Fotoğrafçılık ve sinema hep bir çeşit kardeş ilişkisine sahip olmuştur. Bunu, 1878’de The Horse in Motion (Devinimdeki At) adlı ünlü fotoğraf serisini oluştururken ilk sinema projeksiyonu olan “zoopraxiscope”u yaratan 19. yüzyıl fotoğrafçılarından Eadweard Muybridge’den daha iyi kimse anlamamıştır. Muybridge dört nala koşarken atların bir toynaklarını hep yerde tutup tutmadıklarını ayırt etmek amacıyla, atın tüm kas hareketlerini yakalamak için kamerasıyla art arda fotoğraflar çeker. Zoopraxiscope ile fotoğrafları art arda yansıtan sanatçı sonuçta kısa bir film yaratmış olur. O zamandan beri, yönetmenlerin işlerinin görünümünü ve verdiği hissi anlamak için film karelerine sıklıkla bakmalarıyla fotoğrafçılığın sinema üzerindeki etkisi inkâr edilemez olur.
Ünlü yönetmen Stanley Kubrick bile kariyerine, estetiğini ünlü suç fotoğrafçısı Weegee’den alan ergen bir basın fotoğrafçısı olarak başladı. Kubrick, Weegee’nin dehşet verici tarzından o kadar etkilenmişti ki yıllar sonra 1964 yapımı Dr. Strangelove filminin fotoğraflarını çekmesi için onu işe aldı ve hatta filmin suç sahnelerini çekerken kendisinden tavsiye bile istedi. Benzer olarak, Wes Anderson 2014 yapımı The Grand Budapest Hotel adlı filmindeki otelin görünümünde kısmi olarak Washington’da bulunan Library of Congress’de (Ulusal Kongre Kütüphanesi) bulduğu elle renklendirilmiş bir grup gezi kartpostalından esinlendi. Diğer yönetmenler de tek bir fotoğraftan görsel ipuçları yakaladı ya da lensin arkasındaki kişiden ilham aldı. Artsy’nin ünlü fotoğraflardan ilham almış altı filmden oluşan derlemesini sizler için çevirdik.
Spike Jonze Yönetmenliğinde Her (2013)
Her (Aşk); tek bir “gerçek” duygu dolu sevenin olduğu bir aşk hikâyesi, içine bolca nostalji katılmış fütüristik bir uyarı niteliğinde, paradokslarla dolu bir film. Belki de bu yüzden yönetmen Spike Jonze, 2014’te Oscar alan başyapıtını yaratırken fotoğrafçı Todd Hitto’nun 2000 yılında çektiği etkileyici ve esrarengiz Untitled#2653 adlı fotoğrafından yararlanıyor. Filmde Joaquin Phoenix; günlerini diğer insanlar için samimi mektuplar yazarak geçiren ve Scarlett Johansson tarafından seslendirilen ürkütücü derecede akıllı sanal asistanı Samantha’ya delicesine âşık olan Theodore Twombly adlı bir yazarı canlandırıyor.
New York Magazine’e verdiği bir röportajda Jonze kendisine ilham veren fotoğrafı “Adeta bir anı hissi verdi bana. Detayları olmayan bir günün modu… Bu güzel ve eğlenceli bir ormanda bir kızın anısı…” şeklinde tanımlıyor. Gerçekten de fotoğrafın sessiz paleti Jonze’nin benzer biçimde bastırılmış renk şemasında yansıtılmış durumda.
Daha derin bir bakışta, Hido’nun fotoğrafı Theodore’un Samantha’ya olan aşkında ima edilen karşıtlıkları yakalıyor. Fotoğraf, yüzü bariz bir biçimde bize ulaşılamaz bırakılmış bir kadının boş bir sayfasını betimliyor. Böylece izleyici, Theodore’un Samantha’yı kendi sevgilisi olarak romantize ettiği gibi istediği her şeyi ona yansıtabiliyor.
Sofia Coppola’dan The Virgin Suicides (1999)
Onlara tapan genç komşularının gözünden beş genç kız kardeşin trajik yaşamlarını ve ölümlerini anlatan senarist ve yönetmen Sofia Coppola’nın sevilen filmi The Virgin Suicides’da (Masumiyetin İntiharı) sarhoşluk verici, hayal gibi bir hüzün her kareyi kaplıyor. Film, sinematograf Ed Lachman’ın eterik işleriyle desteklenmiş belirgin bir şekilde kadınsı bir melankoliye sahip. Coppola, fotoğrafçı Bill Owens’ten ilham almış ve özellikle 1973’te çekilmiş Our eight-grade graduation dance was really far out (Bizim sekizinci sınıf mezuniyet dansımız gerçekten sıradışıydı) adlı fotoğrafı için “film üzerinde çalışırken kesinlikle aklımdaydı” diye belirtiyor.
Özellikle filmdeki yıl sonu mezuniyet dansı sahnesindeki tavandan sarkan parlayan yıldıza kadar fotoğraf, The Virgin Suicides ile tam anlamıyla örtüşen benzerlikler taşıyor. Muhafazakâr beyaz kır elbiseli, sarı bukleli fotoğrafın odak noktasındaki kız kolaylıkla kız kardeşlerden biri olarak algılanabilir. Dahası, fotoğrafta benzer şekilde filme de geçen tuhaf bir hassasiyet hissi var. Hem anlatıcıların kız kardeşleri çocukça tanıma ve kurtarma istekleri hem de kız kardeşlerin klostrofobik aile yaşantılarından kaçma ve daha fazlasını deneyimlemeye duydukları yoğun arzu filmde hüzünlü bir ergenlik arzusu hissi uyandırıyor.
Barry Jenkins’ten Moonlight (2016)
2016 yılında en iyi film Oscar’ını kazanan Moonlight (Ay Işığı), Miami’de büyüyen siyahi bir queer olan Chiron’un hayatını ele alıyor. Chrion’u üç farklı oyuncunun oynadığı, üç uzatılmış vinyet üzerinden film, bizi rüya gibi bir dünyaya götürüyor. Bu etkiyi yakalamak için filmin yönetmeni Barry Jenkins ve sinematografı James Laxton ilham için fotoğraflara güveniyor. İkili, özellikle Amerikan fotoğrafçı Earlie Hudnall Jr’a ve Hollandalı fotoğrafçı Viviane Sassen’e odaklanıyor. Jenkins ve Laxton, 1970’lerden itibaren güneydeki Afrikan-Amerikan topluluklarını sevgi dolu, realistik biçimde betimleyen Hudnall’ın aileler, arkadaşlar ve komşular arasındaki samimi anlarını yakalayan fotoğraflarıyla büyülenmişler. Aynı şekilde, Moonlight da Chrion’un benzer samimiyet ve empati içeren hikâyesini anlatıyor. Sassen’den ise Jenkins ve Laxton oldukça satüre edilmiş bir renk paleti ve insan formunun soyut bir takdirini alıyorlar.
Laxton fotoğrafçılığa olan hayranlığını “Fotoğraflara baktığımda, beynim aktif olarak çalışmaya başlıyor ve tam bir deneyimi, değişik bir dünyayı hayal edebiliyorum… Fotoğrafçılık o an yakalanmadan önce ve sonra neler olduğunu anlama yetimi güçlendiriyor.” şeklinde tanımlıyor. Laxton’ın fotografik yaklaşımları sahildeki öpüşme sahnesinde kameranın birden Chiron’un kumu kazan eline geçmesi gibi anlarda görülebiliyor. Bu, o anlarla dolu bir filmdeki öznel, içten bir sahne.
Todd Haynes’ten Carol (2015)
Fotoğrafçı Saul Leiter, 1950’li yılların New York’unun güzelliğini yakalamasıyla biliniyor. Bu yüzden Todd Haynes’in o zamanların Manhattan’ında geçen 2015 yapımı Carol adlı filmini yaparken Leiter’in eserlerine bakması hiç de şaşılacak bir şey değil. Filmde, toplumun aşklarına koyduğu engellere rağmen, yorgun bir ev kadını ve genç bir tezgahtar kadın arasında ilişki başlıyor. 1950’lilerin sokak fotoğrafçılığını çağrıştırmak için, sinematograf Ed Lachman filmde pütürlü, eski usul fotoğraf hissini vermesi için 16 mm’lik film tercih ediyor. Haynes, Leiter’in şehir hayatının kaotik güçlerini portrelerken, sokak fotoğrafçılığı ve soyut sanatı birleştirme yeteneğini övüyor. Haynes “soyut bir resme baktığını düşünüyorken, ışığın türü, onun camda nasıl oynadığı; toz, zaman ve kirle nasıl iç içe geçtiği aslında sana spesifik bir zaman ve mekân hissi veriyor” şeklinde konuşuyor. Leiter’in resimlerini çoğu zaman bir pencereyle çerçeveleyerek bakışını objeden gizlemesi ve böylelikle izleyici ve sahne arasına da bir mesafe koyması Haynes’in rejisel seçimlerini etkileyen faktörler arasında yer alıyor.
Dan Gilroy’dan Nightcrawler (2014)
Weegee adıyla bilinen fotoğrafçı Arthur Fellig, 1930’larda New York’un karanlık ve kirli sokaklarının vahşi suçlarını resimlemesiyle ün kazandı. Weegee’nin uyanıp hemen suç mahalline gitmek için polis radarının yanında uyuması gibi kulağa oldukça sinematografik gelen hayatı Dan Gilroy’un ilk filmi Nightcrawler’da (Gece Vurgunu) Weegee kadar azimli bir kameraman Lou Boom’da yeniden yazılıyor. Jake Gyllenhaal tarafından oynanan Lou, Los Angeles sokaklarında kanlı fotoğraf karelerini arıyor.
Gilroy, Weegee’den ilk kez 1988’de Naked City (Çıplak Şehir) adlı kitabına denk gelmesiyle ilham alıyor. Yönetmen, “hikâyeyi çağdaş bir şekilde anlatmak istediğini” söylüyor. Nightcrawler’la birlikte Weegee’nin hayatını ve ekipmanlarını Lou’ya 4x5 yerine dijital bir kamera vererek güncellerken Weegee’yi bu kadar çekici kılan pütürlü umarsızlığını koruyor. Gerçekten de filmin çoğu, Weegee’nin işlerinin acilliğini ve korkutuculuğunu yakalayarak Lou’nun kadrajı tarafından ilerliyor.
Steven Spielberg’den Saving Private Ryan (1998)
Savaş zamanı destanı niteliğindeki Saving Private Ryan (Er Ryan’ı Kurtarmak) ile yönetmen Steven Spielberg, İkinci Dünya Savaşı’nın olaylarını gerçekçi bir biçimde bir askerin gözünden yakalamayı amaçlıyor. Tarihteki bu ana sadakatini korumak için, Spielberg ünlü Life dergisinin foto muhabirlerinden Robert Cappa’nın 1944’deki Normandiya Çıkarması (D-Day) sırasında çektiği fotoğraflara başvuruyor. Capa, gözü kara gerçeklikle kareler yakalayan usta bir savaş muhabiri olarak tanınıyor. Sinematograf Janusz Kamiński, Capa’yı filmde bir referans olarak kullanması için “Private Ryan’da, büyük bir Hollywood prodüksiyonunu bir grup savaş kameramanı tarafından 16 mm’likle çekilmiş gibi göstermek istedim” sözlerini dile getiriyor. Daha da önemlisi, Capa “eğer fotoğrafların yeterince iyi değilse, yeterince yakın değilsin demektir” sözünü takip ediyor. Benzer şekilde, Spielberg de şiddeti ve savaşın felç edici korkusunu izleyicinin yüzüne çarpmak için sanki kamerada patlamalardan etkileniyormuşçasına her bomba patlağında kameranın da sallanması gibi elinden gelen her şeyi yapıyor.
*Bu yazı Amanda Scherker’ın Artsy’de yer alan “6 Films Inspired By Famous Photographs, from “Moonlight” to “Her”” başlıklı yazısından çevrilmiştir.
Çeviren: Helin Çakır