Mevzu bahis Türkiye pop müziğinin tarihi olduğunda şüphesiz akla ilk gelen isimlerden biri de Murat Meriç. Yazıları ve DJ’liği kadar odalara sığmayan arşivi ve hoşsohbetiyle de bilinen Meriç’le eylül sonunda düzenlenen Kadıköy Plak Günleri’ni bahane edip; son dönemde ilgi görme katsayısı artan plakları, 60’lardan günümüze pop müziğin yolculuğunu, Türkiye’de müzik yayını yapmanın güçlüklerini, müzik üzerine yazı yazma deneyimini ve daha fazlasını konuştuk.
Son yıllarda plağa rağbet arttı.
Maalesef.
Neden maalesef?
Hem maalesef hem değil aslında. Maalesef olmasının sebebi, fiyatların manasızca yükselmiş olması. Çok acayip fiyatlar var şu anda ve olur olmaz herkes plak alıyor. Plaklar manasız ellerden manasız ellere gidiyor. Dolayısıyla asıl ilgi sahibi insanlar bunları bulamıyor gibi bir şerhim var bu plak meselesinde.
Bu bir heves mi sizce?
Bana öyle geliyor, bu bir heves şu an. Plakların alınıp satılır ve para kazandıran bir şey olduğunun farkına vardı insanlar. Maalesef plak toplamaya yöneldiler. Tuhaf bir durum, dinlemek için değil; fetiş nesnesi olarak plağı alan insanlar türedi. Bunlar her türlü fiyatı verebiliyorlar, tuhaf bir koleksiyonculuk hali var şu anda.
Bir yandan bunların pek çoğu analog kayıt da değil; son yıllarda piyasadaki pek çok plak için durum böyle.
Evet. Sadece plastiğin üzerine basılmış CD’ler. Ki Plak Günleri’nde Taner Öngür, Murat Başer, ben bir söyleşi gerçekleştirdik, orada Taner Abi bu plakların neden plak olmadığını çok güzel anlattı. Çünkü CD’ye kaydetmek için bir frekans aralıkları sıkıştırılıyor, dolayısıyla plağın üzerine basıldığında frekans aralığının sıkıştırılmasından dolayı net bir ses elde edilemiyor, plaklar sürekli atlıyor. Plak dediğimiz aslında plastik üzerine kaydedilmiş çizgiler. Ve o çizgiler ne kadar açık olursa plak o kadar güzel ses verir. CD’de de aynısı var ama CD’deki iz biraz daha sıkışık oluyor. CD için yapılmış bir şeyi plağa bastığınızda çok dert çıkıyor. Ki son dönemde yapılmış neredeyse tüm plaklar CD’den kopya. Hatta ben, örnek de verdim, Cem Karaca’nın bir tane plağı var, o plak daha önce plak olarak basılmış zaten; sonrasında kasede ve CD’ye aktarılmış sonra yeniden plağa aktarılmış. CD’de bir atlama vardır orada, ses kayması diye bir kayma. O kayma aynen plağa aktarılmış. Zaten plak olarak var olan bir şeyi CD’den neden plağa aktarıyorsunuz sorusunun cevabı yok maalesef. Herkes kafasına göre plak yapıyor. Bir sürü plak yapabilecekken tuhaf tuhaf plaklar çıkıyor ortalığa.
Bu noktada iyi plak tanımını nasıl yapıyorsunuz?
İyi plağa, çok yakın zamandaki iyi örneklerden bir tanesi Flört’ün plağı, gayet analog kayıt. BabaZula da bildiğim kadar analog kayıt yapıyor. Giriyorlar stüdyoya analog yapmak için yapıyorlar. BabaZula’dan emin değilim ama Flört kesinlikle bunu yaptı. Sonra CD için ayrı bir mastering yaptırdı. Keza Gaye Su Akyol bildiğim kadarıyla öyle. Yani plak için plak yapan insanlar bunlar. Büyük Ev Ablukada da öyle olmalı. Sahiden bunu yapan, her şeyiyle plak olsun diyen insanlar var. Analog kayıt olsun, kapağı güzel olsun gibi şeyler.
Kadıköy Plak Günleri’ni düşününce, bu bir ilk etkinlikti ve hayli verimliydi bana kalırsa. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bence çok başarılıydı. İlla ki olması gereken bir şey. Bir arkadaşım “Amsterdam’da hissettim kendimi” dedi. Yurt dışında böyle fuarlar vardır, ama onlar kocaman bir kapalı spor salonunun içindedir mesela. Bu herhâlde Türkiye’de ilk, daha önce bir takım buluşmalar oldu. Bazı merkezlerin içinde plak günleri oldu, birkaç satıcı geldi. Arkaoda, plak pazarı düzenledi, ama bu çok daha güzeliydi. Kadıköy Belediyesi’ni bu anlamda kutlamak gerekiyor.
Peki bu nasıl bir ihtiyaçtan doğdu sizce, sonuçta bir talebe cevaben geldi?
Plak artık görünür oldu her koşulda. Birçok plakçı açıldı. Bunların çoğu Kadıköy sınırları dahilinde. Artık İstanbul’un yapısı değiştikçe insanlar belli noktalara yönelmeye ve orada birikmeye başladılar. Cihangir boşalıyor, şu anda Kadıköy’e bir rağbet var. Görüyoruz bunu zaten şu an açılan kahveciler, pizzacılar vs. Bu arada plakçılar çoğaldı. Kadıköy’de benim bildiğim dört beş plakçı var çok büyük olan. Çok fazla var tabii ama bu dört beş tanesi piyasayı elinde tutan, yönlendiren plakçılar. Bunun Kadıköy’de olması da bir tesadüf değil. Belediye de bunu gördü ve daha büyük bir organizasyon haline getirdi. Bu da konserlerle, etkinliklerle desteklenen bir şey oldu. Bir talep vardı zaten anladığım kadarıyla.
Neden Kadıköy sorusunu düşününce, Kadıköy en başından beri alternatif bir yerdi diyebiliyoruz kolayca; fakat siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Rock da Kadıköy’den doğuyor, hip hop da Kadıköy’den doğuyor. Bütün alternatif müzik türleri; yakın dönem rock patlaması da Kadıköy’de yaşanıyor. Kadıköy hep bir alternatif olarak kaldı ve bozulmayacak anladığım kadarıyla. Kendine has bir dokusu var; İstanbul da değil zaten orası. İstanbulluların Kadıköy’e “körler ülkesi” demesinin de etkisi var. En başından beri böyle bir farklılık var. Dibine kadar gelen Üsküdar’a rağmen üstelik. Üsküdar İstanbul’dur. Kadıköy, İstanbul değil mesela. Ben o yüzden Kadıköy’ü çok severim, Ankara’dan geldiğimde de hep Kadıköy’de kalırım. Ankara’da yaşadım yıllarca, sonra İstanbul’a geldim ve Kadıköy’de kaldım. Çünkü Kadıköy’dü benim için Ankara. Kadıköy bir taşra aslında. İstanbul’un dibinde bir taşra. Küçük şehir de denilebilir, sahil kasabası da denilebilir.
Ankara’nın müzikal anlamda nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?
1970’lerin sonlarında Yeni Türkü oradan çıkmıştı mesela, Grup Gündoğarken oradan çıktı. Mazhar Alanson Ankaralı, Alpay orada yaşıyordu, Selda Bağcan orada yaşadı. Aslında 70’lerin en başından beri Selda ve Alpay, sonrasında Mazhar, sonrasında Yeni Türkü, sonra onu takip eden Çağdaş Türkü. 80’lerdeki yeniden canlanmanın müsebbiplerinden biridir Çağdaş Türkü. Ankara’da onlar İstanbul’da Ezginin Günlüğü, Grup Yorum, Yeni Türkü, Mozaik. Bir gruplar patlaması vardı. Sonra Ahmet Kaya çıktı ve aldı başını gitti olay. Bunun ilk örneği Ankara’dır. Bütün insanların gözü Ankara’daydı; çünkü ülkenin entelektüel kesimi Ankara’daydı. 1960’larda 40’larda hatta. Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı çeviri bürosunu kurması, Oktay Rıfat, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday’ı, Can Yücel’i oraya getirmesi… Orada oluşan durum 1970’lerde Enis Batur ve arkadaşlarının yaptığı çalışmalar derken, edebiyat da müzik de Ankara’da çok daha farklı şekilde ilerledi ve İstanbul’u bir şekilde besleyen bir kaynak oldu. Bugün baktığımızda da yakın dönem rock gruplarının Duman, Replikas ve Nekropsi de dahil olmak üzere, birçok İstanbullu grup Ankara’da yeşerdi. Benim gençliğim, Ankara’da Duman beklemekle geçti. Duman İstanbul’da kurulmuştu ama her ay mutlaka düzenli olarak Ankara’ya gelirlerdi ve orada pişerdi şarkılar. Belli barlarda belli isimler çıkardı ve biz onları dinlerdik. Ankara bu anlamda beni besleyen bir kaynak oldu. Plak bulmak çok daha kolaydı Ankara’da, çok daha ucuzdu. Yabancı plak özellikle, ben o anlamda çok beslendim Ankara’dan. Çünkü diplomatlar giderken, plaklarını oradaki sahaflara bırakıyorlardı ve bunlar klasik müzik plağı olduğu için de üç kuruş paralara el değiştiriyordu. İstanbul, tırnak içinde çakaldı bu anlamda ama Ankara öyle olmadı, Ankara neye aldıysa onun en fazla iki katına verdi müşteriye. Burada bir liraya alınan plağı üç yüz liraya satan insanları biliyoruz, Ankara’da bir liraya alıyorsa iki liraya satıyor. Hiçbir zaman bu, para eder bir şey olarak görülmedi. Hala öyle, internetin ve İstanbul’un zorlamasıyla biraz yükseldi ama hala biraz daha ucuz, daha kolay bulunan bir yerdir Ankara.
Pek çok yazar ve şair ismi saydınız. Türkiye müziğinde “söz” çok önemli, pop müzik zaten ritim kadar sözden beslenen bir şey.
Yine Ankara ve az önceki örnekler üzerinden gidersek, Yeni Türkü ve Çağdaş Türkü örnekleri çok önemlidir bu anlamda. Çünkü o zamana kadar bir pop müzik var bir de rock kanalı var; Barış Manço, Cem Karaca gibi. 70’lerin sonuna baktığımızda ana arterin en çok sevilen müzik türünün progressive rock olduğunu görüyoruz mesela. Barış Manço Sarı Çizmeli Mehmet Ağa dinletiyor insanlara; babamın anneannesi de onu dinliyordu, ben de onu dinliyordum, 70’lerde böyle bir durum var. Ankara’da tam o sırada Yeni Türkü’nün çıkmış olması şu anlamda çok önemli; Yeni Türkü çevresine Ankaralı şairleri alarak başlıyor. Tuhaf bir topluluktur Yeni Türkü, iyi anlamda tabii. Ona adını veren Yaşar Miraç’tır o dönemde, Yeni Türkü Yayınları’nı kurmuştur. Birçok şair Haydar Ergülen, Ahmet Erhan ilk kitaplarını oraya yapmıştır ve oradan yeşermiştir yeni şiir hareketi. Yaşar Miraç, Yeni Türkü’ye adını vermekle kalmıyor; aynı zamanda onlara söz de veriyor. Şiir yazıyor, o şiir Selim Atakan ya da Derya Köroğlu tarafından besteleniyor. Ahmet Erhan da önemli bu anlamda bir de Murathan Mungan elbette. Onların buluşması da Ankara’da oluyor. Dolayısıyla bir sonraki adımında Yeni Türkü’nün ki bu 1980’lerde şiir bestelerinin de arttığı döneme tekabül ediyor, Telli Telli, Maskeli Balo, Olmasa Mektubun’u bizzat Yeni Türkü için yazıyor Murathan Mungan; bir önceki gelenekten gelerek. Çağdaş Türkü, Ahmet Erhan’ın, Ahmet Telli’nin ve Yaşar Miraç’ın şiirlerini besteleyerek. Onun bir önceki buluşması da aslında Ahmet Arif’le Fikret Kızılok’un 1960’ların ortalarında yaptığı çalışmalar. İkisi de Ankara’da buluşup, orada şiir besteliyorlar. Bu anlamda edebiyat ve müziğin buluşma noktası da Ankara. 70’lerden 80’lere geçişteki kırılmanın da müsebbibi.
Söz hâlâ önemini koruyor.
Söz hep önemli, evet. Son yıllarda da baktığımızda yeni furya rock grupları; adları tuhaf, tatları tuhaf gruplar da söz üzerinden ilerliyor. Sözü bozarak ilerliyor bir kısmı. Yüzyüzeyken Konuşuruz gibi çok hayatın akışındaki dertleri anlatan gruplar da var, onlar da çok güzel sözler yazıyor mesela. Çok seviyorum o çocukların yazdığı sözleri, Kaan Boşnak, Peyk ya da son dönemde sözünü sevdiğim gruplardan, sözü bozarak ilerleyen Büyük Ev Ablukada örneğini verebiliriz. Onlar başka bir akım yarattılar ve ilerliyorlar, bu çok güzel. Söz hep önemliydi Türkiye’de bu da bizde söz yazarlığının çok nitelikli olmasından kaynaklanıyor. Fecri Ebcioğlu ve Sezen Cumhur Önal’la başladı, çok acemiceydi o dönem “Hiç niyetim yoktu / Ben maziye / Dönüp seni anıp, düşünmeye” gibi tuhaf sözler de var. Sırf kafiye olsun diye “Seninle deli doluyum / Sensiz bir hiç mi oluyum” diye yazılmış sözler de. Tuhaf şeylerden sonra kadın söz yazarları devreye giriyor; Fikret Şenes, Ülkü Aker ve Çiğdem Talu. Nihayet zirve Aysel Gürel. Bu dört kadın çok önemli Türkiye’de sözün düzelmesi açısından; çünkü aynı dönemde, kendi sözünün müziğini söyleyen Bülent Ortaçgil, İlhan İrem gibi isimler ortaya çıkıyor. Onlar da şiir tadında sözlerle ilerliyor ve söz bir anda düzeliyor; düzeldikten sonra da bir daha bozulmuyor. 90’lardaki o tekerleme gibi sözlerde bile bir tat var. Barış Manço, Cem Karaca, Fikret Kızılok çok önemli. Fikret Kızılok’a baktığımızda Aşık Veysel’i de görüyoruz, Ahmet Arif’i de. Biz bunları onlardan öğreniyoruz bir taraftan. Ben çok açık söyleyeyim Ahmet Arif’i Fikret Kızılok’tan öğrendim, Atilla İlhan’ı biliyordum ama içine girişim Ahmet Kaya sayesindedir. Merak edişim, kitabını alışım...
Türkiye pop tarihine dair konuşursak, işin arkeolojisini yapma kısmında söz zaten çok önemli bir ipucu.
Ben de yazılarımda ve 100 Şarkıda Memleket Tarihi kitabımda söz üzerinden ilerliyorum. Söz hep çok önemli Türkiye’de. Ben müzisyen değilim, müziği bilmiyorum, nota anlamam, armoni bilmem, okuyamam. Kulağım iyi olabilir ama o kadar, onun ötesinde şarkılara eşlik etmek dışında müzikle alakam olmadı. Hep şaka yollu derim hatta “hiçbir müzik aleti çalamadığım için, pikap çalmayı öğrendim ve dj’lik yapıyorum bu yüzden”. Ama bir şekilde söz üzerinden ilerlediğim için de söze daha çok önem veriyorum. En popüler şarkılarda bile söze bakıyorum ve çok net olarak Türkiye’de bunun çok önemli olduğunu görebiliyorum. Fransa gibi. Almanya’da öyle değildir mesela. İngilizce şarkıların çoğu bir sürü saçma söze sahip, ama Türkiye’de başka bir oluşum var en başından beri. Bu bizim geleneğimizden de kaynaklı, bizim geleneğimizde halk müziği ve alaturka var, her ikisinde de söz çok önemli. Halk müziği zaten büyük derya. Pir Sultan Abdal var, Karacaoğlan var; onlardan beslenip gelince, Neşet Ertaş’ın Aşık Veysel’in, Mahsuni Şerif’in çıkması çok şaşırtıcı olmuyor. Çünkü hepsi bir gelenekten beslenerek geliyor.
Bir röportajınızda 1975 senesinde Anadolu-pop’un bittiğini söylüyorsunuz.
Ya da yön değiştirdi, ama bitti. Anadolu-pop diye algıladığımız şey o yıllarda bitti. Türkiye’nin değiştiği yıllar o yıllar. Sağ-sol ayrımının arttığı, 12 Eylül öncesi denilen durum 1976 ve sonrasında başlıyor. 1977, 1 Mayıs onun geri dönülemez noktaya gelmiş hâli. O yıllar çok fena yıllar, müzikte de bu değişimi görüyoruz. Anadolu pop bitiyor, onu kaldığı yerden alıp devam ettiren, Selda Bağcan, Edip Akbayram, Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray gibi isimler var. Onlar da başka bir yöne evriliyorlar. O dönemde yapmış olduklarıyla 75 sonrasında yapmış oldukları farklı. Gruplar bitiyor; Modern Folk Üçlüsü, 74’te karar alıp kendi şarkılarını besteliyor, pop grubuna dönüşüyor. Dönüşsün tabii ki. Üç Hürel bitiyor, Moğollar başka bir şeye dönüşüyor. Kötü bir şey anlamında söylemiyorum bunu tabii ki. ‘75 Türkiye için önemli bir yıl özellikle. Kıbrıs Harekatı olmuş, Yunanistan’a karşı zafer kazanılmış, ilk kez Eurovison’a katılmışız, sonuncu olmuşuz ama hiç önemli değil. Bir kısım ülkeleri sporda yenmişiz, altın madalyalar almışız ve Ecevit başbakan. Umudumuz Ecevit denilen kişi başbakan olmuş ve güzel şeyler yapıyor. Dolayısıyla tam bu noktada, Türkiye’de popüler müzik bir anda patlıyor. Bugün o çok sevdiğimiz Delisin, Gençlik Başımda Duman, Sen Gidince gibi aklımıza gelebilecek çok sevdiğimiz pop şarkıları 74-75 yılları arasında üretilmiştir. Sana Neler Edeceğim, Hoşgör Sen derken baya ciddi bir patlama var. Keza sinemada da Hababam Sınıfı gösterime giriyor; Mavi Boncuk, Gülen Gözler gibi o çok kadrolu Ertem Eğilmez filmleri o yıllarda çekiliyor. Yılmaz Güney’in Umut’uyla başlayan başka bir sinema devam ediyor. Baktığımızda Atıf Yılmaz’ın da ilk ses getiren filmlerinin o yıllarda ortaya çıktığını görüyoruz. Baya refah yılları aslında. Sonra bir anda değişiyor iklim ve değiştiği andan itibaren her şey başka bir şeye dönüşüyor. Anadolu pop geride kalıyor, pop bitiyor, arabesk ortaya çıkıyor. 1980’lerin arabesk olmasının sebebi de ‘75 sonrası dönüşüm. Karanlık bir ortamda kimse bir şey yapmıyor.
Oradan da 90’lar popuna bir sıçrama var sanırım. 90’lar popu dediğimiz çok önemli bir şey de var zira. Tekrar bir yükselişe geçiliyor diyebiliyor muyuz bu yıllarda?
Evet var. Pop ve rock Türkiye’de on yılda bir patlıyor zaten. Ama sonu beşle biten her yılda rock hep patlamıştır. Her beşli yılda. 2000’lere kadar. 85’te Mazhar Fuat Özkan, 95’te Mor ve Ötesi ve Duman gibi gruplar devreye giriyor, 2005’te yeni alternatif akımlar ortaya çıkıyor. Pop aslında on değil yirmi yılda bir patlıyor. Pop biraz daha geniş aralıklarla ilerliyor, çünkü pop sürdürülüyor, şimdi biraz daha göz önünde olma hâli var rock’ın ama o da pop’un yok olmasıyla bağlantılı. Eskiden pop, Demet Akalın ve Serdar Ortaç’tan ibaret değildi, şimdi pop algımız bu. Pop başka bir şeye dönüştü.
Ben de onu sormak istiyorum aslında, poptaki söz konusu “sürdürememek” durumunu neye bağlayabiliriz?
Çok değişti artık. 80’ler ve 90’lar arasındaki müzikte çok farklar var. Mesela 90’lara baktığımızda o dönem benim en keskin solcu dönemim. Üniversiteye gitmişim, derneğe girmişim, bir kısım partilere üye olmak üzere başvurmuşum ve sürekli onlarla beraberim. Dolayısıyla Yonca Evcimik çıktığında burun kıvırıyorduk zamanında. Ama şimdi dönüp baktığımda o dönem yapılmış bir sürü işin Mirkelam, İzel Çelik Ercan, Nazan Öncel’in bambaşka bir noktada olduğunu görüyoruz. Bunu bir yerde yazmıştım; ders kitabının arasına Teksas koyup okur gibi, Grup Yorum kasetinin içine Mirkelam koyup yanımda taşıdığımı biliyorum ben. Bu Grup Yorum’a ihanet değil; ama çantamda Mirkelam kaseti çıkması başka bir şey. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde şöyle bir sahne vardır; adam kızı evine çağırdığında etkilemek için öne klasik müzik kasetlerini yerleştirir; çektiğinizde arkasından Orhan Gencebay çıkar. Bunun gibi bir şey. Evde saklıyorlardı o kasetleri insanlar. Ama baktığımızda bu dönemin çok ilerisinde bir dönem olduğunu görüyoruz o yılların. Çok hızlı bir çöküş var, tüm dünyada da öyle anladığım kadarıyla.
90’lar müziğinde tüm janrlar iç içe geçmişti bir yandan.
Ben hep sorarım bunu verdiğim seminerlerde. Türkiye’de ayrım yapmak artık mümkün değil. Yıldız Tilbe’nin tarzı ne? Türkücü mü, arabesk mi yapıyor, protest mi yapıyor. Aynı şey İbrahim Tatlıses için de sorulabilir, albümünde Kayahan da okuyor; Sezen Aksu şarkısı da söylüyor. Üstelik değme rock’çılara taş çıkartacak sertlikte düzenlemelerle söylüyor, Bir Kulunu Çok Sevdim mesela çok acayiptir. Sezen Aksu için de aynı soruyu sormak mümkün, Kayahan neydi mesela? O dönemde her şeyi birbirine sokan insanlar aslında bu insanlar.
Yani 90’lar popu dediğimiz aslında...
Yanılsama... Diyeceğim çok iddialı olacak ama sahiden. Tamam Yonca Evcimik, Hakan Peker, Aşkın Nur Yengi, Levent Yüksel, Sertab Erener, Mustafa Sandal bunları yan yana koyduğumuzda, 90’larda istikrarlı bir pop akışının var olduğunu görüyoruz. Ama neticede bunlar da bir süre sonra her şeyi karıştırmaya başlıyor. Mustafa Sandal, Araba şarkısında saz kullanıyor mesela. 60’larda Anadolu pop tarafında bu kullanıldığında bir sürü insan eleştirmişti. Ama şimdi bakıyoruz bütün şarkılarda her şey var. O da 90’larda birbirine giriyor. 70’lerde sınır belliydi. Cem Karaca, Barış Manço saz kullanıyordu mesela ama Sezen Aksu kullanmıyordu.
Türkiye’de bir de müzik dergisi sorunu var. Sizin MÜZÜK dergisi deneyiminiz oldu geçmişte. Roll çok iyi bir dergiydi, kapandı. Blue Jean bile yok artık. Bunun nedeni ne sizce?
Blue Jean bile yok artık. Roll ve Hey bu anlamda en iyi iki müzik dergileriydi. Ama artık kimse müzik okumuyor. Her şey internete girdi, kimse basılı bir şey okumak istemiyor. Bana sorarsanız ben plak dinlerim, kitap okurum hala gazeteyi de bayiden alırım. Artık kitap da internetten okunuyor. Benim arkadaşlarım, ellerindeki kitapları eğer e-kitap olarak varsa elden çıkartıyorlar. Ben yapamıyorum, o yüzden de evlere sığamıyorum. 90’lar inanılmaz, 2000’lere geçiş süresince o kadar çok müzik dergisi var ki; yani aynı anda Bant, Dream, Yüksekses, Blue Jean, Roll yayımlanıyor. Rolling Stone ve Billboard deseniz Türkiye piyasasına girmiş. Şu an ilk aklıma gelenler bunlar, dahası da var. 80’ler de öyle. Stüdyo İmge’yi de koymak gerekiyor buraya. Sonra bir anda hepsi bitiyor. Aynı anda ortadan kalktılar. En son Blue Jean vardı, kapandı. Bu da çok ironik. Kalan son müzik dergisinin Blue Jean olması, o kadar yıl yayımlanması kadar garip. Müzik yazısı okuyamıyoruz.
Bir yandan bir kaynak sorunu da demek bu. Sizin yaptığınız iş de bu açıdan önemli bana kalırsa.
Üç yıl önce beni bir blogger toplantısına çağırdılar. Orada sorulan sorulardan biri “Nasıl müzik yazmaya başladınız?” sorusuydu, benim cevabım “kaynak yoktu” oldu. Kendi kaynağımı kendim yarattım, yoktu sahiden. Ben müzik yazmaya başladığımda önümde bir tek Stüdyo İmge ve Hey dergisinin eski ciltleri vardı. Deli gibi onları okuyordum. Tarih üzerine yazı yok. İlk müzik yazıları Stüdyo İmge’nin arşivinde Orhan Kahyaoğlu, Burak Eldem’in yazıları bir tık öncesi de Yarın diye bir dergi vardır Ankara’da, Sina Onur adıyla Sina Koloğlu yazardı. O yazılar çok önemli mesela. Ben onlardan müziğin yazılabilir bir şey olduğunu fark ettim. Dinlediğim müziğin geri planını araştırmaya ve yazmaya başladım, benimki tamamen kaynaksızlık. Son dönemde Kara Plak Yayınları çok sevindirici. Hepsi birbirinden güzel kitaplar basıyorlar. Cem Karaca’nın Tatlı Dillim’i hangi ortamda nasıl çıktı diye merak ediyorum ben, Tatlı Dillim’in müzikal altyapısını merak etmiyorum. Onu duyuyorum. Beni Tatlı Dillim şarkısını Cem Karaca’nın yaptığı dönemdeki ortam etkiliyor. Oradan Kavga’ya, Parka’ya nasıl dönüldü. Aşık Mahsuni Şerif’le ne zaman tanıştı. Ben şarkının düzenlemesinden ziyade bunu merak ediyorum.
Benim poptan anladığım şey şu aslında, pop eğer popüler olandır dersek, bugünün ruh durumunu, yaşantısını yansıtan şarkılar bunlar. Yani bugünün popu aslında alternatif olarak değerlendirdiğimiz isimler olmalı belki de.
Evet, Gaye Su Akyol, Ceylan Ertem, Jehan Barbur, Birsen Tezer, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Peyk alternatif pop inşa ettiler. Bence bugünün popu bu. Onun da kırılma noktası 1984’te MFÖ’nün çıkışı bence. MFÖ, pop grubu bence rock grubu değil, çok güzel düzenlemeleri var, ama pop grubu ya da pop-rock.
Pop müzik hâlâ pop müzik sadece tanımlarımız değişti belki de.
Evet, çok karıştı tanımlar. Yani az önce saydığım isimlerden bir kısmı kendisine popçu denildiğinde kızabilecek isimler belki. Aslında hiçbiri kızmıyor bir taraftan, Ceylan çok yakın bir zamanda “ben pop yapıyorum, bana caz demeyin” diye uzun bir ileti yazdı mesela, müzik yazarlarına sitem ederek. Pop kötü bir şey değil zaten, Türkiye’de böyle bir algı var. 90’larda pop dinlemek ayıp bir şeydi, çünkü pop tabiri caizse bir takım zibidilerin yaptığı bir şeydi. Ama 70’lerde de böyleydi mesela. 71-72’li yıllarda pop demek hafif müzik demekti.
En baştaki konumuza tekrar dönersek, bit pazarına nur mu yağdı peki, eskiler neden tekrar tekrar gün yüzüne çıkıyor?
Bunu biz saçma şekilde yurt dışından öğrendik. İngiltere, Selda Bağcan’ı, Alpay’ı, Fikret Kızılok’u keşfetti. Bizim yıllardır dilimizde tüy bitti Roll dergisinde yazarken, bu ülkede bu isimler var görün artık diye, tamam Bob Dylan vs. iyi ama bu ülkede de çok köklü bir gelenek var. 80’li yılların ortalarında burada Kemancı’da “Türkçe rock olur mu?” tartışmalarının yapıldığını bilirim ben. Nejat Yavaşoğulları, “evet, olur” diyip duruyordu ve hepsi üzerine çullanıyordu. Dönüp geriye bak; Barış Manço var Cem Karaca var, Tünay Akdeniz var, Fikret Kızılok var. Rock’ın alasını yapmışlar ve Türkçe yapmışlar. Böyle yerlerden de geçtik biz. 12 Eylül 1980 belleği sıfırladı. Selda’yı Guardian “Ortadoğu’da bir Joan Baez yaşıyormuş, bizim haberimiz yoktu” diye yazmasaydı biz onu da bilmiyor olacaktık. Selda’ya yönelince onun yanındaki Edip Akbayram’ı, Alpay’ı, Ersen’i gördük. Oradan ilerliyoruz. Plağa dönüşün altında yatan en büyük neden de bu. Bunlar bir dönem hiç satmazken, şu anda en yüksek fiyatla satılan plaklar oldu.
Türkiye’de eleştiri hep sorunlu bir şey oldu, özellikle 80’den sonra. Bu konudaki yeni otorite aslında kendine güvenmiyor ve dışarıdan bir onaya ihtiyaç duyuyor gibi geliyor bana. İngiltere’den "bu müzik iyi" yorumu geldiğinde birden burada da o konuşulmaya başlıyor. Biraz acımasız olacak belki ama bir çeşit ikiyüzlülük bu. Bunu Türkiye’deki müzik eleştirisinin kısırlığının sebebi olarak görüyorum ben.
Evet, o yüzden ikiyüzlülük kavramı uygun buraya. O gün Selda’ya kadar burun kıvıran insanlar birden Selda’cı olmaya başladı. Bunu yıllardır yazıyormuş gibi yazıyorlar, ben de ona katlanamıyorum.
Bu son sorum çok kişisel olacak, ama bunca isim bir anda bu şekilde tekrar “şöhret” oldu ama Tülay German hâlâ nasıl keşfedilemedi sizce?
Hiçbir fikrim yok. O kadar çok uğraştım ki ben tek başıma bu konuda. Tülay German benim kahramanım. Ben Tülay German’ın albümü çıksın diye Kalan’ın yollarını az aşındırmadım. Artık umudumu kestiğim anda aradılar beni. Yaptık o albümü, Burçak Tarlası albümünü. Sonra tanıştım ben Tülay German’la. Bir taraftan bunu kendisi seçti, bir taraftan elimizde Tülay German gibi bir değer varken, bunu bilmiyor olmamız benim çok canımı acıtıyor. Her şeyin başlangıcı aslında. Bir sürü şey ondan çıkıyor. Bugün yapılanı, 60’larda kimse yapmazken Tülay German yapıyordu. Bilinçli pek çok denemesi var, Ruhi Su’dan saz dersleri almış. Benim de en büyük acımdır Tülay German. Onun için de Finders Keepers’ın bir Tülay German plağı yayımlaması bekleniyor muhtemelen. Yayınlansın nasıl popüler olacak göreceksiniz, maalesef.
Murat Meriç, 11-20 Kasım arası Pera 64’te gerçekleşecek Red Bull Music Academy Radio İstanbul’da da Efsaneler Kuşağı’nı sunacak.