Bu sene 39’uncusu yine nisan ayına planlanan İstanbul Film Festivali, malumunuzdur ki salgın nedeniyle ertelendi. Fakat senenin ilgi çekici festival filmlerinden belirsiz bir süre uzak kalacağımıza üzülürken, İstanbul Film Festivali ekibi yaptıkları 15 filmlik seçkinin 15 Mayıs’tan itibaren çevrim içi olarak izleyicilere sunulacağını duyurdu. Nisan ayında İstanbul’un güzide sinemalarında tecrübe edilen festival deneyimi bir başka elbette ama şu anki şartlar göz önüne alındığında bu festival seçkisini takip etmenin de keyifli olacağı yüksek ihtimal.
Seçki, görücüye 2020 Berlinale’de Altın Ayı için yarışan Berlin Alexanderplatz’la çıktı. Berlin, hem filmin yönetmeni Burhan Qurbani’nin yetiştiği yer olmasıyla hem de filmin geçtiği kent olmasıyla prömiyer için hoş bir adresti. 1929 tarihli aynı isimdeki Alfred Döblin romanının modern bir yorumu olan Berlin Alexanderplatz’ın, bugüne uyarladığı çeşitli önemli noktalar var. Bu modern yorum, romanın başkarakteri hükümlü Alman’ı, Gine-Bissaulu bir göçmen hâline getiriyor örneğin ya da çağdaş sinema estetiğinin tercih edilen dizaynlarından neon ışıklarla bezeli bir atmosferle tecelli ediyor. Modern gangsterin nasıl olacağına dair bir yoruma da sahip filmde, kötü adam tiplerinin de bir değişim içinde olduğunu ilk ağızdan duymak ve bu değişimi film boyunca gözlemlemek mümkün. Qurbani, böylece yaptığı işi hem romandan hem de Rainer Werner Fassbinder’in 1980 tarihli mini-dizisinden, umut vadeden yönetmen dokunuşlarıyla ayırmayı başarıyor.
Gine-Bissaulu Francis’in (Welket Bungué) Berlin’de yaşadıklarını anlatan film, başta korkutucu görünebilecek 3 saatlik süresinin hemen her dakikasını etkili kullanmış. Başkarakterinin yaşadıklarına ve hâletiruhiyesine odaklanan, fakat buna rağmen salt tek karakter odaklı bir anlatıya bürünmeyen Berlin Alexanderplatz; Francis’in hem çevresini değiştirdiği hem de çevresi tarafından değiştirildiği geçişli bir hikâyeye sahip. Francis’in adını dahi değiştirecek yolculuğunda şehrin ona sunduğu ihtimalleri, çevresindeki tutarlı karakterlerin kendi motivasyonlarını, organize suçun kılcal damarlarını ve mültecilere değer görülen nefes alma imkânlarını bünyesine toplamış film, hikâyesini de 5 farklı bölüme ve bir de son söze ayırarak takibi büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Bölümlere ayrılmış bu 3 saatlik süreç boyunca her bölümün sonunda duygusal olarak net bir zirveye çıkış ve hemen ardından düşüş noktaları mevcut. Bu zirveler, dış sesle hissettirilerek çok göz önünde bölümlere ayrılmış olsa da suni hissettirmiyorlar. Bunun nedeni, olay örgüsünde bir yere sahip yan karakterlerin temsillerine de en az Francis kadar iyi çalışılmış ve bu karakterlerin itici güçler hâline getirilmiş olmaları. Gerek psikopatinin sınırlarında gezen Reinhold (Albrecht Schuch), gerek belirli ortak geçmişlerinden ötürü Francis’e sempati besleyen Eva (Annabelle Mandeng), gerekse travmatik geçmişine rağmen kendine has bir saflığa sahip Mieze (Jella Haase); hikâyede Francis kadar söz sahibi ve bu zirvelerle düşüşlerin inşasında büyük rol oynuyorlar. İzleyici olarak biz, hikâyenin ilerleyişine pekâlâ yedirilmiş olan bu detaylı karakterleri tanırken sürekli bir çaba içinde oluyoruz hâliyle. Bu karakterlerin tümü kendi kodlarına sahip ve birbirleriyle başarılı paralellikler ve zıtlıklarla çalışıyorlar. Böylece yalnızca hikâyenin takibine değil, karakterlerin çözümlenmesine harcanan mesai de filmin seyir zevkini artırıyor.
Çizdiği şehir ve suç hayatı portresiyle yer yer Biutiful’u (2010, Alejandro González Iñárritu) dahi anımsatabilen Qurbani, yaşam piramidinin en alt katına mahkûm edilmişlerin hayat sürmeye mecbur kaldığı dehlizlerden dışarıya pek az uzatıyor kafasını. Bunun, kimileri için filmin bir eksiği olarak görülmesi mümkün. Kendi karakter havuzunun dışındaki hayatla ilgilenmeyen film, karakterlerin sınıfsal mevcudiyetinde dışarıyla aleni bir zıtlık göstermeyi tercih etmemiş. Yönetmenin odağı, Francis’in bir göçmen olarak suç yaşamındaki varoluşu ve vadedilen Alman Rüyası’na doğru yürürkenki sebatı. Bu yolda Francis’in geçirmek zorunda kaldığı karakter gelişiminin de filmin uzun ekran süresi ve dinamizmine rağmen savrulmadığını söylemek mümkün. Hikâyeye birden fazla önemli karakter dâhil olunca, bu karakterlerin filmin sonundaki pozisyonlarını göstermek (ya da en azından sezdirmek) bir nevi zorunluluk hâline geliyor. Qurbani’nin, final için ilmek ilmek işlenen bu 3 saatin sonunu da büyük bir hata olmaksızın getirdiğini düşünüyorum.
Esasında romantize edilebilecek bir hikâyenin yumuşatılmasından kaçınıldığı, yalnızca tek karakterin çalışıldığı bir birey filmi olabilecekken yan karakterlere de böylesine bir yaşam alanı sunulduğu ve görece uzun süresiyle izleyiciyi yorması ihtimal dâhilindeyken bu bataktan uzak durmayı başarabildiği için Berlin Alexanderplatz, seçkiye gayet merak uyandırıcı bir başlangıç. Qurbani de tartıştığı konular ve stil sahibi kamerasıyla dikkate değer bir yönetmen olabilir, takip etmekte fayda var.