Ekip Kafile’nin yeni oyunu Sevgi ve Her Şey, geçtiğimiz günlerde prömiyer yaptı. Caryl Churchill tarafından yazılan, Ümit Aydoğdu tarafından yönetilen oyunda Cenk Dost Verdi, Erden Tunatekin, Goncasen Çoban, Kerem İnci, Müzeyyen Durgun, Seray Akülker ve Yasemin Ertorun rol alıyor. Temelinde “sevgi” ve “sevgisizlik” meselesinin yattığı oyun, izleyicilere günümüz dünyasından yedi farklı karakterin hayatından belirli kesitler sunuyor. Erden Tunatekin ile Sevgi ve Her Şey üzerine konuştuk.
Sevgi ve Her Şey, “sevgisizlik” üzerine kurulmuş, sevgisizliği anlatırken daha birçok meseleye de değinen/temas eden bir metin/oyun. Öncelikle Ekip Kafile olarak sizi Caryl Churchill’in Love And Information’ını sahnelemeye yönelten başlıca sebepler neler oldu?
Oyun metni bize yönetmenimiz Ümit Aydoğdu tarafından önerildi. Yönetmenimizle öncesinde yaptığımız görüşmede; araştırma odaklı, yeni deneme alanları arayan, alışılmış bir yapıda değil de daha yenilikçi bir arayış içinde olduğumuzu aktarmıştık. Bizim sunduğumuz oyunlar da oldu. Ama yönetmenimizden gelen bu oyunun hiçbir dramatik yapısı olmaması ama müthiş bir bütüne hizmet etmesi, hiçbir şeye tam olarak dokunmaması ama her şeye de temas etmesi gibi yok ama var özellikleri çok güncel, hayata dair geldi ve bizi şüphelerle dolu bir araştırmaya itti.
Sevgi ve Her Şey’in çok katmanlı ve oldukça hareketli bir yapısı var. Bu anlamda oyunun bir parçası olan hemen herkese büyük bir görev düştüğünü söylemek gerek. Peki oyunu sahneye uyarlarken nasıl bir yol takip ettiniz? Oyunun sahnelenme biçimine, diline, buradaki yapısına nasıl karar verdiniz?
Metin öncesinde de amaçladığımız şey; daha kalabalık, kolektif, sahnedeki uyumu ve birlikteliği gözeten, farklı disiplinleri ekibe yayarak bir bütün oluşturduğumuz o araştırma alanını sağlamak olmuştu. Bizim şu ana kadar yaptığımız bütün oyunlarımız bu amacı güdüyor. Ekibin bir şekilde senelerdir aynı dille üretim içinde olması, hareket etme kabiliyeti açısından kesinlikle bir kolaylık sağladı. Metin öncesinde bir süre rutinler ve alandaki birlikteliğimiz üzerine çalıştık. Ardından metinle ilk yapıyı kurma aşamasında sancılı bir sürecimiz oldu. Yönetmenimizin neyi arzuladığını anlamamız ve uygulayabilmemiz açısından zorlu ve yorucu bir süreçti. Çalışmanın bu iki kısmı oturunca diğer bölümler çorap söküğü gibi geldi, bir anda kendimizi final çizgisinde selamdayken bulduk. :)
Yedi oyuncu tarafından icra edilen, yeri geldiğinde her bir oyuncunun başrolü üstlendiği bir oyun ile karşı karşıyayız. Bu anlamda aslında Sevgi ve Her Şey’in merkeziyetsiz bir oyun olduğu söylenebilir. Oyunun bu “çok başrol oyunculu” veya “hiç başrol oyunculu” yapısı, genel akış çerçevesinde sizi nasıl etkiledi? Bu durumun oyuna kattığı akışkanlık ve zorlukları nasıl yorumlamak gerekir?
Aslında bir yapboz etkisi var. Birbirinin içine geçmiş, oturaklı ama ayrık parçalar, hakimiyeti hem kolaylaştırıyor hem de herkese çok fazla sorumluluk yükleyerek zorlaştırıyor. Bu durumun tedirgin edici, tekinsiz bir çekiciliği var. Metnin klasik bir dramatik yapısı yok. Metne baktığınızda aşırı zengin fakat kaotik bölümler bütünüyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Bunun tedirgin edici, tekinsiz tarafı bizim oyun biçimimizde ve seyircinin izlek biçiminde, projenin karşılık bulup bulmayacağı. Ama zaten işin çekiciliği de aynı noktadan doğuyor. Bu metin hayatla, yaşadığımız gerçeklikle çok bağdaşıyor. Hayatın da dramatik bir yapısı yok, dramatik yapı hayatı bir bütün çerçevesinde ele aldığımızda oluşuyor. Birbiriyle bağlantısı olmayan, kaotik hikâyelerden örülü bir sarmalın içindeyiz. Dolayısıyla aslında tam da bu noktadan bize hizmet ediyor. “Çok başrol oyunculu” veya “hiç başrol oyunculu”… çok güzel bir anlatım, evet katılıyorum. Bu dünya üzerinde tekiz ve çok özel olduğumuzu sanıyoruz ve haklıyız da. Ama bu özelden 8,5 milyar tane var. Özel hiç bu kadar genel olmamıştı.
Bir “temel ihtiyaç” olarak sevginin gerekliliği, varlığı, anlamı oyunun en önemli sorunsalı. Her bir karakter bu meseleye farklı bir şekilde işaret ederken sevgisizliğin günümüz dünyasındaki farklı görünümlerine de tanık oluyoruz. Bu noktada oyunun merkezinde yer alan “sevgi” ve “sevgisizlik” meselesi, bu meselenin oyundaki temsili üzerine ne söylersiniz?
Burada biraz daha kişisel görüşler de devreye girebilir. Ben şahsen ilk soru işaretini, sevginin “temel ihtiyaç” olması meselesine bırakıyorum. Bu biraz daha günümüzün sorunu. Temel bir ihtiyaç diye sürekli, her alanda karşımıza çıkmasının sebebi aslında giderek ortaya çıkan “sevgisizlik” kavramı olabilir. Sevginin iki güzel bileşeni var aslında. Sevmek ve sevilmek… Çoğu insanın dile getirdiği “sevgi eksikliği” aslında biraz daha “sevilme eksikliği” gibi geliyor. Çoğu insan nasıl sevdiğiyle, hakiki bir şey hissedip hissetmediğiyle ilgilenmiyor. Sadece sevilmek istiyor. Başlığı tamamlayacak “sevme” kavramını becerip becermediğini göz ardı ediyor. Tabii ki buna romantik bir yerden bakarsak asıl olanı ıskalamış oluruz. Asıl eksiklik kişinin öznesi kendiyken yapmadığı ama başkalarından görmek için yanıp tutuştuğu bütün hisler. Sadece sanırım bunun en başında sevmek, sevilmek geliyor.
Sevgi ve “her şey” çok geniş bir ifade elbette. Sevginin yanı sıra birçok farklı konudan söz edilebilir onunla ilişki içerisinde olan. Nefret, kırılganlık, bellek, geçmiş, öfke, mutluluk gibi. Oyunun içinde de sevgi aslında hep bir yan tema ile, yan başlık ile beraber ele alınıyor. Bu da oyunda yoğun bir duygusal geçişliğinin habercisi. Söz konusu tüm bu duygu geçişlerini sahnelerken metodolojik olarak nasıl hareket ettiniz? Oyunculuk, ışık, dekor gibi unsurlar bu noktada sevginin ötesindeki her şeyi imlerken nasıl bir anlam kazandı?
Yönetmenimizin yönlendirmesiyle daha mekanik bir çalışma biçimi tercih ettik. Önceliğimiz biraz daha koreografi ve stilizasyondu. Oyunculuklarla ilgili çalışma ikinci evrede başladı. Çünkü seyirciye göstermek istediğimiz de aslında rutinin mekanikliğiydi. Çoğumuz kendimizi ne kadar “farklı” yaşıyor hissetsek de aslında kocaman bir rutinin, bir mekaniğin parçasıyız. Kendi rutinimizi işletmenin yanı sıra pek çok rutinin de işleyişine yardımcı oluyoruz. Bunu kırmak mümkün mü? Oyundan bir cümleyle daha tanımlı hâle gelebilir bu soru: “Son sürat giden bir roller coaster’ın en ön koltuğunda oturmuş gibiyiz. Herkes bu seçimi kendisinin yaptığını sanıyor.”
Oyunun takip ettiği kronolojik bir zaman yok. Sürekli kırılan, episode’lardan meydana gelen, belirli ânların görünür kılındığı bir yapı var. Bu durum bir noktada izleyici için oyunu takip etmeyi güçleştirirken öte taraftan sahnelenen her bir episode’un kendi içerisinde ürettiği anlam ana örgüde sevgisizliğin düşünsel boyutunu daha keskin bir şekilde ortaya koyuyor. Peki bu zamansız ve mekânsız yapıya çalışmak birer oyuncu olarak sizi nasıl etkiledi?
Metne dönüp dönüp baktık. Okuduk. Beğendik. Okuduk. Konudan koptuk. Okuduk. Sorguladık. Okuduk. Etkilendik. Oyunun anlamı her an değişmeye müsait. Bahsi geçen konularla, seyircinin tecrübesi yan yana geliyor. Kopmalar bu tecrübelerin eksik kaldığı noktalarda. Oyunu izledikten iki gün sonra “ben şu bölümü şimdi anladım” cümlesine çok tanık olduk. Bu kopmalar, evet aynı zamanda bir risk teşkil ediyor. Ama sonrasında oluşabilecek anlamların boşluğu da olabilir. Oynayan kişiler olarak bu episode’larla ilişkimiz benzer. Oynadığımız bölüme benzer bir anı, hayatımızda tecrübe edip eklemeler yaptığımız da oluyor. Bu zamansız ve mekânsızlığı, yönetmenimizin şu cümlesiyle tanımlayabilirim aslında. Bu bizde oyunla ilgili parçaların oturmasına vesile olmuştu. “Kalabalık işlek bir caddeyi (İstiklal olabilir, Bahariye olabilir) baştan sona yürüdüğünüzü düşünün. Bu oyun; o caddede duyduğumuz, umursadığımız veya umursamadığımız, hayatımızı etkileyen veya etkilemeyen seslerin bütünü.”