23 MAYIS, SALI, 2017

“Seyircinin Hayal Gücü Sansürcünün Makasından Daha Keskin”

36. İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yapan ve 21 Nisan’da vizyona giren Zer filminin yönetmeni Kazım Öz ile buluştuk. Kendisiyle sansür ve sinema ilişkisi, Kürt Sineması ve ideoloji üzerine konuştuk.

“Seyircinin Hayal Gücü Sansürcünün Makasından Daha Keskin”

Fotoğraf adlı ilk uzun metrajıyla uluslararası alanda birçok ödül alan Kazım Öz, ardından 2008 yılında gösterime soktuğu Fırtına/Bahoz filmiyle karşımıza çıktı. Son mevsim: Savaklar, He bû tune bû gibi belgeselleri de bulunan yönetmenin son filmi Zer, bir şarkının izinde kültürel geçmiş incelemesi yapıyor. 

Zer filminin bakanlık tarafından sakıncalı bulunan sahnesi İstanbul Film Festivali’ndeki ilk gösterimi sırasında karartılarak gösterildi. Açıklama olarak ise “Sansürün en tehlikelisinin görünmez olanın olduğunu düşünüyorum’’ dediniz. Bu cümle göremediğimiz bir sahne ile ironik bir gerçeklik taşıyor. Buradan hareketle sormak istiyorum, izleyiciye eğer özellikle sahnenin sansüre uğradığı söylenmezse, sansürü hissedebilmesi mümkün mü? “Göremiyorsunuz’’ uyarısı yapılmadan anlayabileceğimiz kadar yetkin bir sosyal duyarlılığımız olabilir mi? Sansür ve toplumsal duyarlılık ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sansür konuşulmadan, varlığı somut bir şekilde ortaya konulmadan ve sansürün anlamı bilince çıkarılmadan bir duyarlılık beklemek saflık olur. Karartma çok somut bir şekilde seyirciyle sansürü karşı karşıya getirmek, hatta ona sorumluluk yüklemek anlamına geliyordu benim için. Seyirci ile sansürü karşı karşıya getirmek, dolayısıyla ona karşı harekete geçmesini sağlamayı hedefledim. Seyirciye; sansürün sadece sanatçıların veya festivallerin sorumluluğu olmadığını, hatta onlar adına yapıldığını dolayısıyla ne düşündükleri sorusunu yönelten bir tavırdı. Nihayetinde ilk gösterimde bu soruların yerini bulduğunu, sansürün görünürlüğünü ortaya koyduğunu ve seyircinin de harekete geçebileceğini gördük. Zaten karartılmış sahnelere de yeniden sansür gelmesi bu sonuçla ilgiliydi.

©Nazlı Erdemirel

Filmin sansür sürecinde neler yaşandı?

Tatsız şeylerdi tabii. Yıllarca bir eser üzerinde çalışıyorsunuz her saniyesi için dünyanın terini döküyorsunuz ama tam vizyona girmek üzereyken birileri seyirci adına karar veriyor ve ”bu kısımları onlara gösterme!” diyor. Sanatta darbecilik işte. Yüze yakın kopya girecekken şimdi on kopya ile kitlelere ulaşmaya çalışıyorum. Ciddi bir ekonomik darbe aynı zamanda. Zaten hangi koşullarda çalıştığımızı tahmin ediyorsunuz. Üstüne bunun yarattığı maddi zararlar, yine manevi olarak ve enerji olarak sizden aldıkları da düşünüldüğünde gerçekten zorlayıcı bir süreç. Ayrıca filmin içeriği, dili, estetiği dururken sansür üzerinden tartışılması da bir gündem saptırması anlamına geliyor. Halbuki bu filme yıllardır harcanan emek tabii ki filmin dışındaki bir konu ile tartışılması hedefini taşımıyor. Maalesef filmin derdini arka plana itmeye çalıştığı için de tatsız bir durum. Ama bu da bizim gerçeğimiz olduğuna göre doğru bir karşı duruş ve tartışma ile aşmaya çalışmalıyız. Dediğim gibi yokmuş gibi davranma lüksümüz yok.

Okuyucuya tahayyül etme şansı verme açısından filmin sansürlenen sahnelerinden biraz bahsedebilir misiniz?

Bu soruya da bir rahatlamaya yol açmaması için açık cevap vermek istemiyorum. Biraz içimizde kalsın. O sahneleri yayınlamadım bilerek, çünkü “haa bunlarmış” deyip bir rahatlamaya yol açmak istemiyorum. Ama elbette vakti gelecek ve göstereceğiz o sahneleri.

Bu sansür konusundan hareketle bir soru sormak istiyorum. Diyelim ki aynı konuyu filmin birçok sahnesini karartarak göstermeyi seçtiniz. Yani filmin dramatik yapısına ait bir kararla yeni bir anlatım üslubu denediniz. Örneğin Andrzej Wajda, Sovyet yönetimi altındaki Polonya’da film yaparken sansür kurulunu türlü yollarla nasıl kandırdığını anlatır. Ek olarak İran Sineması günümüzde de bu konunun en belirgin örneklerini veriyor. Sorum şu, görünmeyen, hatta duyulmayan bir sahneler dizisinin anlattıkları sakıncalı görülebilir miydi? Sansür sadece gösterilene mi karşı koyabilir? 

Zaten bu siyah sahne denemesi ile ortaya çıkan bu oldu. Sahne yok ama seyirci kafasında orayı dolduruyor. Hatta herkes kendine göre farklı bir tahayyül ile gerçekleştiriyor bunu. Bu bana heyecan veren bir şey oldu. O yüzden bu süreçte seyircinin hayal gücünün sansürcünün makasından daha keskin olduğunu gördüm. Siyah yöntemini gelecek projelerde kullanabiliriz belki. Aslında siyaha yapılan sansür hukuki olarak dayanağı olmayan bir müdahale. Ben bir yönetmen olarak istediğim kadar siyah, kırmızı ya da beyaz kullanabilirim. Hiçbir mahkeme bunu suçlu ilan edemez. Elbette zeki yöntemler bulmalı, çeşitli yollar açmalıyız bu konuda. Sansür ve baskı geliştikçe bu yöntemler de gelişecektir bence. Onların makası varsa bizim de zekamız…

Film uzun bir yol hikâyesi aslında. Birçok bakımdan Yılmaz Güney ve Şerif Gören’in Yol filmini hatırladık izleyenler olarak. Filmin ilk sahnelerinde Amerikan kültürü ile izleyiciyi yabancılaştırmayı tercih etmişsiniz, ardından Dersim’e kadar giden yolda bir arayışın mizahi boyutuyla karşılaştık ve aslında kendi kökenlerimize de ne denli yabancı olduğumuzu gördük. Şahsi olarak ben filmin Anadolu’da geçen sahnelerinde bu kadar gülmeyi beklemiyordum. Filmin bu ikili yapısı hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Bu kadar trajik, acılı ve yüzleşilmemiş bir hikayeyi öyle bir dille anlatmalıydım ki, ne bu saydığım olgulara hizmet etsin ne de onlardan kopuk apolitik bir tavra kaysın. Seyirciyi gittikçe içine alan, düşündüren, empati kurarken dışardan da bakabilen, acıtırken onu kendine hapsetmeyen hatta ferahlatan bir yolculuğa çıkarmalıydım. 

Kürt Sineması dendiğinde akla ilk olarak siyasi hikâyeleri işleyen filmler geliyor. Bu coğrafyayla siyaset bir bütün olarak algılanıyor. Sizce Kürt Sineması üretim anlamında daima siyasetle iç içe olmalı mıdır? Bir coğrafyanın kültürel, ekonomik ve politik değerlerinin sinemadaki temsili siyasetten bağımsız olamaz mı?

Elbette ki olabilir. Ama Kürtlerle ilgili her şey aşırı bir siyasal anlam taşıdığı için bundan gerçekten kaçmanız biraz zor. Bu bir tercih değil objektif koşulların yarattığı bir zorunluluk. Kürt aşkı bile çok politize olmuş bir aşk. Ama Kürt sinemasına siyasetin istekleri, kuralları veya dili ile yaklaşmak onu daraltan bir yaklaşım olur. Gerçeklik bu kadar politikken sinemanın özgür bir yaklaşımı olabilmelidir. Sanat siyasetin gölgesi veya basit bir aracı olarak ele alınmamalıdır. Yeri geldiğinde siyaseti eleştiren, yeri geldiğinde onu destekleyen ve besleyen, yeri geldiğinde çatışan bir özelliği vardır sanatın. Ayrı akan iki nehir gibidir sanat ve siyaset. Bazen paralel akar bazen zıt yönlere doğru akar. Elbette ki bir halkın, bir cinsin veya bir sınıfın özgürleşme sürecinde daha çok paralel akar. Ama bu sonsuza kadar paralel aktığı yanılsamasına yol açmamalıdır.

©Nazlı Erdemirel

Bu soruyu bu seneki İstanbul Film Festivali’ne katılan bir belgesel yönetmenine de sormuştum. Ancak sizin sinemacı geçmişinizin bu soruya daha uygun olduğunu düşünüyorum. Kürtlerin Türkiye medyası ve ana akım filmlerdeki temsili daha çok idealize edilmiş bir estetik taşıyor. Konuşma üsluplarından, yaşam şekillerine ve hatta fiziksel görüntülerine kadar –eğer metin özellikle bunu istemiyorsa- toplumun gerçeği yansıtılmıyor. Kürtlerin Türkiye Sineması’ndaki temsili hakkında ne düşünüyorsunuz?

Egemen Türk siyasetininin bakışını aşmayan bir ele alış söz konusudur. Bu anlamda Türk sanatı maalesef bilinenin aksine siyasetin daha fazla uzantısı olmuş durumda. Görünürde bağımsız gibi duruyor ama temeline indiğinizde onun gölgesi haline geldiğini görebilirsiniz. Bunu Kürt sorununu ele alış vaktine veya tarzına bakarak anlayabiliriz. Örneğin bir sorun olarak işlenmesi -bazı örnekler hariç- iktidarın da bunu bir sorun olarak tarif etmeye başladığı döneme rast gelir. Yine alış tarzı resmi ideolojinin çerçevesinin dışını çıkamamaktadır. Örneğin resmi ideolojinin tek ulus yaratma çabasına bağlı olarak sinema filmlerinde bırakalım farklı dilleri, yerel şiveler bile ötekileştirilerek ele alınmıştır. Halbuki bölgesel ağızlar bile sinema için bir renktir mesela. Kadının temsili, farklı cinsel tercihlerin temsili, insan dışındaki canlıların temsili mevcut egemen bakışların dışına çıkamıyor.

Filmde İngilizce, Türkçe ve Kürtçe’nin Kurmanci, Zazaca lehçelerini duyuyoruz. Bu çok dilli filmde Kürtçe bir şarkının, o dili hiç bilmeyen birini etkilemesini ve ardından o şarkının hikâyesini arama sürecini izliyoruz. Buradan hareketle sormak istiyorum, dil sadece konuşulduğu coğrafyaya mı aittir? Bütün diller ortak mıdır?

Dünyanın her yerindeki farklı diller ve kültürler dünya kültür mirasının bir parçasıdır. Egemen olması onu daha değerli ya da öteki olması onu daha değersiz kılmaz. Kullanım değerleri açısından birinin diğerinden maddi olarak daha fazla olanak yaratması koca insanlık tarihi açısından bir önem taşımaz. Metalaşmaya bağlı olarak gelişen sonuçlar bunlar.

Biraz da filmin yapım sürecinden bahsedelim. Filmin çekimleri New York, Afyon ve Dersim’de gerçekleşti. Gerçekten de sinematografi açısından muhteşem çekimler gerçekleştirmişsiniz. Genel olarak çekim sürecinden biraz bahsedebilir misiniz ?

Çekim süreci maddi olanaksızlıklarımızdan dolayı uzun sürdü tabii. Üçe bölmek zorunda kaldık. Ve ancak yedi sekiz ay içinde bitirebildik. Malum post prodüksiyon da aynı sorunlardan dolayı uzadı. Yine üçüncü dünya ülkesinin bütçesi ile –hatta bütçesiz- gidip Amerika’da film çekmek kendi başına bir film konusu. :) Ama onların parası varsa bizim de irademiz ve inancımız var. Bir şekilde bir yol her zaman bulunabilir.

Son olarak gelecekteki projeleriniz hakkında konuşabilir miyiz ?

Şimdilik ne yapacağıma karar vermiş değilim. Akışına göre belli olacak. Bir de Zer tam bitsin hele bakalım ne gitti ne kaldı. :)

0
6781
0
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage