Nesimi Yetik’in prömiyerini 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapan ve üç kadın oyuncusunun Cahide Sonku Ödülü’ne değer görüldüğü filmi Dirlik Düzenlik üzerine ödüllü oyuncular Asiye Dinçsoy, Betül Esener ve Dudu Yetik ile söyleştik.
Daha en başından itibaren düşündürmeye başlayan, izleyiciye bağımlılıklar ve bunlardan kurtulma ihtimali üzerine fısıldayan bir film Dirlik Düzenlik. 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması seçkisinde izleyiciyle buluşan filmin üç kadın oyuncusu akabinde Cahide Sonku Ödülü’nü kucakladı. Film yokuş aşağı tersten başladığı anlatısında, üzerinizden kazımak istediğiniz ama bir yandan kazıdıkça canınızın yanacağını da bildiğiniz bir aile mefhumu üzerine öyküsünü kuruyor. Öte yandan yönetmen Nesimi Yetik’in iç içe geçmiş odaları olan ama inanılmaz tasarrufla şekil verdiği bir öykü var karşınızda.
Film, tarafını asla ve asla açık etmeyen, sınırları çok belli bir hissizlik içinde yürüyor. Kısaca ortada büyük ölçüde üç kadının eline bırakılan bir öykü ve “siz nasıl istiyorsanız öyle oynayın” diyen bir güven ilişkisinin ürünü var. Belki de uzun zamandır izleyemediğimiz erkek yönetmenlerin elinden çıkan kadın hikâyelerine dair burada iyi bir örnek görüyoruz aslında: Yönetmeninin uzaktan izlediği ve oyuncularının çayırlarda özgürce koştuğu bir iş. Filmin üç kadın oyuncusu Asiye Dinçsoy, Betül Esener ve Dudu Yetik ile inanılmaz keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
İlk olarak bu hikâyenin doğuş kısmıyla başlamak istiyorum: Hikâye size nasıl ulaştı?
Betül Esener: Biz genelde karakterler üzerine düşünerek yazmaya başlıyoruz senaryoyu. Bu filmde ise aile hepimizin meselesi, hatta derdi, yani baş belası ve ama tatlı belası bir yandan da. Aile ve insan ilişkileri üzerine düşünürken sevgi ve sevginin hakikiliği üzerine, bağlılık ve bağımlılık üzerine düşünmeye başladık. Birbirimizi “gerçekten” ne kadar sevebiliriz? Birbirimize gerçekten sadece “bağlı” olabilir miyiz? Hem birey olup hem de bir arada yaşayabilir miyiz? Bütün bunlar aslında toplum üzerinden düşündüğümüz şeyler. Bizler bir türlü bir arada yaşayamayan bir toplumun içindeyiz. Aileler, komşular… Bunun zorluğu ve imkânlılığı üzerine düşünürken çıktı aslında hikâye.
Asiye Dinçsoy: Beni nasıl bulduklarını onlara sormak gerekiyor aslında :) Ben o dönem Atina’daydım. Osman Özcan, sanat yönetmeni bana mesaj attı ve dedi ki: “Seni arayacaklar.” Kim dedim. “Nesimi Yetik, Toz Ruhu’nun yönetmeni.” Tamam, dedim. Senaryoyu yolladılar, okudum. Elbette çok güzel bir senaryo. Sonra hemen döndüm; zaten hemen akabinde de çekimlere başladık. Çok böyle art arda oldu. Yani çok fazla bir zaman yoktu. Hemen sete çıkıldı. Ama benim öyküyü sevmem, bu öykünün aslında herkesin ailesinin hikâyesi oluşuydu. Aile olmak sanırım böyle bir şey. Ne vazgeçebiliyorsun ne de birlikte yapabiliyorsun. Benim de çok fazla kız kardeşim var, sürekli didiştiğim. :) Öyle hâllerimiz vardı. O yüzden çok bilindik, çok bizden, çok yaşayan bir öykü; o yüzden çok etkileyici. Bence ilk elden söylemek gerekirse de diyalogları çok iyi yazılmıştı ve kabul etmemek gibi bir durum yoktu.
Filmi izlerken hikâyeyle birlikte bir tersine akış olduğunu görüyoruz. O hep bir araya gelen, kolektif bir şeyleri üreten insanların ters noktasından başlıyoruz aslında. Belki de son noktasından artık. Hikâye bir kopuşla başlıyor: Zemin inanılmaz kaygan ve izleyici de o zeminle birlikte oyuncularla kol kola parça parça düşmeye başlıyor. Bunun en yüksek noktası ise bir deprem sahnesi ile gün yüzüne çıkıyor. Ve artık oradan, o dört duvar arasından çıkman gerekiyor. O noktada benim söyleyebileceğim tasarruf kısmına geliyor. Hiçbir oyuncuya bir bardak daha fazla su yok. Annenin rolü, kızların kendi aralarındaki rolü ve arka planları, diyalogları ve kurdukları dinamik inanılmaz belirgin.
A.D.: Hiçbir şey eksik kalmamış aslında. Bu da iyi karakter yaratmakla ilgili bir şey diye düşünüyorum. Çünkü, hepsinin dertleri belli, amaçları belli, ilişkileri belli, çıktıkları yol belli. O anlamda üç karakter de inanılmaz sağlam.
Peki senin bu hikâyede önceden birlikte olduğunu bildiğimiz ikinci oyuncunun hayatına dâhil olma süreci nasıl oldu? Çünkü aslında dışardan dâhil olan karakter sensin.
A.D.: Aslında oyuncu olarak değil de Asiye olarak ben zaten birileriyle tanıştığımda, oyunculuk dışındaki yaşantımda da çok çabuk kaynaşırım. Çok çabuk bir araya gelirim, bir arada olurum, bir dil tuttururum. Çok nadir insan ile tutturamamışımdır. O da onlardadır problem herhalde; ben de değil. :) Yani tanıştığımda Nesimi de kendini, ekibin kalanını birbirlerine karşı çok samimi bir şekilde tanıttı. Annem, oyuncu değil. Betül, oyuncu değil ama yıllardır bu işin içinde ve oyunculuk yapmak istiyor. Bence bu çok önemli bir şey bir oyuncu için. Bunların hepsi samimi bir şekilde konuşulduğunda, sıkıntı kalmıyor bence. Ve bunu hep söylüyorum daha evvel yaptığımız röportajlarda da: Aslında ben dezavantajlı olarak başlayan tarafım. Çünkü, onlar o dünyayı biliyorlar ve doğalında bu hikâyenin bir yerlerinde olan insanlar. Benim onlara gitmem, onların olduğu yere inmem gerekiyordu. O anlamda da aldığımız birkaç okuma provasında vs. bir an da yakaladık o enerjiyi. Dudu zaten melek gibi. :) Onunla asla bir iletişim problemi yaşamadık. Hatta belki oyuncu olsaydı, böyle bir film olmazdı gibi geliyor bana. Dudu bir oyuncu olsaydı, orada artık başka bir şey olurdu. Yapay kaçabilirdi. Onlar bir aileydi, ben de onların içine bir an da giriverdim.
Rolün kendisini alma kısmında etkili olan şey neydi? Nesimi’nin kendisi mi, senaryo mu, yoksa bu süreç tamamen sizin kendi motivasyonunuzla mı şekillendi? “Ben bunu yapabilirim” dediğiniz kısmı merak ediyorum.
A.D.: Açıkçası benim için senaryo oldu. Zaten hep sinemada söylenir ya, “Kötü bir senaryodan iyi bir film çıkmaz.” Yani ben bu senaryodan iyi bir film çıkacağını düşünüyordum. Nesimi de ilk filmini yapmış bir yönetmendi; Toz Ruhu diye bir filmi vardı. Elbette onların etkisi de var ama en önemli şey senaryo. O karakterleri sevmen bile bir şey söylüyor. Belki çok iyi yazılmış bir senaryodur ama sevmeyebilirsin karakterini. O zaman bu başarı yakalanmaz, yani bir başarı varsa ortada. Kendi kendimi övmeyim ama. :)
B.E.: Yani ben bir yandan da filmin senaristi olduğum için benim için biraz düşündürücü oldu bu kısım. Uzun zamandır oyunculuk yapmak istiyordum, istediğim bir şeydi. Aslında ta Toz Ruhu (2014) döneminden beri oyunculuk dersleri alıyorum. Ama iki film arasında bir şey olmadı; film yapma süreci zaten çok zorlu bir süreç olduğu için ertelendi hep. Bu filmde en başından beri aslında bizlerin olacağı çok belliydi ama bize hep şu söylendi: “Bakın yanınıza profesyonel bir oyuncu gelecek, bunu yapmayın asla. Bu olmaz.” Tabii çok büyük bir korkumuz vardı bu tarafıyla. Ama Asiye geldiğinde… Hala düşünürüm bazen, öyle güzel bir enerji oldu ki aramızda. Bizi hiç tanımayan ve bizi gören insanlar, “Siz kardeş misiniz?” falan diyorlardı. O da tuhaf bir çekimdi gerçekten. Yanımızda işine çok bağlı bir insan vardı, bence bununla yakından ilgiliydi. Objektif olarak bilemiyorum, ne diyebilirim? Senarist olarak bunu böyle konuşmak çok zor gerçekten.
Yani film için “bu bir kadın filmi” gibi şeyler şu sıralar sürekli söyleniyor; film kadın karakterleri anlatıyor ama kadın meselesini ele alıyoruz gibi iddiası olan bir film değil. Bizi yolda tutan şey güçlü kadın karakterler yaratmak.
A.D.: Kadınların dünyasına gerçekten girmeyi başarıyor bence. Sırf kadın filmi yapalım, bunun altını çizelim diye yapılmış bir film değil. Ama o kadın karakterleri dikkate alıp, onların üzerinde durmuş; onların hayatına girmiş -bence üçünün de- ve bu anlamda bir kadın filmi mi? Evet, kesinlikle öyle.
Bu konuda biraz hepimiz dertliyiz bence. Söz gelimi bir erkek yönetmenin önüne gelen hikâye bir an da bambaşka bir şeye dönüşebiliyor. Çünkü, objektifin kendisi çok tartışmalı bir şey zaten. En kaba tabirle çok tacizkar bir yerden hikâye anlatma serüvenine dönüşüyor. Dolayısıyla zaten artık o hikâyede kadınlar nerede diye sormaya başlıyorsun. Belki de bu yüzden bu gibi hikâyelerde satır aralarını yoklamak iyi olabiliyor. Çünkü zaman zaman o hikâye erkeklerin hayal dünyasındaki bir kadınlık algısını servis edebiliyor. Dirlik Düzenlik gibi bir örnekte bir erkek yönetmen görmek hâliyle umut verici. Buradan hareketle müdahale gibi bir durum söz konusu oldu mu hikâyede?
A.D.: Biz okuma provası alırken şunu gördük, zaten senaryo çok bitmişti. Yani değiştirilecek, bunu düşündürecek bir yeri çok yoktu benim için. Çok bir yerini de değiştirmedik aslında. Sadece okuma provası alırken, diyaloglarda ağzımıza oturmayan yerler olduğunda biraz onu gündelik hâle getirdik belki, o kadar. Onun dışında karakterlerin yolu, çizgisi, ekseni hepsi netti, çok belirgindi. Oralarda değiştirilen bir şey olmadı. Hatırlıyor musun, oldu mu öyle bir şey?
B.E.: Öyle bir şey olmadı gerçekten. Sette de her şey inanılmaz akışında gitti. Bir erkek yönetmen setteymiş gibi bir şey hiç hissetmedik. :) Çünkü, Nesimi zaten bir yandan eşim ama çok stereotip bir erkeklik, yönetmenlik algısına, duruşuna sahip değil.
A.D.: Sette de öyleydi; gerçekten öyle. Ben birkaç seferdir erkek yönetmenlerle çalışıyorum ama böyle garip bir hâlleri var. :) Ben onu hiç görmedim açıkçası. Bu filmin o yanı çok güzel. Bir insanın yaptığı işle tavrının tutarlı oluşunu görmek, bence iyi bir şey. İyi geliyor insana.
Belki onlar da bu amaçla yola çıkmıyor ama orada öğrenilmiş bir şey var bence ve o yönetmenler birtakım tuzaklara mutlaka düşüyor. Erkeklik algısı artık toplumun her yerinde ben buradayım dediği için belki, bir yönetmen işe ne amaçla ya da nasıl başlarsa başlasın hikâyesinin başka bir yere kıvrıldığını görüyoruz; haklı olarak da tepki çekiyor.
A.D.: Kesinlikle doğru. Ama bunu bir tür hiyerarşi meselesi hâline getiriyorlar, hele ki erkek yönetmenlerde daha fazla var bu. Aslında orada bilgi üzerinden kurulması gereken bir hiyerarşi var belki ama bağırmakla, sinirle, benim dediğim olacak demekle olacak bir iş yapmıyoruz zaten. Sanatın kendisi bunu kabul etmez. Bilgi üzerinden bir şeyleri yaptırabilirsin insanlara. Bildiğin bir şey vardır ve bunu tartışırsın ama hayt huyt ile olacak bir şey değil bu. Öyle bir yöntem yok yani. Onu görünce açıkçası ben itici buluyorum; ne kadar toplumsal zeminde bir şey çalışıyor olursa olsun o yönetmen bana hiç geliyor, umurumda da değil açıkçası.
Dudu’yu neler etkiledi peki bu senaryonun oluşma evresinde?
Dudu Yetik: Bir kere benim okumuşluğum yok. Senaryoyu da okumadım. İlk olarak Nesimi ve Betül’e beni bu hikâyenin içine çektikleri için teşekkür borçluyum. Bu hikâyeye olan inançları, özgüvenleri, beni de inandırdı. Ben okuma-yazma bilmeyen bir anneyim. Ama bir cesaretle kendimi filmin içinde buldum.
Kendi karakterinizin izini nerede aradınız? Hazırlık aşamasında o yoğunlaşma süreci nasıl gelişti?
A.D.: Beklemediğim yerden epey zor bir soru geldi. Düşününce benim karakterimin, Hicran’ın meselesi engeli; engelinin onda bir dert ve tasaya dönüşmesi ve dış görünüşü. Yani oralarda dolandım diyebilirim. Onun dışında da Hicran’ın bir bırakmama hâli var. Bir şeyleri bırakmama, kopmama, bir şeyleri toplama, biriktirme. Her ne kadar ona (Vildan) evden gitmesini söylese de yine o onun peşinde olacak yani. Mesela annesinin de evlenmemesini istiyor; “beni yalnız bırakmayın” diyor. Yalnız da kalmak istemeyen bir karakter. Ama bir yandan da diğer kadınlarla sürekli bir çatışma hâlinde. Yani biraz öfkeye, biraz sevgiye ama bastırılmış bir sevgiye tutundum diyebilirim. Çünkü, baba figürü yok ve Hicran biraz baba olmuş gibi ailede bir yandan. Ama engeli, fiziksel yeterliliği, görünüşü, hepsinin toplamı aslında.
B.E.: Benim için en büyük şey o hayal kırıklığı duygusu. Bir şeyler hayal edip, ona ulaşamama hâli. Vildan ile sanırım tek benzemediğimiz nokta orasıdır ama benim için çok güçlü bir nokta. Yani ben mesela küçükken hep şarkıcı olmak isterdim ama olamadım. Bir kadının o hayal ettiği şeye ulaşamaması, toplumsal şeyler yüzünden, maddi birtakım şeyler yüzünden o kadar fazla ki; oradan doğru bir bağ kurdum karakterle. İkincisi bu güzellik meselesi. Benim çok güzel bir kız kardeşim var mesela. Çocukluğumdan itibaren hep onun aşırı derecede sevildiğini gördüm; bu beni entelektüel yaptı sanırım zaman içinde :) Çünkü yalnızlaştım aslında bir yandan. Senaryoyu yazarken de bu ilişki üzerinde kurdum bir şeyleri. Benim hiçbir zaman kardeşimle böyle kıskançlık üzerine bir ilişkim olmadı ama bu güzelliğin toplumdaki karşılığını bulamıyor işte Vildan. Hayal kırıklığına uğruyor. Aslında karakterin en yoğun duygusu hayal kırıklığı. Sürekli gitmek istiyor, şarkıcı olmak istiyor; bir şeyleri elde etmek istiyor ama yapamıyor hiçbirini. Orada hikâyesine hapsolmuş olarak kalıyor. Benim için o hayal kırıklığıydı karakteri aradığım şey.
A.D.: En çok Vildan’ın o yönünü seviyorum.
D.Y.: Beni hiç zorlamadı bu kısmı. En başta bu film ekibinin hepsinin annesiydim. Bu film bittikten sonra tekrar bir film çekimi olsaydı, yine devam ederdim. Bu ekiple birlikte olmaktan çok mutlu oldum. Bana ne yaparsın diye sorsalar, iki şey seçerdim: İnsanları çok seviyorum. Genç insanların ve çocukların arasında olmak bana mutluluk veriyor. Öğretmen olmayı seçerdim, çocuklarla birlikte olurdum hep. Diğer yandan sinemanın içinde olmayı da çok isterdim.
“Sette herkesin annesi oldum” dedi Dudu. Belki biraz bunun üzerine de konuşabiliriz. Filmde aslında kimse kimsenin annesi değil; bu filmin güçlü yönlendiren biri de kesinlikle bu, çünkü sığındığı bir liman yok.
A.D.: Anne, anne gibi değil. O rollerin dışında bir yerde. Vildan, Vildan gibi değil. Tek bir yoldan hareket edecek diyemiyoruz.
Filmde zoraki bir mutluluk çıkmazı var.
A.D.: Aslında temelde üç kişinin arasında geçen ama sancıyı bir an olsun elinden bırakmayan bir hikâyenin içindeyiz. Hicran gelgitleri olsa da annesinin evleneceğini öğrendikten sonra çok daha başka davranmaya başlıyor. Krizin geldiği sahne bu evlilik haberinin öğrenilmesinden sonraya denk düşüyor ve orada artık karşısındaki insanın ona söylediği çok da umurunda değil. Belki karşıdaki insanın söylediği şey çok basit bir şey ama karaktere artık o noktada fazla geliyor. Karakterin odağı orada zaten başka bir şey: Annenin evden gidecek oluşu ve kendi hayatının yalnızlaşacak oluşu. Böyle bir motivasyon var. Çıkmazlara dair çok bir şey söyleyemeyeceğim bu noktada galiba. Durgunluk hâlleri, yokuşlarıyla Hicran bu hepsiyle bir bütün aslında. O an da ne yaptığı ne ettiği önemli ama ben otobüs sahnesini oynarken Asiye olarak kafamdaki şey oradaki adama bağırmak değil; aslında anneye olan kızgınlığın ortaya çıkışıydı.
Karakterler birbirlerine çarpmadan hareket ediyor. Sözlerini söylerken, biri diğerinin önüne asla geçmiyor.
B.E.: Bu aslında bizim hep Nesimi’yle de konuştuğumuz bir şeydi. Yani tam da buralarda gezerken Asghar Farhadi’nin bir sözü geldi aklıma: “Film bir mahkeme salonu ve orada her karaktere kendini ifadece edecekleri alanı tanımalısınız”. Evet, Hicran’ın bize çok ahlakçı gelen yönleri var ama onun kendini ifade etmesine alan açmalıyız. Haklı ya da haksız olduğuna biz karar veremeyiz. İzleyenlerde oluşturduğu etki bambaşka bir şey onun. Vildan niye böyle davranıyor, Dudu niye böyle davranıyor? Yönetmen ve senarist olarak bir adım geride durup karakterlerin kendileriyle baş başa kalmasına önem verdik diyebilirim. O mahkeme salonunu adil bir biçimde kurmaya çalıştık. Bizlerin ailede ve toplumda en çok yaşadığı şey şudur: Sınırlarımız nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Biz mesafeli bir toplum değiliz mesela. Ve o sınırı sürekli aşmak isteriz insan ilişkilerinde. O sınırların hizalarını sonlara götürmek, birbirlerine dokundukları anları birer çarpışmaya çevirmek istedik birazcık. Öyle bir yerden yaklaştığımızı söyleyebilirim.
A.D.: Yani gerçekten ilginç, evet. Ben de ilk defa bitmiş hâlini Antalya’da izledim. Ben çok etkilendim açıkçası. İyi ki böyle bir şeyin içinde olmuşum dedim. İçimden teşekkür ettim bütün ekibe. Her şey çok yerini buluyor.
Son olarak Nesimi’yle çalışmak nasıldı?
A.D.: Nesimi burada şimdi onun hakkında konuşmuş gibi olmayayım ama. :) Nesimi’de gerçekten bir erkek yönetmenle çalışıyorum hissini hiç hissetmedim. Bir baskı yerine her şeyi oldurmaya çalışan bir hâli vardı. İlk başta oyunculuğa dair kaygıları vardı. Ama ben hep yönetmenin uzun yıllardır kafasında olan hikâyede bir şeylere güvendiğini -ki bizi bir araya getirdi- düşündüm, bu da belki bizi rahatlattı. Annem Sinema Öğreniyor’u (2006) biliyorum. Orada Dudu’yu görmüştüm. Çok doğaldı, çok güzeldi. İçinde yer aldığım işlerde de benim için önemli olan şey doğal oyunculuk aslında. Gerçeğe ne kadar yaklaşırsak o kadar kıymetli. Betül’ün ve Dudu’nun varlığı beni çok rahatlattı. Umarım Betül oyunculuğa devam eder.
Yönetmenin sağladığı bir rahatlık var diyebilir miyiz?
A.D.: Sette Nesimi’nin söylediği bir şey vardı. Nesimi söylüyorum bunları: “Her şey o kadar iyi gidiyordu ki, ben hiçbir şeye müdahale etmek istemedim” dedi bir yerde. O bence dersine iyi çalışmıştı. Daha evvel görüntü yönetmeniyle her şey konuşulmuş. Ben ilk görüştüğümde, “Kamera hep etrafınızda dönecek, siz de öyle oynayacaksınız. Zor bir şey biliyorum ama biz bu stili benimsedik” demişti. Bunların her biri düşünülmüştü ve sonra okuma provalarında beni de gördükten sonra sanki çok müdahale etmek istemedi. Zaten öncesinde çok konuştuk, her şey çok ayrıntılı ele alındı; sete çıkınca da öyle büyük bir stres olmadı. Her şey çok güzel denk geldi işte.
B.E.: Filmde doğaçlama diyebileceğimiz bir sahne yok denecek kadar az. Çoğunluğu senaryoya bağlı olarak çekildi ve o senaryonun içinde biz hikâyeden ziyade karakter performansına odaklandık. İki filmimiz de öyle aslında. Hikâye anlatan değil, karakter anlatan filmler çekiyoruz. Karakterlerin duygu durumlarını önemseyen, onu öne çıkaran bir hikâye. Ve oyuncu performansı: Oyuncudan çıkan bir şeye sonsuz alan sunmak. Hep başından beri konuştuğumuz bir şey. Nesimi oyuncularla çalışmayı çok seviyor. Tiyatro mezunu olmasının da getirdiği bir şey sanırım bu. İnanılmaz alışkın oyuncularla birlikte olmaya. Oyunculuk kısmı üzerine çok düşünüyoruz, çok konuşuyoruz. Üniversitede oyunculuk derslerini izliyoruz; çeşitli atölyelerde takip ediyoruz.