Vengo, Gadjo Dilo, Korkoro ve Transylvania filmleriyle hafızamıza kazınan yönetmen Tony Gatlif, dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yaptığı son filmi Djam (Aman Doktor) ile Rembetiko kültürüne ve marjinalleştirilmiş göçmen gruplara dayanan benzersiz bir müzikli drama ile karşımıza çıkıyor.
Daphne Patakia, Simon Abkarian, Maryon Cayon, Kimon Kouris ve Solon Lekkas’ın oyuncu kadrosunda olduğu Djam filmi; eski bir denizci ve Rembetiko türü müziğin büyük bir hayranı olan Kakourgos’un (Simon Abkarian), tekneleri için zor bulunan bir parçayı almak üzere üvey kızı Djam'ı (Daphne Pataika) İstanbul'a göndermesiyle başlıyor. Djam bu yolculuk sırasında, Suriye sınırında, göçmenler için gönüllü yardım yapmak için gelen ancak erkek arkadaşı tarafından her şeyi çalınan 18 yaşındaki Avril (Maryne Cayon) ile tanışıyor. Cömert, kendinden emin, tahmin edilemez ve özgür ruhlu Djam, İstanbul’dan Midilli'ye geri dönüşündeki yolculuğu sırasında Avril’i de yanına alarak, yeni tanıştığı insanların olduğu, müzikli ve umut dolu bir yolculuğa çıkıyor.
Midilli Adası’nda başlayan hikâye, Türk-Yunan sınırına, oradan da Türkiye’ye taşınıp tekrar Midilli’de son buluyor. Film toplumsal olayları bir yol hikâyesinin etrafına serpiştirerek yerinde atışlar yapıyor. Yunanistan’ın içinde olduğu ekonomik kriz, filmin atmosferini ve toplumsal yapısını anlamamız açısından daha başlarda izleyiciye sunuluyor. Eskiden turistlerin olduğu, tavernaların tıka basa dolduğu Midilli Adası, adeta Çernobil sonrası terk edilen Pripyat şehri gibi bomboş ve ıssız görünüyor. Fakat bu ıssızlık filmin başında değil, dönüş yolunda daha çok göze çarpıyor. Filmin ilk sekanslarında Djam’ın İstanbul’a yapacağı seyahate ve başına gelebilecek durumlara odaklanıyoruz.
Şarkıcı olan annesi öldükten sonra üvey babası Kakourgos’la yaşayan Djam, pozitif ve enerjik ruhunu hiç kaybetmemiş bir genç kız. Kakourgos da üvey bir baba olarak başka bir kadınla evlenmiş olsa da, Djam’ı yanından ayırmayan ve hayata oldukça iyimser bakan biri. İkisinin arasında baba-kız dışında güçlü bir dostluk olduğu da aktarılmış. Djam, İstanbul’a yapacağı seyahat için yola çıktığında müzik giriyor, Djam dansını yapıyor ve bu haliyle sanki kalabalık bir dans ekibi ile görkemli bir müzikalin içindeymiş gibi görünüyor. Djam’ın dans ettiği, şarkı söylediği her sahne daha özgürleştirici daha da coşkulu olurken bu sahneler Gatlif tarzına oldukça uygun olarak seyircinin beklentisini karşılıyor.
Filmin genel atmosferinde iyimser bir hava olduğunu söylemek mümkün. Müzikal veya müzikli film yerine, sanki “fasıllı film” diyebileceğimiz türde hayal ile gerçek arasında bir yapıya da sahip. Rembetiko kültürü ve Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik buhrana karşı Djam’ın iyimserliği, mücadeleci ve yılmayan tavrı, karamsar bir çöküşü anlatmak yerine her şeye rağmen insanın umudunu kaybetmemesi üzerine pozitif bir önermede bulunuyor. Böylece çarpıcı bir gerçekliği ajite edip, bizi dram yüklü bir illüzyona sokmadan, konuya objektif bir açıyla bakabilmemizi sağlıyor. Elbette Djam ve Avril’in dönüş yolunda karşılaştığı Yunanistan perspektifi pek iç açıcı görünmüyor. Yolda karşılaştıkları, kriz yüzünden işini kaybetmiş bir vatandaşın kendi mezarını kazıp “beni ayakta gömün” diye haykırıp sinir krizi geçirdiği nokta, siyasal ve ekonomik buhranın birey üzerinde yarattığı psikolojiyi anlatmaya yetiyor. Yönetmenin bu gibi kritik ayrıntıları kör göze parmak yapmadan ve dolayısıyla sıkmadan, yerinde ve kısa temsiller halinde sunması onun incelikli anlatısını oluşturuyor.
Filmin çoklu kültürlere ılımlı bir bakışının olduğunu, Rembetiko kültürünü ve müziğini içine almasından anlayabiliyoruz. Anadolu’dan Yunanistan’a doğru yol alan Rembetiko müziğinin hâlâ nereli olduğuyla ilgili tartışmalar sürerken, film anlatısının içinde bunların bir öneminin olmadığını ifade etmeye çalışıyor. Bu ifade Djam’ın annesinin ölmeden önce, henüz Kakourgas ile evli olarak Paris’te yaşadığı dönemlerin anlatıldığı sahnede anlaşılır oluyor. Faşizmden kaçıp sürgünü seçen Ermeniler’in, Kürtler’in, Cezayirliler’in ve Keldaniler’in Paris’te Djam’ın annesini dinlemeye her geldiklerinde Djam’ın annesinin sesinde vatanlarını bulduğu konuşuluyor. Çünkü Rembetiko müziği içinde, aslında tüm bu farklı kültürlerin birer yansımasını bulunuyor. Dolayısıyla müziğin evrenselliğiyle, taraf olmanın ve kültürel kodların aldatıcılığı aktarılıyor.
Gatlif, Djam ve Avril’in aralarındaki ilişkinin ne olduğunu da tam olarak çizmiyor. Aslında bu kadar keskin hatlarla çizmemesi de klişeye kaçmamak veya sevginin tanımını çeşitlendirmek adına daha anlamlı olmuş. Çıplaklık, rahatsız edici veya bedenin gereksiz bir temsili olmaktan çok bu gibi ayrıntıların çok da önemli olmaması yönünde bir tasvirle veriliyor. İkilinin arasında başlayan ilişkiye tam bir lezbiyen ilişki diyemediğimiz gibi iki yakın dost veya arkadaş da diyemiyoruz. Çünkü çok açık bir biçimde iki karakter de lezbiyen olmadığını söylese de Djam’ın bu konuda daha baskın, Avril’in ise daha çekingen olduğu görülüyor. Zaten seyirci olarak da kuir bir romantizm beklemediğimizden, ikisinin arasındaki yakınlaşmanın tanımlanmamış olması ve bir kalıba sokulmamış olması rahatsız etmiyor. Bazı sekanslar örneğin; Avril’in Djam’ın genital bölgesini traşlaması veya bazı noktalardaki nüdist teşhirler yönetmenin kendi özel tercihleri olarak anlaşılabiliyor. Her şekilde gerek Djam’ın üvey babası Kakourgos ile olan ilişkisi gerekse Avril’e olan yaklaşımı, öte yandan çıktığı yolculukta karşılaştığı insanlarla olan diyalog biçimi, insan olmaya dair samimi ve dostluk üzerine çoklu bir bakış açısı sağlıyor.
Film; müzikleriyle, Yunanistan’dan İstanbul’a çıktığı yolculukla, Djam'ı oynayan Daphne Pataika’nın samimi ve içten oyunculuğuyla, toplumsal olayları ince işçiliklerle ele alışıyla kesinlikle görülmeye değer. Tony Gatlif filmiyle oldukça çarpıcı ve soğuk durumları bambaşka biçimlerde ele almaya çalışmış ve her şeye rağmen günümüzün karamsar sonlara sahip filmlerine karşı umut aşılayan bir önermeyle seyircisine göz kırpmış.
https://www.youtube.com/watch?v=OFN4SOu_MXQ