27 NİSAN, ÇARŞAMBA, 2016

Pygmalion: Bir Kadın Yaratmak ve Onunla Aşka Düşmek

Mitolojiden esinlenerek yazılmış, hayatımıza dâhil olmuş öykülerden biri de Pygmalion’dur. Yarattığı, yetiştirdiği, dönüştürdüğü, değiştirdiği hatta var ettiği karaktere ve kişiye âşık olmanın işlendiği hikâyelerin esin kaynağıdır Pygmalion

Pygmalion: Bir Kadın Yaratmak ve Onunla Aşka Düşmek

Yunan Mitolojisi her zaman yazarlar için büyük bir ilham ve zengin bir “efsaneler kaynağı” olagelmiştir. Eski zaman insanlarının doğayı, insanları ve aslında yaşadığımız hayatları daha anlamlı kılmak adına oluşturduğu mitler aslında hala bizi anlatır, aslında hiç de öyle eskimiş değildir. Bu mitolojik öyküler aslında hâlâ hırslarımızdan, aşklarımızdan, nefretlerimizden ve o zamanların tanrılara kafa tutan insanları gibi modern zamanlarda da otoriteye karşı duran insanlardan bahsetmektedir. Tabii bir de artık varlığı unutulmaya yüz tutmuş mucizelerden... Pygmalion da aşkın ve mucizenin kesiştiği noktada kendine yer edinmiş bir mitolojik öyküdür ve hâliyle her dönem çok ilgi çekmiştir.

Pygmalion Kıbrıslı bir heykeltıraştır. Tüm mitler gibi bu mitin de birden fazla versiyonu var elbet. Bu versiyonların bazılarında Pygmalion’ın aynı zamanda bir kral olduğundan bahsedilir. Öyküye göre, Kıbrıslı Amathonte’in kızları Propoetidler, Afrodit’in (Roma Mitolojisindeki adıyla Venüs) kudretini ve tanrıçalığını reddettikleri için, Afrodit tarafından fahişelere dönüştürülürler ve iddia edilir ki bu kızlar dünya üzerindeki ilk fahişelerdir. Propoetidleri bu hâlde gören Pygmalion artık kadınlarla ilgilenmediğine kanaat getirir ve asla evlenmemeye karar verir. Bu durum da onu kendi istediği gibi bir kadının heykelini yapmaya iter.

Pygmalion’ın fildişinden yaptığı bu kadın heykeli o kadar güzel olmuştur ki, yaşayan hiçbir kadın onun güzelliğine yanaşamaz. Pygmalion ona âşık olmuş hâlde bulur kendini… Aşk, bereket ve güzellik tanrıçası olan Afrodit onuruna verilen festivalde tanrıçaya bir adak adar Pygmalion: Afrodit’ten fildişinden oyduğu kadınına benzeyen bir gelin istemiştir arzularını kabul etmekten korka korka. Evine dönüp de heykelini öptüğünde kadının dudaklarının sıcak olduğunu hisseder. Bir de bakar ki emek emek oyduğu heykelden kadını kanlı canlı karşısında duruyor. Anlar ki Afrodit ona dileğini bağışlamıştır. Hemen evlenirler. Ozanlar bu kadına daha sonradan deniz perisinin de ismi olan Galatea adını vereceklerdir. Goethe ise ona mitolojik Kartaca şehrinin kraliçesi Dido’nun diğer ismi olan Elise’i vermiştir.

Bu mitolojik öyküden esinlenerek yazılmış birçok eser var hâliyle. Bunlardan en bilineni İrlandalı yazar George Bernard Shaw’un kaleme aldığı, ilk kez 1913’te sahnelenen Pygmalion isimli tiyatro oyunu. Oyunda bir fonetik (ses bilimi) profesörü olan Henry Higgins ile alt sınıfa mensup fakir çiçekçi kız Eliza Doolittle’ın macerası sahneye taşınır. Shaw’un oyunun baş kahramanlarından birini bir fonetik profesörü olarak sunmasının sebebi İngilizlerin kendi dillerine saygı duymadıkları ve onu hiç de düzgün konuşamadıkları inancında olması. Oyunun ön sözünde “İhtiyacımız olan reformcu ve enerjik bir fonetik meraklısıydı; bu yüzden popüler bir oyunun kahramanı yaptım onu” diye açıklar bu durumu. Oyunun ana konusu da bu sayılabilir aslında. Kendisi gibi fonetik tutkunu olan Albay Pickering ile girdiği iddiada Higgins, işçi sınıfının konuştuğu Cockney aksanıyla konuşan, sosyetenin adaplarından bihaber çiçekçi kız Eliza Doolittle’ı altı ay sonra bir büyükelçinin verdiği partide düşes olarak tanıtacağını ve insanların buna inanacağını temin eder. Aynı Pygmalion’ın bir heykelden gerçek bir kadın yaratması gibi, Higgins de bir çiçekçi kızdan bir hanımefendi yaratmaya niyetlenir. Eliza bozuk konuşmasıyla Higgins’in her sinirini bozuşunda Higgins ona “Bir ruh ve düzgün konuşma yeteneğiyle ödüllendirilmiş bir insan olduğunu unutma; ana dilinin Shakespeare ve Milton’ınkiyle aynı olduğunu da!” diye çıkışır. Dediğim gibi İngiliz dilinin düzgün konuşulması gerekliliği oyunun yapıtaşlarından biri. Bir diğeriyse Victoria Dönemi İngiltere’sinin sınıfsal ayrımları. Higgins, Eliza’nın konuştuğu bu “kaldırım taşı İngilizcesiyle ölene kadar çukurda kalacağını” belirtirken her ne kadar acımasız görünse de oldukça haklıdır. Çünkü yaşadıkları o dönemde, kişilerin mensubu oldukları sınıflar çok önemlidir ve nasıl bir hayat yaşayacaklarını da belirleyen en büyük etmendir. Eliza da önüne çıkan bu fırsatı değerlendirmediği takdirde ömrü boyunca sokaklarda çiçek satması gerektiğinin farkındadır. 

Oyunun beli başlı temalarından bir diğeri de kadın-erkek ilişkileri. Higgins’in Pickering ile olan diyalogları üzerinden bir kadın ve erkeğin anlaşmasının zorluğu ve Higgins’in ilişkilere ve kadınlara olan inançsızlığının altı çizilir: “Bir kadın ve bir erkek kendi hayatlarını yaşamak ister, ikisi de birbirlerini yanlış yöne çeker. Biri kuzeye diğeri güneye gitmek ister; bunun sonucundan ikisi de doğuya giderler, hem de doğu rüzgârından nefret etmelerine rağmen”. Oyundaki diğer bir mühim nokta da kadın bağımsızlığının önemi. Eliza her ne kadar kendisine eğitim veren Higgins’in isteklerine itaat etmek zorunda gibi görünse de bu durumu hiçbir zaman kabullenmez. Her zaman dik başlı ve kendi kişiliğine sadıktır. Kendi koşullarını daha iyi hâle getirmek amacıyla çalışır ve sonunda başarılı da olur. Eliza’nın kazandığı bu zafer oldukça anlamlı dönemin bastırılmış kadınları için. En nihayetinde Shaw tam bir ters köşe yapar. Beraber çalıştıkları altı ay içinde birbirlerine çok alışan ve aralarında “aşka benzer” bir şeyler doğan Higgins ve Eliza en sonunda evlenmez, çünkü Eliza kendisini ve geleceğini düşünerek akıllıca bir seçim yapar. Kendi yarattığı kadına âşık olan Higgins ona sahip olamaz, çünkü bu defa kadın kahraman kendisi için karar verir. Kanaatimce oyunun en farklı ve taze bir bakış açısı getiren kısmı da bu. Zaten en sonunda Shaw da “Galatea Pygmalion’ı aslında o kadar da sevmemişti; onların ilişkileri mantıklı olamayacak kadar kutsal bir şeydi” diye ekler. 

Pygmalion mitinden, aslında George Bernard Shaw’un Pygmalion’ından uyarlanmış başka bir eser de başrollerinde Audrey Hepburn ve Rex Harrison’ın yer aldığı ’64 yapımı klasik film My Fair Lady’dir (filmin adı Türkçe’ye Benim Güzel Meleğim şeklinde çevrilmiştir). Film, Shaw’un oyununa oldukça sadık kalmıştır ve hatta karakterler yer yer oyundan satırları aynen tekrar ederler. Fakat tabii ki ton olarak oyundan ayrıldığı birçok nokta da olduğunu söylemem gerek. En büyük (ve belki de en güzel) farklılıklardan biri, filmin bestelerine çok emek verildiği belli olan bir müzikal olması. İzleyenlerin muhtemelen hâlâ kulaklarından çınlayan “Wouldn’t It Be Loverly?”, “I Could Have Danced All Night” ve “On the Street Where You Live” gibi romantik parçaların yanında birçok neşeli şarkıyla film tam bir modern masal havasını yakalar. Oyun ile ayrılan kısımlarınsa filmin belki biraz daha romantik olması ve oyuna nazaran kadın-erkek ilişkilerinde açmazlar üzerinde daha çok durulması olduğunu söyleyebilirim. Londra’daki işçi sınıfının yaşamı ve sınıf ayrılıklarına da dokundurmalar içerir. Rex Harrison’ın ukala ve çokbilmiş Henry Higgins yorumu oldukça eğlenceli ve merak uyandırıcıdır. Ancak tabii ki filmin en büyük artısı, zarafeti ve muhteşem oyunculuğuyla Eliza Doolittle’ı canlandıran Audrey Hepburn… Hepburn’ün Eliza Doolittle’ı bu denli “gerçek” bir kadın olarak ortaya koyması ve bazen ağzı bozuk bazen neşeli bazen kavgacı haliyle Eliza’nın gerçekten de Londra sokaklarında rastlayabileceğiniz bir çiçekçi kız olduğunu size hissettirmesi, yapımın en büyük başarılarından. En başlarda Eliza’yı bırakabileceği bir alışkanlık olarak gören Higgins’in karakter değişimini gözlemlemek de farklı bir nokta. Ayrıca oyunun aksine filmin sonunda, Higgins ile Eliza’nın kavuşuyor olmasını Hollywood’un “mutlu son” merakına bağlamadan değerlendirmek gerekir, çünkü hiç de eğreti durmaz bu durum. Bu defa heykeltıraş Pygmalion gibi Higgins de yarattığı kadına ve yarattığı kadın da ona âşık olur.

Bu arada Türk izleyicisinin Pygmalion/My Fair Lady hikâyesine öyle pek de yabancı olmadığını hatırlatalım. Başrollerinde Tuba Büyüküstün ve Cansel Elçin’in yer aldığı 2010-2011 tarihlerinde yayınlanan Gönülçelen dizisi aslında yerli bir My Fair Lady uyarlamasıydı. Her ne kadar Cansel Elçin’in canlandırdığı Murat karakteri, Higgins gibi bir Fonetik profesörü değil de ünlü bir müzisyen olarak tasarlandıysa da, Tuba Büyüküstün’ün Eliza’dan esinlenerek oynadığı Hasret karakterinin Roman vatandaşı fakir bir çiçekçi kız olması gerçekten iyi bir “yerelleştirme” örneğiydi denebilir.

Günümüzde artık yaptığımız heykellerin canlanamayacağını bilecek kadar “gerçekçi”yiz. Fakat Eliza’nın da söylediği gibi “Bir hanımefendi ve çiçekçi kız arasındaki fark onun nasıl davrandığı değil ona nasıl davranıldığıdır”.

0
237560
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage