Kit Martin ve Merve Erdem’den oluşan Kit Sebastian ikilisi ile yeni albümleri New Internationale hakkında konuştuk.
Kit Sebastian, New Internationale isimli üçüncü albümlerini geçtiğimiz günlerde Brainfeeder etiketiyle müzikseverlerle buluşturdu. Kit Martin ve Merve Erdem tarafından 2018’de Londra’da kurulan grup, etkileyici ritim ve vokallerle, dinleyicilerine farklı bir enstrümantal deneyim vadediyor. Farklı kültürlerden ilham alan grup, yeni albümlerinde onları etkileyen seslerin ve stillerin bir sentezini sunuyor. New Internationale albümünü buradan dinleyebilirsiniz.
New Internationale albümünüzün arkasındaki ilham kaynağından, ortaya çıkış sürecinden konuşarak başlayalım mı?
Merve Erdem: Bu albüm üzerinde çalışmaya bir yıl boyunca aralıksız turladıktan sonra başladık ve stüdyoda çok az zaman geçirdik. Canlı çalmak ve kayıt yapmak bizim için çok farklı iki deneyim. Tek başımıza, kendi gerçekliğimize dalmış bir şekilde yaratmaya alışkınız, bu da turnenin tam tersi. Geriye dönüp baktığımda, bu albümün stüdyoya dönmenin keyfini -özlediğimiz bir şeyi- canlı performanslarımızın enerjisi ve neşesiyle nasıl harmanladığını görüyorum. Lirik olarak ve ses deneyleri açısından daha fazla risk aldık. Daha önce iç gözlemsel olarak araştırdığımız temalar, günlük yaşamda kişisel olanın politik olanla kesiştiği noktalara odaklandıkça daha politik bir hâl aldı. “Göç / Me” ve “Metropolis” gibi parçalar bunun harika örnekleri.
Albümde yer alan şarkıların çoğunu yoldayken yazdığınızı okudum. Yollar albümün sound’unu ve temasını nasıl etkiledi?
M. E.: Zamanımız olduğunda, uzun yolculuklar sırasında kulaklıklarımızı takmanın yanı sıra plak dükkanlarını ve müzik mağazalarını ziyaret ettik. Bu sayede birçok yeni müzik keşfettik ve Birleşik Krallık’ta bulunması zor olan enstrümanlar satın aldık. Ziyaret ettiğimiz her şehrin kendine özgü bir müziği vardı, bu da bize ilham verdi ve bizi sürekli denemeler yapmaya itti. Canlı performans sergilemek stüdyoda olmaktan çok daha vahşi bir deneyim ve bu ham enerji bu albümde hem vokallere hem de enstrümanlara nasıl yaklaştığımızı kesinlikle etkiledi.
Bu albümde klarnetten klavsene, santurdan uda kadar geniş bir enstrüman yelpazesi yer alıyor. Bu çeşitliliğin albüme yansıması nasıl oldu?
Kit Martin: Her zaman enstrüman çeşitliliğinin kültürden ziyade geniş bir palet için var olduğunu söylüyoruz. “Göç / Me” şarkısında klavsen (keskin bir sese sahip) ve udun (yuvarlak bir sese sahip) olduğu bir bölüm duyabilirsiniz. Aslında güzel bir orkestrasyon yaratan bu dokusal farklılıklar.
Peki sizin o olmadan asla yapamam dediğiniz, favori enstrümanınız var mı?
M. E.: Şarkıya göre değişiyor ama Kit’in Korg MS20’sine karşı zaafım var. Sound’umuza zengin bir doku ve atmosfer katıyor. Bunun yanı sıra ud ve glockenspiel’e de bayılıyorum; her biri müziğimize özel bir şeyler katıyor.
K. M.: Org, büyük hassasiyete sahip bir enstrüman. Sentezleyiciler binlerce düğme ve anahtara sahip ancak çoklukları içinde çalana daha az müzikal ifade sunuyor. İnsan bir orga oturduğunda Bach’tan Messiaen’e, Jimmy Smith’e ve Rhoda Scott’a kadar binlerce dünya yaratabileceğini hissediyor.
Yeni albümde hangi sanatçıların izleri var? Etkilendiğiniz ilham aldığınız isimleri öğrenebilir miyiz?
M. E.: Çok fazla Brezilya müziği dinliyordum ve Nara Leao ve Jose Mauro gibi isimler seslerinin ve vokallerinin melankolik ve samimi kalitesiyle beni çok etkiledi. Ayrıca vokallerle biraz daha deneysel çalışmak ve “Faust” gibi daha önce yapmadığım şeyleri denemek istediğimi biliyordum. Fifty Foot Hose’un bazı şarkılarının yanı sıra Kanadalı şarkıcı Louise Forestier’i oldukça takıntılı bir şekilde dinledim. Ancak etkilendiğimiz şeylerin çoğu kesinlikle müzikal değil. Seyahat, edebiyat ve sinemanın da bu albüm üzerinde aynı derecede etkisi oldu.
K. M.: Genellikle birkaç ay boyunca tek bir türe “derinlemesine dalarım” ve sadece onu tüketirim, ancak bu dönemde (muhtemelen sürekli yer değiştirdiğim için) daha eklektik bir dinleme alışkanlığım oldu. Çok fazla Basil Kirchin, Univeria Zekt, şarkıcı Hardal ve Frank Sinatra dinledim. Müzikte bir iz bırakıp bırakmadıklarını bilmiyorum ama DNA’mda dinlemesem bile müzikte bulunacağından emin olduğum sanatçılar var, Ziad Rahbani, Vagif Mustafazadeh, Jean-Claude Vannier vs...
Albümden yayımlanan tekliler “The Kiss” ve “Faust”un her ikisi de derin anlatılara sahip. Bu şarkılarda hikâye anlatımı ve lirik içerik müziğinizde nasıl bir rol oynuyor?
M. E.: Sözler her zaman müziğimizin besteler kadar ayrılmaz bir parçası oldu. Bu albümde, temaları daha doğrudan ve cesurca ele alarak kendimizi daha cesur hissettik. Bu bir kendini ifade etme biçimi olsa da konuştuğumuz gerçekliğin kişisel deneyimlerimizin ötesine geçmesi, evrensel, samimi ve derinden insani bir şey taşıması önemli. Müzik ve yazı, dünyayla bağlantı kurmanın ve onu anlamlandırmanın yolları. Aşk, gelecek korkusu, hayal kırıklığı, aidiyet ya da aidiyetsizlik, kaçma ihtiyacı, kafa karışıklığı ve umut gibi duygular hepimizin yaşadığı şeyler ve herhangi bir sanat formu bu duyguları ifade etmek ve kolektif hâle getirmek için var. Ne yazık ki bizim sahnemizde, “dünya müziği” olarak etiketlenen birçok grup, bu derin anlatılara değinmek yerine insanları dans ettirmeye veya eğlendirmeye öncelik veriyor. Bu sınırlayıcı ve İngilizce merkezli olmayan müziği sadece eğlence ve yüzeysellik alanına itme riski taşıyor.
“Metropolis” ise ilhamını Azerbaycanlı müzisyenlerden alıyor. Bu şarkının hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?
K. M.: Geleneksel folktan caz füzyona ve popa kadar Azerbaycan müziğini seviyoruz ve parçada onların folk melodilerine şapka çıkarmak istedik. İlk albümümüzden bu yana sık sık Azerbaycan melodileriyle çaldık, ancak bu batı tarzlarıyla en başarılı füzyon gibi hissettirdi.
M. E.: Lirik olarak “Metropolis”, Londra’daki göçmenlik deneyimimi yansıtıyor, yabancı ve zaman zaman kayıtsız bir şehirde anlam ve aidiyet duygusu bulmaya çalışmanın baskılarını ve hayal kırıklığını yakalıyor. Sanatı bir meslek olarak sürdürmek ile istikrar arzusu arasındaki dengeleyici hareketle ilgili. İnsanın umutlarını yeni bir yere yansıtması, naif bir özgürlük duygusu hissetmesi ve ardından gelen kaçınılmaz hayal kırıklığıyla boğuşması söz konusu.
Albümden “The Kiss” ve “Metropolis” şarkıları için klip çektiniz. Bu kliplerin farklı bir estetiği, nostaljik bir havası var. Bu görsel yönleri nasıl belirliyorsunuz?
M. E.: Bir müzik videosundan diğerine değişiyor. Bazı şarkılar müzik videoları için görsel fikirlerle geliyor. Bu iki klip, Fransa’daki albüm kayıt sürecimiz sırasında ucuz VHS kameralarla çekilmiş, kendi yaratıcı sürecimizi ve günlük hayatımızı kaydetmek istediğimiz son derece Lo-fi DIY videolar. Türkçe bir parça olan “Bul Bul Bul” için bir video daha çektik. Umarız insanlar beğenir ve Türkiye’de daha fazla tanınır.
New Internationale ile birlikte sizinki artık uzun bir müzikal yolculuk. İlk çıkışınızdan bu yana müzikal yaklaşımınız nasıl gelişti, değişti?
K. M.: Bence çoğu müzikal yolculuk, müziği neyin iyi yaptığını anlamamak, sonra öğrenmek, sonra da unutmaya çalışmakla karakterize edilebilir. Bu, teorinin kişinin kararına rehberlik ettiği, hissi aşan orta aşama. Bu tehlikeli olabilir -özellikle de pop müzikte- umarım burada üçüncü aşamaya ulaşmışızdır.
Tamamı yayımlanan albüm ve ufukta bir Avrupa turnesi varken, eminim çok heyecanlısınızdır. Dinleyicilerin New Internationale’den neler almasını umuyorsunuz?
M. E.: Dinleyicilerin albümle bağlantı kurmasını ve pop müzikte uyum içinde bir arada var olan farklı müzikal ve estetik geleneklerin zenginliğini takdir etmesini umuyoruz. Çeşitliliğe saygı duyarken, kültürleri ayıran şeylerden ziyade birleştiren şeylere odaklanıyoruz. Nihayetinde bu, çeşitlilik yoluyla birliği kucaklamak ve sanatın yaşam boyunca bize rehberlik etme gücüne inanmakla ilgili.