01 EYLÜL, PERŞEMBE, 2016

Sinemada Trans Olmak

Sinema tarihine baktığımızda cinsiyet temelli yaklaşımları odağına alan filmlerden ziyade sterotipik kadın ve erkek rollerine sırtını yaslamış yapımların çokluğu elbette ki şaşırtıcı gelmiyor. Fakat bu durumun son 50 yılda içine girdiği dönüşümü de yadsımak mümkün değil. Özellikle yeni akım sinemanın meydan okuması ile bu durum cinsiyet kavramının ezberletilmiş sınırlarını da aşmayı kendine dert edinmiş durumda.

Sinemada Trans Olmak

Alman seksolog Magnus Hirschfeld, dünyada popüler olan kullanımıyla sadece “travesti” kavramını ortaya atmakla kalmadı, aynı zamanda 1919'da ilk eşcinsel ilişkiye odaklanan film Different From The Others’ın senaryo koltuğuna da oturdu. Sinema dünyasının cinsiyet temelli yaklaşımlarınaysa altmışlardan önce rastlamak pek mümkün değil. Yirminci yüzyılın son yarısında ancak gözlemlediğimiz bu kısıtlı döngü içinde yer bulan öykülerinse hemen hepsi trans kadın hikâyelerini beyazperdeye taşıyor. Medyanın erkek rolüne yüklediği ayrıcalıktan ödün vermemek adına süzgeçten geçirilen bu öyküler, kadın olma haline daha fazla izin vermekte. Sinemanın son elli yıl içinde alanına dâhil ettiği trans dünyasının unutamadığımız performanslarını sıraladık. Geride bıraktığımız ve hafızalarımızdan hiç çıkmayacak Hande, Figen, Alev, Nilay ve daha niceleri için bu liste. Dünya Barış Günü'nü daha barışçıl bir bulutun altında kutlamak umuduyla!

Transamerica (2005)

Pek çok türdeş filmin aksine yönetmen Duncan Tucker, filminde yer alacak karakteri trans bir oyuncu üzerinden inşa etmez. Bu yüzden yönetmenin oldukça sınırlı filmografisinde filmi için başvuracağı isim Desperate Housewives’ın yıldızlarından Felicity Huffman’dan başkası değildir. Trans aktivist Andrea James’in trans kadınlar için hazırladığı bir programdan kesitle açılan film, ana karakter Bree (Felicity Huffman)’nin yolculuğunu anlatıyor. Ancak bu öykü bir dizi ameliyat ya da sürece ilişkin dinamikler üzerinden öyküsünü kurmuyor. Dahası bu bilindik kulvara sırtını hiç ama hiç yaslamıyor. Filmin en güçlü yanlarından ilkini gördüğümüz bu yolculuk hali, ana karakterin bir çocuğu olduğunu öğrenmesiyle başlıyor. A noktasından B noktasına işaretli yolculukla trans geçiş sürecini aynı zeminde eriten öykü, bu anlamda kendini türdeşleri arasında yeni ve farklı bir rafa koyuyor. Filmde genel çatışma eğrisi ise geçmişle, şimdi arasında evrilen zaman üzerinden kuruluyor. Karakterin fizyolojik geçiş ameliyatına, hele ki bir hafta kala, bir çocuğunun olduğunu öğrenmesi ve basit anlamda onunla geçirdiği zaman dilimi, bahsi geçen çatışmanın temel noktalarından biri. Ancak kör göze parmak sokarcasına o pek bilindik, “bu bir erkek mi, yoksa kadın mı anne?” üslubu filmin itinayla uzak durduğu taraflardan. Filmi değerli kılan ikinci nokta ise Amerika’da geçen bu öykünün, sadece Amerika yol haritası üzerinde kalmaması. 

Wild Side (2004)

Prömiyerini 2004’te Berlin Uluslararası Film Festivali'nde yapan Fransalı yönetmen Sébastien Lifshitz imzalı Wild Side, Lifshitz sinemasının kurmaca öykülerinin temel taşlarını bünyesinde taşıyan bir film. Öykülerinin en belirgin özelliği, neden-sonuç ilişkisine başvurmamak olan yönetmen, aynı zamanda karakterlerin öncesi ya da sonrasında gelişen sürece dair herhangi sorgulayıcı bir tavra da girişmez. Yönetmenin üçüncü uzun metraj filmi Wild Side da bu öncülleri cebinde fazlaca taşıyor. Ancak karanlık ve bilinmez gecenin eşliğinde. Trans seks işçisi Stéphanie ve birlikte yaşadığı arkadaşları Djamel (Yasmine Belmadi) ile
Mikhail (Edouard Nikitine)’in hayatları, Stéphanie’nin annesinin rahatsızlığı üç arkadaşı  ufak çaplı bir yer değiştirme durumunda bırakır. Ancak söz konusu yer değiştirme üçlünün geldikleri yerde bir drama haline dönüşmez. Yine birlikte uyurlar, birlikte uyanırlar ve birlikte sevişirler. Hayatlarındaki tek boşluk, daha doğrusu gerilim noktası ise dışarının, dışarıda olmanın yarattığı o bilinmez tehlike halidir. İsmini Lou Reed’in ünlü parçası Walk on the Wild Side’dan alan film için empresyonist bir öykü kuşağının ürünü diyebilir miyiz; desek yanlış olmaz. Kronolojik bir sıralaması olmayan sadece kendini anlatan bir öykü. Tehlikenin göbeğinde kalmış, başka çıkış noktası olmayan kaçak bir Rus asker, Cezayirli bir erkek seks işçisi ve çemberde onlardan daha içerde bir trans kadın: Sahi nereden geldik buraya?

All About My Mother (1999)

Sineması karakteristik özellikleriyle öne çıkan, görür görmez “işte bu onun filmi” dedirtecek yönetmenlerden biri Pedro Almodóvar. İspanyalı yönetmenin sinemasında kırmızı çerçevelerin arasında gezerken, “o” diye nitelendirilen toplumun kamburu olmamasına rağmen kambur denilenler kenarda, kıyıda savrulur. Bu durumu parmakla göstermekten kaçınan yönetmen, süreci olağan perspektifi içinde sunar. Öne çıkarmanın ya da geri planda tutup yeni merkeziyetçi yapılara bir şeyleri taşımanın avamlığından sıyrılmanın derdindedir zira. Kimi zaman bu karakterler öykünün temelinde yer alır; bizse onlara dair merceğin hızla yaklaşan alanına hiç bir zaman vakıf olmayız, daha doğrusu bunu hissetmeyiz bile. Bazen cisgender kadın karakterler trans kadın karakterlerin yerine geçer, bazense trans kadın karakterler cisgender kadın karakterlerin içinde dans eder.

Trans olma haline çokça vurgu yapan yönetmenin 1999 yapımı filmi All About My Mother, oğlu ölen bir annenin, oğlunun girişimiyle babasını arama süreci öyküde ana olay olarak öne çıkıyor. Baba karakterinin artık Lola isimli bir seks işçisi olduğunu izlediğimiz film, bizi cinsiyet bazlı akışkan eğrinin motomot olmayan tarafına çekiyor. Film özellikle kadın olma halinin ve saygı dediğimiz şeyin nerede başlayıp, nerede bittiğini görmek açısından, evrenler arasında yeni evrenler doğuruyor. Başka bir seks işçisi olan Antonia San Juan’ın canlandırdığı Agrado karakterinin monoloğu ise unutulmayacak bir noktada...

Ma Vie En Rose (1997)

Alain Berliner’e 1997 Altın Küre Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film” dalında ödül getiren Ma Vie En Rose küçük Ludo’nun hikâyesidir. Berliner’in filmi doksanların trans filmleri arasında hassas bir noktaya temas etmekte. Berliner empati kurabilmek adına izleyiciyi ana karakterlerle birlikte yol almaya davet eder. Küçük Ludo ona sunulan oyuncak arabalar yerine bebeklerle oynamayı, dışarda top koşturmak yerine annesinin masasında süslenmeyi tercih etmektedir. Biyolojik olarak erkek olan Ludo, ilk etapta bir kimlik keşfetme sürecinde olduğu varsayımıyla gayet tolere bir hayatın içinde koşturur. Ancak, Ludo’nun geçirmekte olduğu bu süreç zaman içinde komşularla başlayıp, okula yayılan bir toplumsal uzaklaştırmayı beraberinde getirir. Bir başka ifadeyle toplumsal cezalandırmayı. Senaristliğini yönetmen Berliner ile birlikte Chris Vander Stappen’ın yaptığı Ludo’nun duygusal yolculuğu  derinlerden gelen bir güçle besleniyor. Bu anlamda filme giydirilen parıltının belirli ölçüde karanlık, belirli ölçüde ışığa doyduğu anlar, filmin dramatik kurgusunu lineer bir köprüde gezdiriyor. Ancak filmin içine düşmeye dünden hazır olduğu ağlama duvarı hali, filmin ilk olduğu noktaları öteleyen ve filmi bir peri tozuyla değil yağmurlarla yıkayan bir düstura hızla sokuyor.

Laurence Anyways  (2012)

Xavier Dolan sinemasının şüphesiz en iyi sinematografiye sahip filmi Laurence Anyways, yönetmenin Hayali Aşklar ile başlayan çoğulcu yaklaşım anlatısının tam anlamıyla oturduğu filmi. Türünün kavram karmaşasından en çok sıyrıldığı ve yetkin örneğini izlediğimiz film, Laurence Alia (Melvil Poupaud) adlı bir adamın trans birey olma sürecini ele alıyor. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, karakterin aldığı bu karardan sonra izleyicide alışılagelmiş trans bireyin bir erkek karakterle birlikte olacağı kanaatine baş kaldırışı. Çünkü Laurence heteroseksüel imajıyla birlikte geride bıraktığı Fred Belair (Suzanne Clément) ile tekrar birlikte olmak istemektedir. İzleyicinin filmsel algı dışında toplumsal beklentilerde alıştığı ve alıştırıldığı oluşumun beklenmeyen şekilde vuku bulması bir tokat niteliğindedir. Kısacası genel beklenti dışındaki cinsel arzu ve istekleri çoğulcu perspektif ile çizen Laurence Anyways, “bir erkeğin bir kadın olarak başka bir kadınla birlikte olma arzusu”nu ve bireyin belli kalıplar içindeki cinsel oluşumunu yaşaması zorunluluğunu ortadan kaldırır.

Paris Is Burning (1990)

Jennie Livingston’un belgesel filmi, özellikle Afro-Amerikan ve Latin kökenli insanların New York’un ışıltılı şemsiyesi altında yarışan cinsiyet kimlikleri üzerine bir yoklama gibi. Zekâ ile cinsiyet, arzular ile sınıflar, duyarlılık ve mizah unsuruyla harmanlanıyor. Seksenli yılların son çeyreğine tekabül eden film, kamerasını “drag queen”ler ve “crossdresser”ların akın ettiği balolara yerleştiriyor. Belgesel temelde bu alt kültürü merceğine alsa da, arka planda transseksüel aile çatısı, AIDS salgını ve seks işçiliğinin ağır sarkacına dokunmaktan uzak durmuyor.

Boys Don’t Cry (1999)

Doksanlı yıllara dek süregelen trans kadın öykülerinin, trans erkek figürlerinden daha fazla tercih edildiği gelenek, son yirmi yıldır kırılmaya başladı. About Ray (2015), Tomboy (2011), 52 Tuesdays (2013) gibi birkaç örnek daha sayacak olsak da bu sıralamada en unutulmaz performans şüphesiz Hilary Swank’ın Boys Don’t Cry (1999)’da hayat verdiği Brandon Teena olurdu. Nebraska'da tecavüze uğrayan ve öldürülen Brandon Teena’nın gerçek öyküsüne dayanan film, şiddetin ve arıtılmış kodların yerel tarafına uzanıyor. “Başka bir dünya mümkün” diyerek yola koyulan karakter, umudunu hiç kaybetmeden her şeyin çok basit seyrettiği bir çemberin arayışında. Çokça dramatik ögelere başvuran ve peçeteleri koynunuzda biriktirmeyi zorunlu kılan filmin en büyük rüzgârı ise başrolde yer alan Swank’ın unutulmaz oyunculuğu.

0
8137
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage