Sabri Tuluğ Tırpan müzik eğitimine Mimar Sinan Üniversitesi Kompozisyon Bölümü’nde başlayıp sonra Bilkent Üniversitesi açılınca oraya geçiş yapmış, ardından da Viyana Konservatuarı’nda almış soluğu. Kendi deyimiyle ‘gayet plansız ve dağınık’ bir eğitim süreci olmuş ama tüm bu rotayı meraklı yapısı sayesinde çizebilmiş. Bugün çok değerli çalışmalarda sıkça adını duyduğumuz Tırpan ile Viyana yıllarından başladık konuşmaya ve sohbet tıpkı üretim yelpazesi gibi genişledikçe genişledi.
Yurt dışında eğitim almayı bir gereklilik olarak mı gördünüz?
Burada eğitim aldıktan sonra bu işin menşesini merak ettim sadece, aldığım eğitimi yetersiz bulduğumdan değil. Aksine Bilkent’te olduğum dönemde belki Avrupa’da arasam bulamayacağım çok değerli hocalarım oldu. Viyana’ya da bunun rahatlığıyla gittim. Orada ise okuldan ziyade şehrin sunduğu imkânlar cezbediciydi. Öyle bir şehir düşünün ki, 1.5 milyon nüfusu var ve gecede 180 tiyatro, dört opera, altı senfoni orkestrası perde açıyor. Vienna State Opera House yılda ortalama 62 farklı opera sahneye koyuyor. Dans festivalleri ve sergilerden hiç bahsetmiyorum bile. Viyana’da okula gitmeseniz de eliniz boş dönmezsiniz. Her gün çıkıp bir yerlere uğrayın yeter.
Kaç yıl yaşadınız Viyana’da?
On altı yıla yakın bir süre kaldım. Avusturya sosyal bir devlet ve yaşam oldukça kolay. Artı müzisyenlerin bir ayrıcalığı var. Doktora gidip “Ben piyanistim, sırtımı ağrıyor” dediğinizde bedava masaj yazıyor. Gözlük ve lens de bedava. Ayrıntı gibi görünse de bunların hepsi insana sempatik geliyor. Her ne kadar rahat yaşasam, çok kıymetli sanatçılarla tanışsam da her şeyin bir miladı var tabii. Sonunda özledim ve Türkiye’ye döndüm.
Bu kadar usta isimle bir araya gelmek, çalışmak sizde bir doygunluk hissi yarattı mı?
Aksine işin ne kadar başında olduğunuzu, hiçbir şey bilmediğinizi daha iyi anlıyorsunuz. Çünkü sizin kafanızda ulaşılmaz yerlere koyduğunuz insanlar da hâlâ arıyor, çabalıyor. Nasreddin Hoca’nın tek notada saz çalması hesabı, işten anlamayan bulduğunu sanıyor... Bir gün arkadaşlarla müzisyenliğin egolarından bahsediyorduk. Meşhur Ermeni bir besteci, her müzisyenin mutlaka astronomi de okuması gerektiğini söylemiş. Neden diye sorduklarında “Ne kadar küçük ve önemsiz olduğunu anlaması için” demiş (gülüyor).
Tabii sizin tiyatro, sinema gibi diğer sanat dallarına da ilginiz var. Hatta müziğinizi bu alanlara taşıyorsunuz…
Evet benim yelpazem biraz geniş. Gerçi 21. yüzyılın sanatçı tanımı da buna doğru gidiyor. Sürekli aynı şeyi yaparak yaşamak zorlaşıyor artık. Özel bir ilgim olduğu için tiyatro müziği yapmak benim için salt bir iş olmuyor; seviniyorum böyle işler çıktığında. Sahne eserine müzik yazmak, bir rejisörle çalışmak, onun dünyasından bakabilmek apayrı bir tecrübe ve zevk. En son Afife Jale ve Bedia Muvahhit’in hikayelerini buluşturan Hayal-i Temsil adlı oyununun müziğini yaptım. Doğal olarak müziğin karakteri eski İstanbul kantoları, tangoları, Türk musikisiydi. Benim tecrübeli olmadığım bir alan yani. Oturup araştırdım, dinledim, hayatımda ilk defa böyle bir müzik yaptım. Benim için muhteşem bir deneyimdi.
Soytarım Lear’ın müziği de size ait. Ondaki hissiyatınız nasıldı?
Kral Lear zaten gerçekten zor ve bilinmezleri olan bir oyun. Yiğit Sertdemir çok cesurca yönetti bence. Oyuncular sırf bu oyun için enstrüman çalmayı öğrendiler. Ben de yanlarındaydım. Hepsi inanılmaz yetenekli. Mesela Okan Yalabık’ın böylesine iyi davul çalabileceği aklıma gelmezdi doğrusu. Her yönüyle güzel bir süreçti benim için.
Her ne kadar sezonun sonuna gelsek de bu sıra çalıştığınız başka oyun var mı?
Yok zaten sezonu tümüyle kapatıyorum. Bir süre dinleneceğim. Temmuz gibi tekrar konserler, çalışmalar başlayacak. Bir de 19 aylık Deniz adında bir oğlum var. Bu sürede biraz da onunla zaman geçirmek iyi olacak.
Haklısınız, programınıza bakınca oldukça yoğun bir tempoda çalıştığınız anlaşılıyor. En son Türk Rock Antolojisi projesi vardı ki üç günde biletleri tükendi. Tekrarı olacak mı?
Çok istiyorum ama bakalım zaman gösterecek. Uzun zamandır aklımda olan bir çalışmaydı o. Çünkü Avrupa’da bizim 60’ların, 70’lerin saykodelik rock şarkıları çalınır hep. Ben de böyle bir antoloji fikriyle sevgili dostum Murat Beşer’e gittim, parçaları birlikte seçtik.
Antoloji olunca yığınla şarkı dökülmüştür önünüze. O yıllardan bugüne bakınca neler çıktı ortaya?
Müzik ileri mi geri mi gidiyor emin olamıyorum. 70’lerde o kadar güzel şeyler yapmışlar ki! Çığrışım grubuna ait Salak diye bir şarkı var mesela. Bizim konserde Can Bonomo seslendirdi bu şarkıyı. Bu arada Türkiye’nin ilk punk rock grubu Çığrışım. O şarkıda öyle bir gitar sound’u var ki, şu anda ben duymuyorum öyle bir örneği. Konsere bu şarkının bestecisi Tünay Akdeniz geldi. Duygusal bir ziyaretti bu bizim için. Çünkü bu albümü kaydettikten sonra sadece bir konser vermişler ve grup dağılmış. Neredeyse kırk yıl sonra bestesini yeniden sahnede dinledi.
Grubun başından nelerin geçtiğini konuştunuz mu hiç?
Arka planda zorluklarla mücadele hikayesi var tabii. Dinlediğim bir anıyı paylaşayım: Grup kayıt yapmak istediğinde Şanar Yurdatapan enstrümanları getirirlerse yapacağını söylemiş. Buraya kadar her şey iyi ama aletleri götürmek için taksiye verecekleri paraları yok. Tünay Akdeniz’in Kurtuluş’taki taksici komşusu, deri ceketi karşılığında götürmüş aletleri. Kıssadan hisse, bu kadar imkânsızlıkların olduğu bir dönemde bile bir şeyler yaratacak bir yol bulmuşlar. Dürüst olan hiçbir üretim kaybolmuyor, günün birinde insanlar tekrar hakkını veriyorlar bence.
Çocuklarla ilgili projelere de imza atıyorsunuz bir yandan. Nasıl ortaya çıktı bu fikir?
Bunun miladı Avusturya’da oldu. En yakın arkadaşlarımdan İran asıllı kemancı Vahid Khadem Missagh, Avusturya’nın en iyi sihirbazından küçük numaralar öğrenmişti. Hatta bir kısmını bana da öğretti. Ben de bu yetimizi bir çocuk projesiyle hayata geçirelim istedim. Meşhur Stradivarius kemanının kayıp kardeşi Stradivahid diye bir öykü kurguladık, sihirbazlıkla bezedik. İstanbul’a döndükten sonra bizim çocuklarımız da bu projeden faydalansın istedim. Daha sonra tek başıma Küçük Melodinin Öyküsü diye bir seriye başladım. Ritim egzersizli bir dinleti bu. Ömrüm yettiğince yapmaya devam edeceğim.
O zaman klasik bir soruyla devam edelim. Türkiye’de klasik müzik yeterince dinleniyor mu sizce?
Artık eskisi gibi büyük kopukluklar yok bence; kaldı ki klasik müzik burada olduğu gibi Avrupa’da elit bir müzik türü. Her şeyden önce konsantrasyon, efor isteyen bir tür. Soyut bir kere! Diğer yandan bizde sözlü müzik kültürü hakim. Alkışlamayı, şarkı söylemeyi seviyoruz.
Oturmaya mı geldik canım!
İşte öyle bir laf var mesela. Böyle bir kültürde yaşayan insanlara “Evet oturmaya geldiniz, sesinizi çıkarmayacak hatta öksürmeyeceksiniz” diyorsunuz. İşkence gibi bir şey bu (gülüyor).
Sezon bitmeden ya da sonrasında programı belli olan yeni çalışmalarınız var mı?
Mayıs sonunda Almanya’da dört konser olacak. Dünyaca ünlü Hintli usta Trilok Gurtu ile yalnızca piyano ve tabla eşliğinde klasik çalacağız. Bunun dışında yurt dışında düzenli olarak devam ettiğim dört beş proje var. Trilok Gurtu, Kolombiyalı basçı Juan Garcia Herreros, Vahid Khadem Missagh sürekli çalıştığım isimler. Bir de Brezilyalı müzisyen Fernanda Paiva ile bir albüm projemiz ve turnemiz olacak.
Önümüzdeki yıl ise çok uzun zamandan beri üzerinde çalıştığımız Gulyabani’yi (Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ölümsüz romanı) hazırlayacağız. Çocukluğumdan beri operet ya da müzikal olarak sahneye koymak istediğim bir hikayedir bu. Eylül’de Zorlu’da Karşılaşmalar adlı çok güzel bir projede besteci ve müzik direktörü olarak yer alacağım. Daha önce birlikte konser verdiğim Lena Chamamyan ve şu an tam olarak ismi kesinleşmemiş bir Türk şarkıcı birlikte şarkılar söyleyecekler. Gelecek yıl yine muhtemelen İzmir’de yapacağımız Mavi Sürgün adlı beş bölümlük bir sahne eseri olacak Yetkin Dikinciler ile birlikte. Bir de daha önce yazdığım Ah tamar adlı bir bale müziği var listemde. Türkiye’de de sahneleme şansım olacak. İnsanın yazdığı eseri sahnede görmesi bambaşka bir tecrübe. Gördükçe eksikliklerinizi fark ediyorsunuz. Besteciler de mimarlar gibi aslında, yapa yıka daha iyisine ulaşıyoruz. Şimdilik program bu kadar, daha ne olsun zaten (gülüyor).
Tuluğ Tırpan Trio olarak devam ediyor musunuz peki?
Evet hatta onu Avrupa’ya taşımaya çalışıyoruz. Türkiye’deki müziğin oryantalden ibaret olmadığını da göstermek lazım. Hâlâ bize karşı bir önyargıları var. Esasen Avrupa’nın bizden daha geride olduğunu düşünüyorum. Neden derseniz, biz onların kültürünü onların bizi bildiğinden daha iyi biliyoruz. Türkiye’de bir üniversite öğrencisini çevirip sorsanız Voltaire, Diderot, Hemingway gibi isimleri bilir ama oradakiler Yaşar Kemal’i, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Cemal Süreya’yı, Orhan Pamuk’u bilir mi? Bilmez. Politik suçlamaları bilirler sadece. Artık internet diye bir şey var, biraz açıp araştırmak yeterli ama onlar bizi görmek istedikleri gibi görmeyi tercih ediyor.
Dinleyici olarak konserleri takip edebiliyor musunuz?
Vaktim oldukça IKSV Salon’daki konserlere gitmeye çalışıyorum. Programını kim yapıyorsa helal olsun! Çünkü belki bundan 5-10 yıl sonra çok çok meşhur olacak genç çok ilginç grupları getiriyorlar. Londra’ya gitsen bulamazsın bu isimleri bir arada. Okul gibi konser seçkisi gerçekten.