseli bir seyirci grubundan müthiş geri dönüşler aldık ve bu bizi çok mutlu etti. Hem oyunu doğaçlama sanmışlardı hem de kara mizahı çok iyi anladıklarını ama kendi tanımlarıyla “bugün burada endişelere boğulmuş bir nesil” oldukları için paylaşılan fikirlerden daha ziyade korktuklarını paylaştılar.

Genelde seyirci, tiyatrodan beklentisini karşılamasa da bizlerle birlikte geçirdiği “bir saatten biraz fazla” sürede sıkılmıyor, en fazla tekrarlarla kurulu yapıdan ve iniş çıkışı klasik dramatik üçgen yapıya oturmayan ve arkadaki panayır ışıklarının aynaladığı oyunun grafiğinden biraz yorulmuş olabiliyor. Daha önce çalıştırmaya alışık olmadıkları kasları çalıştırmalarını talep ediyor oyun seyircisinden ama bunu bir zorunluluk olarak empoze de etmiyor. Yarın Belki de her şeye rağmen ve de belki de en öncelikle seyircisini eğlendirmeyi vaat ediyor. Seyircisine istediğin yerde kendi dünyana dal istediğin yerde şimdiki ana dön, bak arada çok bir şey kaçırmayacaksın diyor.

Oyuna dair şimdilik en güzel geri dönüş ise ağırlıklı tiyatro seyircisi olmayan ama geçmişinde görsel ve plastik sanatlarla ilgilenmiş bir arkadaşımın, üşenmeyip benimle paylaşmak üzere kaleme aldığı şu tanım oldu:

“Bence bu oyun, minimal ve soyut yapısıyla geleneksel tiyatro normlarına meydan okuyor. Ancak bu yaklaşım, izleyiciler için alışılmışın dışında bir deneyim sunarak sabır ve beklentilerle oynuyor. Oyun, yalnızca bir metrekarelik bir sahnede, sınırları çizilmiş bir alanda geçiyor. Sahne tasarımında hiçbir dekor, aksesuar ya da görsel zenginlik unsuru bulunmuyor. Bu sadelik, oyunun hareket alanını kısıtladığı gibi, izleyiciye görsel bir referans noktası sunmaktan da kaçınıyor. Böyle bir tercih, izleyiciyi tamamen metne ve oyuncuların performanslarına odaklanmaya zorlayarak, sahne sanatlarının temel beklentilerini bilinçli bir şekilde boşa çıkarıyor. Bu yapıyı anlamlandırırken görsel sanatlarla bir paralellik kurmak mümkün. Nasıl ki insan zihni bir tabloya baktığında gördüğü şekil ve renkleri bir figür olarak yorumlamaya eğilimliyse, sahnedeki bir oyunu izlerken de doğal olarak bir kurgu, bir hikâye veya bir anlam arayışına giriyor. Ama Force Entertainment’in bu oyunu ise, seyircinin bu beklentisini karşılamayı reddederek soyut bir alan yaratıyor. Oyunda, sahnede iki oyuncunun diyaloglarını dinleyen izleyici, bu diyalogların bir hikâyeye dönüşmesini beklerken, metin sürekli olarak geleceğe dair öngörüler, spekülasyonlar ve tahminler sunuyor. Ancak bu öngörüler, belli bir mantıksal ya da kavramsal sıraya göre ilerlemiyor. Başlangıç, gelişme ve sonuç gibi bir anlatı düzeni yok; adeta zaman ve düzen değişse bile oyunun bundan etkilenmeyeceği bir yapı oluşturulmuş. Metin, yer yer daha umut dolu, kimi zaman ise daha karamsar gelecek hayalleriyle küçük iniş çıkışlar sunsa da ne karakterler gelişiyor ne de bir hikâyeye rastlıyoruz. Bu durum, izleyicide sabırsızlık ve hatta bir noktada hayal kırıklığı yaratabilir. Ancak bu, oyunun temel sanatsal yaklaşımının bir parçası sanırım. Forced Entertainment, deneyimli bir topluluk olarak elbette geleneksel bir hikâye yapısı kurabilir, karakterleri derinleştirebilir ve izleyiciye tanıdık bir dramatik yapı sunabilirdi. Ancak bu, onların hedeflediği minimal ve soyut yapıyla çelişirdi. Bu oyun, bir anlamda görsel sanatların sahne sanatlarının temeli olduğu fikrini sahneye taşıyor. İnsan, sahnede duyduğu metni ve izlediği karakterleri bir çerçeve içinde görmeye ve anlamlandırmaya çalışıyor. Ancak bu oyun, o çerçeveyi sürekli yok sayarak izleyicinin sabrını sınayan bir deneyim sunuyor. İzleyiciyi anlatının konforundan mahrum bırakarak, onun sanatla kurduğu ilişkiyi sorgulamasını sağlıyor. Sonuç olarak, Forced Entertainment’in bu yapımı, tiyatrodan ziyade bir “sanatsal gösteri” olarak değerlendirilebilir. Oyunun hikâye anlatmaktan uzak, daha çok bir form ve fikir üzerine kurulu yapısı, geleneksel tiyatro normlarına meydan okuyan bir yaklaşım sergiliyor. Bu yaklaşım, izleyiciyi hem zihinsel hem de duygusal olarak zorlayan bir deneyime davet ediyor. Minimalist ve soyut yapısıyla oyun, tiyatro sahnesinde görmeye alışık olduğumuz hikâye odaklı bir yapıdan uzaklaşarak, performans sanatları ve soyut görsel sanatlar arasında bir köprü oluşturuyor. Bu da oyunu, sabır ve anlayış gerektiren, ancak üzerine düşündükçe anlamı derinleşen bir sanat deneyimine dönüştürüyor.”

​​Bakalım yolculuğumuzun daha çok başındayız ve daha ne gibi başka geri dönüşler alacağız…

Oyunun sahne tasarımı ve görsel dünyası orijinaline çok yakın görünüyor. Uyarlamada farklı bir tasarım tercih etmeme sebebiniz uyarlamanın kuralları sebebiyle mi yoksa bu minimalist görsel dünya içinde oyunun kendini daha özgür ifade edebilmesi miydi?

Yarın Belki de orijinali İngilizce olan bir metnin Türkçeye çevrilip Türkiye’ye uyarlanması değil sadece, çünkü Forced Entertainment’ın zaten bu anlamda yayımladıkları veya paylaştıkları oyun metinleri yok. Bu bütünsel bir tasarım ve metin ön planda olsa da organik bir bütünün sadece bir bileşeni metin, tıpkı sahne ve ışık tasarımı gibi. Bize bu tasarımı emanet etmeleri demek sadece metni Türkçeye çevirip kullanmamıza izin vermeleri değil tasarımın içine bizden personaları yerleştirmemize alan açmaları demekti. Tasarımın minimalist görsel dünyası oyunun yapısının çok belirleyici biri unsuru. Sahnede kelimenin tam anlamıyla “iki kalas” ve üzerlerine asılı panayır ışıkları ile oyuncuların üzerinde durdukları küçük bir platform var sadece. Tasarımın temelinde, bir tür sadeleşme ve boşlukların seyirciye  bırakılması yatıyor. Bu minimalist yaklaşım, oyuncuların ve metnin ön plana çıkmasını sağlıyor, her söylenenin ve her hareketin derinliğine inebilmek için sahnede gereksiz ayrıntılara ihtiyaç duymuyor.

​​Henüz prova aşamasında gerçekleştirdiğimiz bir açık provada, oyuncuları dar bir alana sıkıştırmamam ve onlara yapacakları başka fiziksel eylemler bulmam konusunda beni eleştirenler oldu ancak bunun bütünsel bir tasarım olduğunu ve aslında oyuncuların da bu kadar severek sahiplendikleri performanslarını ancak bu kısıtlamalar sayesinde ortaya çıkardıklarını tekrarladım. Ancak bunu da çok normal karşılıyorum; birçok başka alanda da gözlemlediğim gibi tiyatroda da alışkanlıklarımızdan vazgeçmekte, beklentilerimizi sorgulamakta zorlanıyoruz çünkü zaten gündelik hayatımız bizi yeterince zorluyor ve buna bazen enerjimiz kalmamış oluyor…

Gerçek ile kurgunun bulanıklaştığı noktada duran Yarın Belki de’nin Türkiye’deki güncel gerçekliklerle ilişkisini nasıl görüyorsunuz?

Oyun Türkiye’nin gündemini yakalamakta zorlanıyor… Geleceğin ne getireceği konusunda kesin bir şey söylemek imkânsız ve bu oyun tam da o noktada, geleceğin çeşitli senaryolarını farklı açılardan ele alarak, seyirciyi sürekli bir sorgulama sürecine sokuyor. Türkiye'deki güncel gerçeklik, şiddet, huzursuzluk ve umutsuzluk gibi unsurlar bu belirsiz gelecekle birleştiğinde, oyun seyircinin bilinçaltında çok güçlü duygusal yankılar uyandırıyor. Korkarım ki biraz karamsar duygular bunlar ancak bir yandan da  içinde bulunduğumuz durumu mizahi bir pencereden sorgulamamıza, farklı olasılıkları düşünmemize olanak da sağlıyor diye umuyorum. Sahnede paylaşılan fikirler arasından seyircinin kendi korkuları ve umutlarıyla yüzleşerek birlikte geçirilen “bir saatten biraz fazla” süre içinde aslında yalnız olmadığını hissetmesini de can-ı gönülden ekipçe umuyoruz…

“Yarın Belki de” Künye

Yönetmen: Ayşe Draz
Dramaturg: Özlem Hemiş
Çeviri: Semih Fırıncıoğlu
Uyarlama: Ayse Draz, Aslı İçözü, Şerif Erol, Özlem Hemiş, Bora Aksu
Yardımcı Yönetmen: Bora Aksu
Yönetmen Yardımcısı: Berfin Tolmaç
Oyuncular: Aslı İçözü, Şerif Erol
Işık Operatörü: Umut Rışvanlı, Hüseyin Ege Kök
Ses&Efekt Operatörü: Ayça Özkan
Yapım Koordinatörü: İzel Şenal
Yapım: Beykoz Kundura, Lita House of Production, Forced Entertainment

Yaş sınırı: +14
“Bir saatten biraz fazla…”
​Tek Perde


“Yarın Belki de” 8 ve 22 Mart gösterimleri ile Beykoz Kundura’da izleyebilirsiniz. Detaylara buradan ulaşabilirsiniz. 

0
603
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage