Danny Strong’un yönetmen koltuğunda oturduğu, başrollerinde Nicholas Hoult, Kevin Spacey, Sarah Paulson ve Zoey Deutch’un yer aldığı Rebel in the Rye (Çavdar Tarlasındaki Asi); 1951 yılında yazdığı The Catcher in the Rye romanıyla milyonlarca okuyucuya ulaşmış efsane yazar Jerome David Salinger’ın iç dünyasına ve dünya edebiyatının en şöhretli, tartışılan ve bilmecelerle dolu yazarlarından biri olarak bu yolda deneyimlediklerine odaklanıyor.
20. yüzyılın ortalarında, New York’ta geçen Çavdar Tarlasındaki Asi (Rebel in the Rye), genç Salinger’ın (Nicholas Hoult) yazar olarak sesini arayışını, ünlü yazar Eugene O'Neill’ın kızı Oona O’Neill (Zoey Deutch) ile yaşadığı gönül ilişkisini ve İkinci Dünya Savaşı cephelerindeki mücadelesini takip ederek yazara daha yakından bakabilmemizi sağlıyor. Yönetmen Danny Strong’un 2010 yılında Kenneth Slawenski’nin Salinger hakkındaki belgesel çalışması olan JD Salinger: A Life’ı kaynak materyal olarak kullanıp, senaryosunu oluşturduğu Rebel in the Rye, Salinger’ın üniversite yıllarıyla açılıyor. Kolombiya’da yaratıcı yazarlık sınıfındaki açık sözlü genç öğrenci Jerry (Salinger) ile üniversitedeki hocası ve Story dergisi editörü Whit Burnett’ın (Kevin Spacey) yollarının kesişmesi ve Burnett’ın Jerry’ye verdiği destek ile filmin hikâyesi başlıyor.
Hikâyenin ilk dakikalarında Salinger’ı hayata karşı yüksek enerjisi olan, yapmak istedikleri konusunda istekli ve ısrarcı bir halde görüyoruz. Öyle ki Salinger’ın babası oğlunun yazar olmakla ilgili fikirlerini duyduğunda ona anlatacak değerli bir şeyi olmadığını söyleyerek destek bile olmuyor. Bu durumda Salinger yalnızca annesinden aldığı destekle azimli gelişimini sürdürebiliyor. Bu noktanın yazar için ilk kırılma olduğu söylenebilir. Çünkü film Salinger’ın hayatıyla ilgili oldukça fazla bilinen, popüler ayrıntıları ele aldığından geçmişi ve çocukluk zamanlarıyla ilgili kırılmalar hakkında fazla bilgi sahibi olmamıza olanak vermiyor. Ancak bu noktaya kadar yaşıtları dahilinde düşündüğümüzde, sınıftaki tavırlarından ve sosyal yaşamında mizah yapmayı, eğlenmeyi seven genç bir adamla karşılaştığımız kuşkusuz. Whit Burnett, Salinger’ın yazdıklarını beğense de yazarın daha iyisini yazması ve kendini gözlemleyebilmesi için onu kendisiyle bir yarışa sokuyor. Salinger burada ilk defa kendi egosuyla çarpışıyor. Yazarın egosu, yarı farkındalıkla karakterin sürdürdüğü bir tür aşırılık olmaktan ziyade, kendini ehlileştirmek için olup bitene uysal bir kulak verişi temsil ediyor. Birçok genç sanatçının ilk zamanlarında kendi egosunu törpülemek ve bunu rafine etmekle ilgili çarpışmalar yaşayabileceği göz önüne alındığında Salinger’ınkine de böyle bir yerden bakılabiliyor. Böylece yazdıklarının oldukça güçlü şeyler olduğu konusunda ısrarcı olması ve otoriteler tarafından bunun sarsılması onun gel-gitlerinin başlamasına neden oluyor.
Salinger’ın hayatının ve kariyerinin daha başlarındaki bu ilk çarpışmalar yalnızca bu kadar olsaydı onun varmak istediği nokta için gerekli motivasyonunu bozmayabilirdi. Üretimleri konusunda daha hırçın olması ve buhranlara kapılması başka bir duygusal çarpışmadan da kaynaklanıyor. Salinger’ın aşık olması, böylesi hassas ve duygusal yoğunluğu yüksek bir yazar için oldukça tehlikeli bir sürecin kapılarını açıyor. Eugene O'Neill’ın kızı Oona O’Neill’a olan aşkı oldukça genç ve bu konularda henüz yara almamış Salinger için bir faciaya yol açıyor aslında. Dönemin sosyo-ekonomik ve politik yapısı dâhilinde toplumun, statükoyu, başarılı ve moda olanı tercih etmesinin görünür adımlarının atıldığı dönemler olarak düşündüğümüzde Oona O’Neill’ın pervasızlığı ve buna taban tabana zıt Salinger’ın bu durum karşısında yaşadığı durum uçuruma sürüklenecek bir aksiyon olarak kayda geçebiliyor.
Salinger gerçekten aşık oluyor ancak Oona O’Neill için yalnızca “şöhretli olanın değerli olması” Salinger‘ın yaşadığı değersizliğe ve sevgisinin önemsenmemesi durumuyla baş başa kalmasına yol açıyor. Salinger’ın tutkulu bir aşık olduğu, sevmekle ilgili kendi içinde sorgulaması gereken şeylerin belirli kısımlarını büyük bir saflıkla koruduğu ancak sevgisini vermekle ilgili de oldukça cesur bir karakter olduğu görülebiliyor. Bu ve devam eden sahneler aslında Salinger’ın talihsizlikler içerisinde motivasyonunu kaybetmesi ve topluma olan inancını yitirmesi açısından yüksek referanslar içeriyor. The New Yorker’da hikâyeleri tam yayımlanacakken savaşa gitmek zorunda kalması henüz çok taze olan hevesini ve başarı inancını oldukça baltalıyor. Savaşın yarattığı psikolojik ve fiziksel tahribat ile birlikte kışlada dinlenirken, koğuş arkadaşlarından birinin elindeki gazetede, onu savaştan dönene kadar bekleyeceğini söyleyen aşkı Oona O’Neill’ın Charlie Chaplin ile evlendiği haberini görmesinin ardından kendini kaybediyor. Bu sahne yüksek bir kapana kısılmışlığın hissedildiği, içsel olanın karmaşayla kreşendoya çıktığı seyirci-karakter ilişkisindeki yoğun empatiyi yaratabiliyor. Terk edemeyeceği bir kampta, hayatının en taze zamanlarında elde ettiği kariyeri ve aşkının ellerinin arasından kayboluşunu izlerken aynı zamanda sırt sırta savaştığı arkadaşlarının cephede, gözünün önünde paramparça oluşunu deneyimlemesi yine yüksek empatilerle ruhsal durumuna hak vermemize bir kanıt oluşturuyor. Film bu noktada savaşın verdiği zararın yalnızca ölü sayısı olarak değil, hayatta kalanlar için psikolojik ve sosyolojik açıdan da tahribatının olduğunu ifade etmek için doğru bir yol izliyor. Nitekim göl kıyısında birkaç sokak serserisinden sebepsiz yediği dayakta, Salinger’in gazi olduğunu söylemesinin yeni acımasız kapital dünyada “kahraman” olgusunun hiçbir ifadesinin olmadığını anlamasına sebep oluyor ve devam eden sahnelerde bu işlenmeye devam ediyor. Filmin böylesi bir neden sonuç ilişkisi içerisinde ilerlemesi, karakteri yakından tanımamızı sağlıyor ve onun gözünden olan biteni anlamlandırmamızı sağlıyor.
J. D. Salinger’ın savaş sırasında yazmaya başladığı The Catcher in the Rye romanının ikonik ana kahramanı Holden Caulfield’ın okuyucular tarafından yüksek özdeşlik kurulan bir karakter olduğu da filme yansıyor. Salinger’ın parçalanan psikolojisi, dağılan duygusal durumu ve bir aradalığın aldatıcılığına olan sorgularıyla birlikte Holden Caulfield karakteriyle özdeşlik kuran insanların davranış bozukluğuna sahip hayranlardan oluşması ve Salinger’ın evinin önünde yaşadığı yüzleşme, kendisi için oldukça çarpıcı oluyor. Çünkü Salinger, Holden Caulfield karakterini kendinden yola çıkarak oluşturmuş bir yazar olduğundan geçen zamanın, yaşadıklarının kendisini neye dönüştürebileceği ve dışarıdan nasıl göründüğü konusunda endişelenmesine, tekinsiz bir hisse kapılmasına neden oluyor.
Salinger hayatının ve yazdıklarının filme alınmaması için yıllarca geri durmuş ve bu konuda katı bir tutum sergilemiş bir yazar. Hollywood'un sunduğu yüzeysel fantezileri göz ardı ederken toplumdan kendini soyutlaması, kendini kaybolma estetiğinin içine hapsetmesi ile birlikte ritüellerini belirlemiş, Budizm’in onda yarattığı arınma ve hiçbir şeye gereksinimi olmayan kinik bir inanışla, bir ağaç kovuğunda yaşayabilecek bir seviyeye ulaşabilmiş bir karakter. Bu noktada yönetmen Danny Strong’un böylesi bir biyografiyi filminde aktarmasını tartışmalı bulmak da kaçınılmaz oluyor. Yönetmenin belgeselden yola çıkarak oluşturduğu filmin yüzeyde görünen bilgilerle hareket ettiği de filmde göze çarpan bir unsur olarak görülebiliyor. Her ne kadar enformasyonun küresel bir pazarda sergilenip, servis edilmesinin kaçınılmaz olduğu dönemlerde yaşasak da yine de filmin öğrenmek ve bilgi sahibi olmak adına yararlı, Salinger’in ideolojisine saygı duymak adına da kaygılandırıcı bir çalışma olduğunu belirtmekte yarar var.
Rebel in the Rye’ın kritik, ön plana çıkan, zorlayıcı veya deneysel bir sinematografisi yok. Özellikle görsel açıdan savaş sahnesinin oldukça özensiz olduğu gözden kaçmazken, Nazi kamplarını imlemek için çok kısa imaj görüntülerle geçilmesinin yerinde olduğu söylenebilir. Yakın plan çekimlerin karakterin ruh durumuyla özdeşlik kurmamız için yerinde kullanıldığı da eklenebilir. Filmin müziklerini yapan Bear McCreary’ın gerçekten konu ve aksiyona uygun bir soundtrack çalışması yaptığını belirtmek gerekiyor. Kevin Spacey ve Sarah Paulson’ı oyunculuk motivasyonları ve sıra dışı yönelişleri için tebrik etmemek elde değil. Kevin Spacey kusursuz, çok bilen klişe bir profesör yaratmaktan kaçınıp, bu meziyetlerinin yanında insan olduğunu hatırlatıp, hatalarıyla birlikte kabul görülmesi gereken bir karakterin yolunu izleyerek tutarlı ve doğal bir çalışma yapmış.
Amerikan edebiyatının kurallarını yıkıp, yeniden tanımlayan, çok az kişinin anladığı bir dahi olan J. D. Salinger’ın hayatına çarpıcı bir şekilde uzanan Rebel in the Rye (Çavdar Tarlasındaki Asi) hem Filmekimi programında izlenebilecek, hem de 6 Ekim’de Başka Sinema iş birliği ile vizyona girecek. Filmin fragmanına aşağıdan göz atabilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=lx03IZvm3_0