Bu seneki Babylon Soundgarden Festival’ın headliner'ı Stolen Dance ve Down by the River hitleriyle tanıdığımız, 3 sene önce yalnızca Youtube'un gücünü kullanarak Kassel'den (Almanya) dünyaya yayılma imkanı yakalamış Milky Chance ikilisiydi. İlk olarak electro-folk türündeki parçalarında başarılı biçimde kullandıkları reggae ritmleri sayesinde ilgimizi çeken grubun uluslararası bir müzik şirketine bağlı olmaksızın yakaladığı başarı da kendilerine duyduğumuz ilgiyi perçinlemişti.
Konsere saatler kala röportaj için buluştuğumuzda Clemens ile Philipp tepenin üzerindeki kulislerinin manzarasından, Kilyos'taki deniz suyunun ılıklığından ve ilk defa konser vermek üzere Türkiye'ye gelmiş olmaktan bir hayli memnunlardı. O gün festivalde neler izleyeceklerini sordum, "Jamie Woon'u merak ediyoruz, çünkü hiç duymadık" dediler. Hazır buralara kadar gelmişken festivalde birkaç yerli grup görmelerini tavsiye ettim. Tavsiyelerimi ilgiyle dinleyip meraklansalar da sordukları sorulardan biri de "Sözleri Türkçe mi?" oldu.
Uzun zamandır arkadaşsınız ve birlikte müzik yapıyorsunuz. Kaç senedir sürüyor bu birliktelik?
Clemens: İkimiz de 23 yaşındayız, tanışıp müzik yapmaya başlayalı yedi sene oldu.
Aranızdaki kimyanın tuttuğu hem müziğinizden hem de sahne performansınızdan belli oluyor. Sizce uzun zaman boyunca arkadaş olmak genel anlamda ve sizin durumunuzda müziğe katkıda bulunuyor mu?
Clemens: Bence her zaman katkısı oluyor çünkü bu bir iletişim biçimi ve diğer yarınızı bulup birbirinizi tamamladığınızı hissettiğinizde bu her zaman işe yarar. O zaman diğer perspektiften de bakmaya başlarsınız; müziğin öteki yönünü, diğerinin ne gördüğünü ve müzikle ne yapmaya çalıştığını hissetmek ilginç bir histir. Biz de başından beri birlikte müzik yapmayı seviyoruz.
Bir-iki hit parçaya ve liste başarısı elde etmiş bir albüme sahip olmak gelecek çalışmalarınız için üzerinizde baskı yaratıyor mu? Yine büyük hitler yaratmak veya beklentileri karşılamak gibi bir zorunluluk hissediyor musunuz?
Philipp: Bizim için gerçek anlamda önemli olan şey müzik yapmak. Tabii ki müziği mesleğimiz olarak görmeye karar verdik ve bu uğurda sıkı çalışmak istiyoruz ama ikimiz için de asıl önemli olan müzisyen olarak kendimizi geliştirmek. Yaptığımız işlerin içimize sinmesi ve hâlâ müzik yapmaktan keyif alıyor olmamız öncelik taşıyor. Üstüne üstlük bir de hit çıkartırsak daha ne isteriz.
Yeni bir hit çıkartmanın çok da umrunuzda olmadığını söyleyebilir miyiz?
Clemens: Umrumuzda değil diyemem. Hit çıkartmak insanların aklına kazınmanızı sağlamak için oldukça faydalı bir yöntem. Öte yandan hit bir parça yapmak gibi bir plan yapamazsınız. En iyi prodüktör veya şarkı yazarları bile bunun garantisini veremez. Ortalıkta çok sayıda şarkı var. Kimisi hit oluyor, kimisi tutunamıyor. Hit bir parça yapmak her zaman bol şans gerektiriyor.
Philipp: İnsanların sizin şarkınızı sevmesi harika bir şey. Biz de müzisyen olarak kendimizi geliştirmek için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz.
Uzun bir yaz turnesine henüz başladınız ve eylül ortasına kadar çok sayıda konser vereceksiniz. Hangi şehirlere gideceksiniz, seyirciyle yeni parçalar paylaşacak mısınız?
Clemens: Yeni parçalar paylaşacağız ama çok fazla değil, az. Yeni şeyler üzerinde çalıştığımızı onlara göstermek istiyoruz.
Philipp: Son altı ay bir hayli sakin geçti. Üç senedir turnedeydik, buna bir ara verip evimize döndük. Yani bir bakıma dinlenme ve günlük rutinimize geri dönme fırsatı bulduk.
Hâlâ Kassel'de mi yaşıyorsunuz?
Philipp: Evet, Kassel'de ailelerimizle birlikte yaşıyoruz. Sakin bir dönem geçirdik ve yeni albüm üzerinde çalışmaya başladık. Şimdi yine yollara düşmek, yeni yerler görmek ve insanlara yeni şeyler üzerinde çalıştığımızı göstermek bizim için çok güzel. Yolda olmak daima heyecan veriyor ve müthiş zaman geçiriyoruz. Sakin dönemlerimiz ve yoldaki günler iyi bir tezat oluşturuyor.
Clemens: Özellikle bu yaz geçen sene gitmediğimiz ülkelere gidiyoruz. Türkiye'ye de ilk defa geliyoruz. Kiev ve Moskova'ya ilk defa gittik, çok güzel oldu.
Turne programınızda Türkiye'nin doğusunda herhangi bir ülke var mı?
Philipp: Hayır, buradan daha doğuda bir ülke yok.
Yolda olmak müziğinizi etkiliyor mu?
Philipp: Üzerimizde bir etkisi olduğu kesin. Çünkü buradayız, şu manzaraya bakıyoruz ve senin gibi yeni insanlarla tanışıyoruz.
Clemens: Son 4 senedir hayatımızın yarısı böyle geçiyor. Edindiğimiz tüm bu tecrübe ve izlenimler...
Philipp: Elbette bunların etkisi büyük, tıpkı doğup büyüdüğümüz Kassel'in üzerimizdeki etkisi gibi. Yarı yarıya diyebiliriz. Hayatımızın büyük bir kısmını seyahat etmek, çalmak ve yeni insanlarla tanışmak oluşturuyorsa diğer yarısını da evimiz oluşturuyor.
Hüzün sizin değerli bulduğunuz bir his ve melankoliden pozitif titreşimler yaratıyorsunuz, bu hem şarkılarınızda hem de albümünüzün ismi "Sadnecessary"de fark ediliyor. Böyle groovy bir dans müziğinde hüznün payı ne?
Philipp: Dualiteye inanıyoruz, yani her şeyin daima iki zıt yanı vardır. Örneğin isyan etmek istiyorsan bu hissi şarkı sözlerinde ifade edebilir veya üzücü bir konudan bahsetmek istediğinde onu neşeli melodilerle birleştirebilirsin. Böylece üzücü bir mevzu veya akorun bile pozitif bir bakış açısından yorumlanabileceğini gösterebilirsin. Biraz umut gördüğünde o şarkı artık yalnızca hüzünlü olmaktan çıkar.
Clemens: Sanırım biz bu ikisinin karışımını seviyoruz. Bir yandan melankolik bir yandan da coşkulu olmayı. Yalnızca hüzün depresif olurdu, iyi bir şey olmasa gerek.
Müziğinizde reggae ritmlerini başarılı bir biçimde kullanıyorsunuz. Reggae ile aranızın nasıl olduğunu merak ediyorum. Bob Marley'nin etkilendiğiniz isimlerden birisi olduğunu biliyorum, başka hangi reggae müzisyenlerinden etkilendiniz?
Philipp: Alman reggaeci Sebastian Sturm'u çok beğeniyorum.
Clemens: Eski reggae ritmlerini ve gruplarını seviyorum, o kadar çok var ki... Jimmy Cliff, Peter Tosh, Desmond Dekker... Dekker'nın Bob Marley üzerindeki etkisi çok büyüktü, Marley'nin idollerinden birisiydi. Kendisi ska müzik yapan ve skayı reggae müziğe dönüştüren ilk adam sayılabilir. Eski reggae parçalarını yenilerden daha çok seviyorum.
Milky Chance'ten önce bir caz grubunuz varmış. Ne tür şeyler çalıyordunuz?
Philipp: Çok sayıda caz standardı çaldık, zaten cazı ancak bu şekilde öğrenebilirsiniz.
Philipp, sen ne çalıyordun o grupta?
Philipp: Gitar. Clemens da bas çalıyordu. Standartların yanı sıra pop parçalarını jazzy bir biçimde yorumluyorduk. Kolay parçaları seçip onları jazzy, swingy bir hale dönüştürmeyi seviyorduk.
İlk albümünüzü yayınlayalı 3 sene oldu. Yakın zamanda yeni bir albüm gelecek mi?
Clemens: Umarım!
Philipp: "Yakın zaman" göreceli bir kavram. : ) Biz de yeni parçalar yayınlamak için sabırsızlanıyoruz ama ortaya iyi bir ürün koymak istediğimiz için ağırdan alıyoruz. Bu sene yeni bir albüm olmayacak gibi görünüyor.
3 yıl uzun bir zaman. İlk albümü yayınladığınız günlerden bu yana müzikal beğenileriniz değişti mi, yeni albümde daha farklı bir sound ile karşılaşır mıyız?
Philipp: İkimiz de müzikal anlamda son derece açık fikirliyiz ve yeni müzikler keşfetmeyi seviyoruz. Sanırım müzikal beğenilerimize yeni bir şeyler eklendi. Bazen günlerce hatta haftalarca aynı şeyi dinlersin, sonra başka bir şeyi, durmadan yön değiştirirsin ve sonra birdenbire daha önce hiç duymadığın bir şey keşfedip onu dinlemeye başlarsın. Dünyada o kadar çok çeşitli müzik var ki iki grup seçip hayatının geri kalanında onları dinlemek çok sıkıcı olur.
Halihazırda üzerinde çalıştığınız bir şeyler varsa ilk albümün sound'una benziyor mu?
Philipp: Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki ilk albümde büyük ölçüde singer-songwriter çalışmalarından etkilenmiştik, Clemens o dönem bolca The Tallest Man on Earth ve Ben Howard dinliyordu. Bu yüzden müziğimizde de folky singer-songwriter etkisi hissediliyor. Şimdi ise müziğimiz biraz değişmiş olabilir, tanımlamak güç. Bu sefer folk ve melankolik singer-songwriter sound etkisi daha az. Şimdi daha soul ve ritmik bir müzik yaptığımızı söyleyebiliriz.
Yatak odanızda kaydettiğiniz şarkıları Almanya'da, sizin de yaşadığınız Kassel'de aynı sene kurulmuş yepyeni bir label olan Lichtdicht ile yayınlayıp listelerin tozunu attırmanız nasıl mümkün oldu? Müzik dünyasında böyle örneklere sık rastlanmıyor. Başarınızın sırrını veya ardındaki PR stratejisini merak ediyorum.
Philipp: Bir stratejimiz yoktu ki! Her şey kendiliğinden gelişti. Clemens şarkıları Youtube'a yükledi ve parçalar giderek daha fazla insanın ilgisini çekti. Arkadaşlarımız kendi arkadaşlarına dinletti, onlar da kendi arkadaşlarına...
Yani hiçbir PR stratejisinden faydalanmadınız mı?
Philipp: Şarkıları Youtube'a yüklemekten başka hiçbir şey yapmadık. O zaman yeni mezun olduğumuz için arkadaşlarımızın çoğu yurt dışı seyahatlerine başlamıştı, mezun olduktan sonra dünyayı gezme muhabbeti... Arkadaşlarımız şarkıları diğer ülkelerdeki arkadaşlarına dinletmiş ve böylece parçalar yayıldı. İnternette büyük ilgi görünce konserlere başladık. Biz konser vermeye başladığımızda zaten parçalar o kadar yayılmıştı ki insanlar ilk konserimize geldiklerinde şarkıları ezbere biliyorlardı. Parçaları Youtube'a yüklediğimizde PR'ın ne olduğunu bile bilmiyorduk. İlk bir sene boyunca parçalar yalnızca Youtube'tan dinlenebiliyordu, sonrasında bir label ile anlaştık ve onlar işi büyütmeye başladılar.
Bunun ne kadar nadir rastlanan bir durum olduğunun ve ne kadar şanslı olduğunuzun farkında mısınız?
Philipp & Clemens: Evet, farkındayız! : )))
Bir sonraki albümde de Lichtdicht ile mi çalışacaksınız?
Philipp: Hayır.
Neden?
Philipp: Çünkü işler büyüdü. En başından beri hem kendi müziğimizi yaptık hem de işin business kısmıyla uğraştık. Bu süreçte hem müzikle hem de diğer işlerle uğraşmanın bizim için çok fazla olduğunu anladık. Yani bu şekilde zorlandık. Bu yüzden de diğer işleri bırakıp müziğe yoğunlaştık, yalnızca müziğe.
Dünya çapında bu kadar popüler olunca küçük bir label ile çalışmak mümkün mü yoksa büyük bir müzik şirketi ile anlaşmak zorunluluğa mı dönüşüyor?
Philipp: Çalıştığımız küçük label her ne kadar bizim merkez üssümüz olsa da bugüne kadar dünyanın farklı bölgelerinde farklı label'lar ile çalıştık. Her ülkede, Amerika'da anlaşmalı olduğumuz bağımsız label'lar vardı; çünkü dünya çok büyük. Başkalarından yardım almadan bir albüm yayınlayıp bütün dünyaya dağıtman mümkün değil.
Clemens: Küçük bir label ile çalışmak istiyorsan da işleri küçük tutman gerekiyor.
Son dönemdeki en başarılı indie oluşumlardan birisiniz. Sizin takip ettiğiniz veya kendinize yakın hissettiğiniz indie oluşumlar neler?
Philipp: 2 sene önce Kassel'de küçük bir festival düzenleyip Izzy Bizu'yu davet etmiştik. Izzy Londralı bir şarkıcı ve bugünlerde adını iyice duyurmaya başladı, bunu görmek çok sevindirici. O zaman, ’çok iyi müzik yapıyor ama kimse tanımıyor’, diye düşünüyorduk; inandığın şeyin hak ettiği değeri bulduğunu görmek insanı mutlu ediyor.
Büyük kapalı mekanlar, küçük kulüpler veya açık hava festivalleri... Hangisinde çalmayı daha çok seviyorsunuz, hangisinde seyirciyi dans ettirmek daha kolay?
Philipp: Zor soru. Bir defasında Avustralya'da çok büyük bir festivalde sahne almıştık, sanırım 50 bin civarında seyirci vardı ve hep beraber dans ediyorlardı. Devasa bir kitlenin beraberce dans etmesi muhteşem bir görüntüydü. 3 gün önce de Kiev'de 1000-1500 kişilik küçük bir kulüpte çaldık. Orada da herkes dans etti. Yani ortam güzelse güzeldir, mekanın büyüklüğü pek de fark etmiyor. Ortamın kimyası iyiyse, insanlar mutluysa ve her şey yolundaysa orada kaç kişinin olduğunun bir önemi yok. Yine de daha az insan olduğunda işler daha kolay diyebiliriz. O zaman insanlar kendilerini müziğe daha kolay kaptırıyor ama ben ikisinden birini diğerine yeğlediğimi söyleyemem.
Buradaki ilk konserinizde İstanbul seyircisini dans ettirebilecek misiniz sizce?
Clemens & Philip: Umuyoruz!
İstanbul'da şehri keşfedecek ve bir şeyler yapacak vaktiniz ve planlarınız var mı?
Philipp: Dönüş uçağımız sabah 10.00'da. O yüzden şehir uzaksa ve konserlerden sonra dj'ler varsa herhalde sabaha kadar burada takılırız.
Peki buradan sonraki durak neresi?
Philipp: Önce eve gideceğiz çünkü stüdyoya girip albüm üzerinde çalışmamız gerekiyor. Bu aralar rutinimiz böyle aslında, hafta sonları bir yerlere gidip konser veriyoruz, sonra da eve dönüyoruz.
Clemens: Konserlerin arasında biraz dinlenecek vakit bulmak iyi oluyor. : )
Milky Chance'in festival programında Oscar and the Wolf ile aynı saatlere denk gelmesinin dezavantaj yaratacağını düşünmüştüm, yanılmışım. Büyük Ev Ablukada sahneden iner inmez Milky Chance'e doğru depar atmamıza rağmen maalesef sahneye pek yaklaşamadık. Yaklaşabildiğimiz mesafeyi kabullendikten sonra ortamdaki pozitif titreşimler çok geçmeden bize de tesir etti. Milky Chance'in pek de öyle sofistike bir sound'u olmadığını kabul ediyorum, yine de dinleyenlerin üzerinde pozitif bir etki yarattığı kesin. Oscar and the Wolf izlemek istedikleri halde beni yalnız bırakmamak için baştan çok da bayılmayarak Milky Chance'te yanımda duran arkadaşlarım bile çok geçmeden kendilerini dansa bıraktılar ve Stolen Dance'in nakaratının hakkını verdiler (Never danced like this before). Hatta festivalin ertesi günü "artık dans etmemek için kendisini kasmamaya" karar verdiğini söyleyen bile oldu. Tebrikler Milky Chance, görev tamamlandı!