İngiliz yönetmen Grant Gee, Hatıraların Masumiyeti (Masumiyet Müzesi) filmi için “Pamuk’un metni ve benim kameram aracılığıyla yaratmaya çalıştığım bakışın bir karışımı” diyor. Grant Gee ile Hatıraların Masumiyeti 'ni konuştuk.
Masumiyet Müzesi’ne dair bir film çekme fikri nasıl ortaya çıktı?
Sanırım dört yıl kadar önceydi. Patience (After Sebald) isimli filmimin gösterimi için !f İstanbul’a davet edilmiştim. Daha önce İstanbul’a hiç gelmemiştim. Şehre inip sokaklarda dolaşmaya başladığımda, şehrin heyecan verici bir görsel potansiyeli olduğu fark ettim; buna çarpıldım. Eşim o sıralarda Orhan Pamuk’un İstanbul: Hatıralar ve Şehir adlı kitabını okuyordu. Bana mutlaka okumalısın dedi. Şehirde yürüyüşlere çıkarken kitabı da yanıma almaya başladım. Pamuk’un, şehri bir arada tutan, buraya has bir melankoliyi tarif edişi beni çok etkilemişti. İki ay kadar sonra, Londra’da bir gazetenin kitap ekinde Masumiyet Müzesi’nin açıldığıyla ilgili habere denk geldim. Daha önce müzeye dair hiçbir fikrim yoktu. O haberi okuduğumda aklıma düştü film fikri. Birkaç kişi vasıtasıyla iletişim kurmayı denedim Pamuk’la, o dönemki asistanı Emre Ayvaz, Satürn’ün Halkaları’ndan esinlenen filmim Patience (After Sebald)’ı Pamuk’a izlettirdi. Ben Pamuk’a film projesini açtığımda, bir önceki çalışmamı izleyip beğenmişti. Ondan sonra süreç başladı.
Hatıraların Masumiyeti(Innocence of Memories) için müze kadar romanın kendisi, geçtiği mekânlar, hatta bizzat Orhan Pamuk hakkında bir film de denebilir. Ne dersiniz?
Temel olarak İstanbul hakkında bir film aslında. Pamuk’un İstanbul hakkında yazdığı her şeyi okudum. Onun İstanbul sokaklarında çıktığı yürüyüşleri tasvir ettiği her satırı ezberledim. Müzeyi ilk olarak Kasım 2013’te ziyaret ettim. İstanbul’a ilk gelişimden altı ay sonra. Pamuk film için romanda hayli az karşımıza çıkan bir karakteri, Ayla’yı geliştirdi. Ona bir hikâye yazdı. Yıllar sonra İstanbul’a dönen bir karakterin gözünden biz de İstanbul’un değişimini görme fırsatı bulduk. Böylece filmin nostaljik, yitirilenlere dair melankolik bir bakışı olmuş oldu. Pamuk’un İstanbul’a dair biriktirdikleri, çiziktirdikleri, fotoğrafladıkları o kadar çok ki, o kadar çok insanla röportaj yapıp kaydetmiş ki, kendinizi halihazırda bir külliyatın içinde buluyorsunuz. Hayranı olduğunuz bir yazarın stüdyosuna gidip tüm bunları yaşamak, onunla birlikte, onun daha önceden yarattığı bir dünyaya bir ek yapmak fazlasıyla heyecan vericiydi.
Eşyaların tesellesi, nesnelerin cisimleştirdiği duygular romanda önemli bir paya sahip. Müzeyi ilk ziyaret ettiğinizde sizde kişisel duygular uyandıran nesneler oldu mu? O ilk deneyimi hatırlıyor musunuz?
Müzeye adım attığım ânı çok iyi hatırlıyorum. Beni etkileyen şey, hemen adını verebileceğim birkaç enstalasyondan ziyade müzenin atmosferiydi. Dış dünyadan koparılmışım, farklı bir diyara geçmişim gibi hissetmiştim. Binanın gölgeleri, ışıklandırılma şekli ve etraftaki belli belirsiz atmosferik sesler, rüyamsı bir etki yaratmıştı zihnimde. Benim için eski bir gemiye binmeye benzer tuhaf bir deneyimdi. İstiklal Caddesi’nin çılgın kalabalığından bir yokuş vasıtasıyla kopup böyle bir diyar keşfetmek, karadan gemiye atlayıp denize açılmak gibiydi. Rüyadaymışçasına sürükleniyorsunuz bir şekilde. Yine de müzeden aklımda kalan özel nesneler de var tabii ki, Füsun’a ait 4213 izmarit mesela, müzenin pek çok konuğunu olduğu gibi beni de hemen içine çekti. Romanı okurken kafanızda canlandırdığınız nesneleri karşınızda görmek heyecan verici elbette. 2 numaralı kutuda Füsun’un sarı ayakkabısını görmek bir şekilde hafızamda yer etmiş mesela.
Müzedeki bahsettiğiniz bu rüyamsı his filme de sirayet ediyor. Orhan Pamuk’un film için yazdığı metinler, sizin kadrajlarınız, Masumiyet Müzesi’nden pasajlar, hepsi iç içe geçince bu etkiyi yaratıyor sanki…
Filmde İstanbul sokaklarını arşınlayan bir kadın karakter kullanmak, onun dünyasından şehre bakmak istemiştim. Geçmişe dalıp hatıralarıyla, kaybettikleriyle yüzleşmesi ve duygulanması için orta yaşlı bir kadın olması gerektiğini düşünmüştüm. Pamuk da bir romancı olarak en iyi bildiği şeyi yaptı, Ayla karakterini yaratarak tüm bunları çözdü. Romanda neredeyse bir dipnot kadar önemi olan bir karakteri filmin merkezine yerleştirme fikri harikaydı bence. Füsun, Ayla’nın anlattığı şekliyle filmde yer buldu kendine. Ben de İstanbul’a dair, müzeye, müzenin etrafındaki semtlere dair çektiğim görüntüleri kurgulayıp Pamuk’a gönderdim. Onun için, sanki Ayla’ya sorarmışçasına bazı sorular hazırladım. Romandan yola çıkan sorulardı bunlar. “Hilton Oteli’nde bir düğüne davet edildin mi hiç? Füsun sana o düğünden hiç bahsetmiş miydi? O düğüne ne tip insanlar davet edilirdi?” gibi sorular… Pamuk da bu soruları cevaplayarak karakteri zihnimde oturtmama yardımcı oldu.
İstanbul’un filmin ana karakteri olduğundan bahsettiniz. Orhan Pamuk denilince Batı’da akla hemen İstanbul geldiğinden bu gayet doğal. Peki film ne oranda sizin gözünüzü, İstanbul’a bakışınızı yansıtıyor?
Film için, Pamuk’un metni ve benim kameram aracılığıyla yaratmaya çalıştığım bakışın bir karışımı diyebiliriz. Kimin eserleri üzerine bir şey çekiyorsam onu özümsemeye çalışırım ilk olarak. Onun eserlerinin özünde yatanı kavrayıp beni yönlendirmesi için çok çaba sarf ederim. Dediğim gibi, Pamuk’un yürümeye, etrafı seyredip düşüncelere dalmaya dair yazdığı ne varsa okudum. İster gazete makalesi, ister deneme, isterse kurmaca olsun… Onun dolandığı yerlerin haritasını çıkardım. Kamerasıyla dolanıp bir yazarın ruhunu canlandırmaya çalışan bir aktör gibi davrandım bir bakıma. Romancı Orhan Pamuk’un kılığına bürünmüşçesine… Hem W. G. Sebald’da hem Orhan Pamuk’ta gördüğüm şey, hayata karşı çok fazla coşkulanmayan, hayal kırıklıklarını usulca kabullenmiş romantik yazarlar. Hep benzer yazarların dünyalarına doğru çekiliyorum belki de. Her iki edebiyatçı için de Jean-Jacques Rousseau’nun önemli bir esin kaynağı olduğunu düşünüyorum. Hem yürüme eylemine önem veren bir düşünür hem de romantik bir yazar olarak. Patience (After Sebald) ve Innocence of Memories arasında melankoli duygusu üzerinden de bir bağ olduğunu düşünüyorum.
Yalnızca edebiyatçılar hakkındaki filmlerinizde değil, Radiohead ve Joy Division gibi efsaneler hakkında çektiğiniz rock belgesellerinde de böyle dingin bir melankoli duygusu var aslında.
Evet, sanırım öyle adlandırabiliriz. Romantizm akımına olan düşkünlüğümle ya da sinemaya gittiğimde deneyimlemek istediğim duygularla da ilişkili bir şey. Sinemaya gidince rüyamsı, melankolik filmleri perdede izlemeyi seviyorum. Bence bu türden bir deneyim, sinemanın özgünlüğünü koruduğu alanlardan biri. TV’de bu hissi yaratamıyorsunuz mesela. Karanlıkta oturup dikkatini tek bir yere odaklamanın, kendini kocaman perdenin karşısında ufacık hissetmenin bu deneyimi özel hâle getirdiğini söyleyebiliriz. ‘Yaratıcı bir melankoli’ hissi için yalnızca sinema uygun koşulları yatatıyor diyebilirim.
Baudelaire’in, onun flâneur hakkında yazdıklarının izlerini de sizin işlerinizde görmek mümkün…
Kesinlikle. Bu filmimde kendini çok belli etmese de Baudelaire’in yazdıklarının pek çok yankısını bulabilir isteyen. Örneğin hiç aklınıza gelmeyecek bir karakter, geceleri çöp toplayan Dursun’u düşünün. Baudelaire’in 19. yüzyılda yazdığı bir şiirin kahramanı da onunla benzer bir işe sahiptir. Geceleri, herkes evine çekilince şehrin kralı olma duygusunu anlatır o şiir. Baudelaire’in flâneur kavramı üzerine ve gece vakti şehrin aldığı hâl üzerine yazdıkları benim için önemli ilham kaynaklarıydı.
Sanki İstanbul gecelerinin ayrı bir duygusu var. Film de o duygunun izinden gidiyor…
Orhan’ın yazdıklarında da var bu duygu aslında. Şimdi çalışma saatleri daha düzenli sanırım ama çocuğu olmadan önce gece geç vakitlere kadar yazıhanesinde çalıştığını, eve dönerken terk edilmiş İstanbul’un gecesiyle baş başa kaldığını anlattığı pek çok metin var. Özellikle 90’larda… Uyuyan İstanbul sokaklarında gezinen yazar fikri ilgi çekici geldi bana. Geceleri çalışan taksi şoförü, çöpçü, çımacı ile konuşma fikri oradan çıktı. Sonrasında müzeye gidip onun da gün ışığından mahrum, gecenin rüyamsı havasını tekrarlayan bir yanı olduğunu görünce, film de gece üzerine yoğunlaşmaya başladı. Masumiyet Müzesi’nde geceyi düşlemek, rüyalara dalmak… Şehrin de bir bakıma bir müze gibi durmasını istedim aslında. İçerisi ve dışarısı arasındaki ayrımın kaybolduğu bir alanda…
İstanbul, kentsel dönüşüm sürecinin inanılmaz vahşi bir şekilde yaşandığı, mekânlarla birlikte hatıraların da hızla kaybolduğu bir şehir. Hatıralara ve kente dair filmde bu sürecin yansımaları da var mı?
İstanbul’da yaşanan kadar radikal bir değişime hiç şahit olmadım hayatımda. Kendim tecrübe etmediğim için ne hissedilir, ne yapılır onu da bilemiyorum. Çok fazla bir şey söyleyemiyorum. Burada yaşayan insanların karşı karşıya kaldıkları durumla özdeşleşip onlara yakınlık beslemek dışında bir şey gelmiyor elimden. Bir turist bakışıyla etrafı gezdiğinizde çok tuhaf hissediyorsunuz. Filmde Gezi Parkı’nda yaşananlara ve sonrasına dair çok net bir şey yok. Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanında darbe günlerini ele alışı gibi, yalnızca arkada bir dip gürültüsü olarak var siyasi çalkantılar. Bir mevcudiyete sahip ama hiçbir zaman ön plana çıkmıyor. 21. yüzyılın mega-şehirlerinin hepsinde benzer süreçler yaşanıyor mutlaka. Mesela Londra da son 15 yıldır büyük bir dönüşüm geçiriyor ama yine de şehre ait bazı şeyleri muhafaza etme duygusu vardır orada. İstanbul’un değişim hızıysa korku verici boyutta.