Zamanda takılı kalmış otuzlu yaşlarındaki lanetli bir kadın, iblislerin musallat olduğu bir sandalcı, eski bir televizyon tamircisi, terk edilmiş bir botanik bahçesi… Prömiyerini 68. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde yapan Tuzdan Kaide, ülkemizde 6. Boğaziçi Film Festivali kapsamında bir kez daha seyirci karşısına çıktı.
30’lu yaşlarında ölümsüz bir kadının hamileliğini ikiz kardeşine bildirmek için İstanbul’un tekinsiz alanlarında, zamandan ve mekândan bağımsız yolculuğunu konu alan Tuzdan Kaide’nin oyuncuları arasında Zinnure Türe, Dila Yumurtacı, Esme Madra, Elit İşcan ve Nazan Kesal gibi isimler bulunuyor. Tuzdan Kaide’nin yönetmeni Burak Çevik ile filme dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Dünya prömiyerini Berlinale Forum bölümünde yapan Tuzdan Kaide filmin bugüne kadar birçok festivale katıldı. Yurt dışında ve Türkiye’de yarışan filmin için uzun uzadıya festival sorularıyla başlamayacağım. Ancak ilk sorum şöyle olacak; kısa filmlerinden sonra ilk uzun metraj filmin ile bu kadar yankı uyandıracağını düşünmüş müydün?
İlk ve tek kurmaca kısa filmimi yaptığımda 16 yaşındaydım. Sonrasında 2013 ile 2016 yılları arasında tek başıma bazı deneysel videolar yaptım. Profesyonel anlamda ilk defa Tuzdan Kaide ile bir sette bulunduğumu söyleyebilirim. Bunun dezavantajları olduğu gibi avantajları da vardı. Bir filmin nasıl yapıldığını bilmiyordum. Bu da beraberinde el yordamıyla arama zorunluluğunu getirdi. Şu andan baktığımda filmin bir yankı uyandırdığından hâlâ emin değilim. Evet, ilk gösterimimizi iyi bir festivalde yaptık, ardından ulusal festivallerin hemen hemen hepsinde yarıştık. Ancak vizyona girersek en fazla 2000 kişinin izleyeceği bir film yaptık. Açıkçası Tuzdan Kaide’yi yaparken en büyük arzum, kendi istediğim filmi yapabilmekti. İkinci bir film yapıp yapamayacağım meçhuldü ve olasılığını da düşük görüyordum. O vakit belki de tek filmim olacak olan Tuzdan Kaide’yi istediğim gibi, oyunbaz, belki de alışılmadık noktaları olan, yeni bir hikâye anlatma denemesi olarak tasarladım. Bence yankı meselesi de anlık harlanan ateş gibi. Umuyorum ki bir dönem merak edilen sonra da unutulan bir film yerine gelecekte geri dönüp bakılan ve farklı okumalara açık bir film yapmışızdır. Bunu zaman gösterecek.
Bir yazında Tuzdan Kaide’nin senin için oyunbaz bir film pratiği olduğunu ifade etmişsin. Bu bağlamda filme hazırlık ve filmi oluşturma sürecine değinmek istiyorum. Nasıl evrelerden geçti bu oyunbaz film pratiğin?
Normalde film yapım pratiği aslında belli aşamalardan oluşur; filmin senaryosu yazılır, senaryo bazı aşamalardan geçer, ardından ön hazırlık olur ve çekime girilir. Çekimden sonra kurgu aşaması başlar. Aslında çok belirli aşamalardan bahsediyoruz burada. En sonunda da yayımlanma aşamasına geçer. Her bir aşamada geriye dönük bir hamle yapamazsın ama Tuzdan Kaide böyle değildi. Çekime girdik, altı ay durduk sonra bir daha çekime girdik, tekrar altı ay durduk sonra bir daha çekime girdik. Bu aralarda da kurgu yapmaya devam ediyordum ve kurgu yaparken de filmin neye ihtiyacı olduğunu anlayarak, senaryoya da eklemeler yaparak ve hatta bazen mekânlar buldukça da o mekânların da ilhamıyla yeni sahneler yazarak bir sonraki çekime bu sahneleri koyabiliyorduk ve bir sonraki çekimde bu sahneleri çekebiliyorduk. Bu da aslında el yordamıyla filmin neye ihtiyacı olduğunu da anlamamızı sağlıyordu. Bu anlamda filmin yapım pratiğinin filmin sonucuna etkisine inanıyorum. Tuzdan Kaide de böyle bir yapım pratiğinden geçtiği için bu süreçte aslında ana akım sinemanın belki de oynayamadığı çeşitli alanlarda daha rahat oynayabildiğimizi düşünüyorum. Mesela diyalogların kurulumu, oyunculuklar, oyunculuk tavrı, sinematografi, filmdeki çeşitli temsil ögeleri, bunlar filmi ana akım sinemadan ayıran tavırda kuruldu diyebilirim.
Filmi ikonlarla -ya da imgeler mi demeliyim- bölümlere ayırmışsın ve her ikon o bölümde izleyeceğimiz konu ile ilgili birer ipucu niteliği taşıyor gibi. Kişisel olarak bunu, günümüzde internette kendini ifade etmenin en kolay yolu olan emoji kullanmaya benzettim. Bu ikonların ifade şeklinden ve kullanımından bahsedebilir misin?
Aslında filmin en büyük dertlerinden biri günümüzde kullanılan temsil ögeleriyle ilgili. Günümüzde çok fazla farklı temsil ögesiyle donatılmış durumda yaşıyoruz. Bu ögelerde senin de dediğin gibi emoji de, Instagram da, televizyonda gördüklerimiz de, reklam billboard’ları da var ve sürekli her şey bir şeyin temsilini yansıtıyor. Sinema da başlı başına hiçbir zaman gerçeğin pornografisi olamaz, her zaman bir şeyin temsili olarak var olabilir. Buna inanıyorum açıkçası. Bu nedenle günümüzde çevremizde gördüğümüz o temsil ögelerinden de ilham alarak filmi farklı temsil ögeleriyle donatmak istedim. Filmin yapısını da böyle kurdum. Evet film bölümlere ayrılıyor ve her bir bölümde yazı yerine aslında ufak bir çizimle bu bölümler temsil ediliyor. Bu bazen çok basit bir kalp de ya da bir kuş da olabiliyor. Filmde sadece bunlar da yok, mesela 36 tane negatif fotoğraf karesi görüyoruz. Bu fotoğraflarda bir temsil ögesi ya da ekranı tamamen kaplayan bir ultrason görüyoruz o da aslında bir bebeğin temsili. Filmin sonunda ütopik mimari çizimlerle oluşturulmuş, ütopik bir cenaze töreni görüyoruz bu da başlı başına bir temsil. Animasyon vardı ayrıca onu daha sonra kurguda çıkardık. Film bu şekilde farklı temsil ögeleriye donatılmış durumda.
Filmde birbirinden bağımsız diyaloglar mevcut. Karakterler karşılıklı bir konuşmadan çok kendi akıllarından geçenleri dile getiriyorlar. Bu sürekliliği olmayan diyaloglar birçok soru işaretine neden oluyor. Diyalogları bu şekilde kurmanın sebebi ne?
Aslında evet, bahsettiğim gibi ana akım sinemada çok fazla oynanmayan ögelerden biri de diyaloğun kendisi. Çünkü diyalog en nihayetinde enformasyon verme amacı taşır. Biri birine bir şey der ve seyirci oradan bilgi alır, sinemada genelde amaç budur, karakter hakkında bilgi verir. En azından bir bilgi taşıma yükümlülüğündedir ama Tuzdan Kaide'de herkes kendi başına var. Sanki kimsenin diyaloğu yok, herkes monolog şeklinde konuşuyor. Herkes kendi işiyle alakalı olarak konuşuyor, fotoğrafçı oturup fotoğrafları anlatıyor, kuşçu kuşları anlatıyor. Bununla aslında bu dünyanın kendi zamansız ve mekânsızlığına hizmet edebileceğini düşünüyordum. Herkesin birbiriyle konuşmayıp kendine konuşuyor olmasının seyirciyi de bir noktada yabancılaştıracağını düşünüyordum. Oyunculukta denediğimiz, odunsu oyunculuk denememizin sebeplerinden biri de oydu. Diyaloglarla biraz oynayarak kısaca bunu amaçlamıştık.
Birkaç kez Arap alfabesinden “vav” harfi gözümüze çarpıyor. Aynı zamanda başka dini ögelerden, mitlerden de faydalanıyorsun. Kayıkçının anlattığı ifritli hikâye gibi… Bu dini ögeleri kullanmandaki temel sebebi hikâyenin ilerleyişi açısından ele alarak biraz açıklayabilir misin?
İlginç çünkü “vav” harfini çok fazla yakalayan olmadı. Filmin kendi gerçekliğini kurmasını gerektiğini düşünüyordum en baştan beri. Evet bu dünyada cinler, periler, vampirler olsun, bu dünyanın gerçekliği olsun bir de kayıkçı çıkıp ifritlerden özgürce bahsedebilsin... “Bu dünya böyle bir dünya, olsun” hissini en azından verebilsin istiyordum. Ama en nihayetinde bu dünyada bunlardan bahsedilirken varlıkları çok maddi bir yerde bitiriliyor. “Bu dünyada cinler, periler var ama varsa da bu kadar var” deyip filmde, bir çöplükte, çok maddi bir şeyin sonucunda, bir çöpü takip ediyoruz, çöp oradan oraya gidiyor ve sonunda büyük bir vahşi atık çöplüğünde sonlanıyor. Ama biz maddi dünyanın kendisinde kalabiliyoruz en nihayetinde. En azından film bu hissin peşinde diyebilirim. Tabii çok uçucu şeylerden bahsediyorum bunlardan konuşurken. Filmin ana meselelerinden biri ölmek, ölmemek ve bu dünyanın kaosuna yeni birini getirmek kararı oldu. “Vav” harfi ya da senin bahsetmediğin ama benim söyleyebileceğim Şahmeran miti, bu topraklarda olan ve bizim hikâyemizi besleyen ögelerdi. Bu yüzden aslında filmin arka planına bunları sanat olarak yedirmek sanat yönetmenimiz için mantıklı geldi, böyle söyleyebilirim.
Zamansızlık ve mekânda tanımsızlık filmindeki en belirgin özelliklerden. Kullanılan müziklerle de tedirgin edici bir ortam yaratılıyor. Ayrıca anın ritmini de doğa ile kurduğun ilişkiden almışsın -kuş, rüzgâr, ateş böceklerinin ötüşünün birkaç kez karşımıza çıkması gibi- bu da çok dikkat çeken başka bir nokta. Tüm bunları düşünerek doğa ile kurduğun ilişkiyi nasıl açıklarsın?
Zor bir soru. İstanbul'da doğdum, İstanbul'da büyüdüm ve filmde de gördüğümüz İstanbul aslında o kadar şahane bir İstanbul değil. Turistik hiçbir yerini görmüyoruz filmde kullandığımız mekânların, Haliç'i görüyoruz ama o da en yıkık, dökük köşesi. Aslında ölmekte olan, dökülen, eskimiş ve köhne bir İstanbul var. Bu bir anlamda benim İstanbul’um, kendi gördüğüm İstanbul'un bir parçası, bir yandan da filmin kendi hikâyesine hizmet eden bir İstanbul. Çünkü ölmeyen bir karakteri anlatıyorsak çevresindeki her şey de ona nazaran ölmelidir. Elbette İstanbul'da doğup, büyüyen biri olarak kuş, rüzgâr, ateş böceklerinin sesi, bunlar benim aslında çok oryantalist bir yerden baktığım şeyler. Hayatımın gündelik ritminde hiçbir anlamı olmayan, çünkü hiçbir şekilde hayatımın günlük ritmine girmeyen şeyler. Belki de o yüzden sinemamın kendisine girebiliyor.
Başrolde izlediğimiz karakterin filmini yıkatmak için götürdüğü banyo sahnesinde Lut Kavmi’nin hikâyesini dinliyoruz ve filmin adı burada kulaklarımıza çalındıktan sonra “En büyük lanet bir insanı zamanda sabitlemektir” sözünü duyuyoruz. Filmin adı ile de bağdaştırarak bu sözden biraz bahsedebilir misin?
Tuzdan Kaide filminin belki de en temelindeki fikirlerinden biri, filmi yazarken ve kurgularken, çekerken hep bağlı kalmaya çalıştığım şey zamanı sabitleme meselesiydi. Sarkis'in İstanbul Bienali’nde yaptığı bir iş, filmin en büyük ilham kaynağıydı zaten. Sarkis, 68’ Fransız gençlik ayaklanmasını fotoğraflıyor ve bunu sergilerken de negatiften sergiliyor. Tıpkı bizim 36’lık filmin negatifinden fotoğraf karelerini gösterdiğimiz sekans gibi. Böyle suyun içerisinden çıkarıp negatifini sergiliyor ve sonra suya geri koyuyorlardı ve Sarkis açıklama kısmında şöyle yazmıştı -o mu yazdı bilmiyorum en azından açıklama kısmında şöyle yazılmıştı- "Bu 68’ Gençlik Ayaklanması’nın etkileri, süreci tarihsel olarak hâlâ devam etmektedir. O yüzden biz bunu fotoğrafa basarak sabitleyemeyiz."
Tuzdan kaideye dönüşen bir kadın figüründen bahseden Lut Kavmi’nin hikâyesini anlatan, Milan Kundera Ölümsüzlük kitabında bu hikâyeyi anlattıktan sonra şöyle bir yorum yapıyordu: "O zaman Tanrının en büyük laneti insanı zamana sabitlemektir." Bu fotoğraf ve sinemanın da tam olarak yaptığı şey. Bunları okuduğum zaman filmler gösteriyordum, deli gibi film izliyordum, sinema okuyordum ve film yapmaya çalışıyordum. Hayatımın merkezinde sinema varken bu iki zamana sabitleme meselesiyle ilgili iki örneği bu kadar ardı ardına gördüğümde, bir noktada kendi kendime karamsarlığa kapıldığım zamanlar oldu. Çünkü burada Bergson’un da sinemanın ilk dönemlerinde yazdığı "Sinema 18 karedir ama duran kareler bunlar, o zaman biz illüzyon olarak bunları akışkan görüyoruz. O zaman en temelinde ontolojik olarak sinema insanı aldatmaktadır, seyirciyi aldatmaktadır ve temelinde aldatmaya yönelik bir medyum nasıl iyilik doğurabilir ki?" çıkıyor karşımıza ve oradan sinema kötücül durumuna bağlanıyor. Bu çok güçlü bir önermeydi ve “tamam ben film yapmıyorum” diyebileceğim noktaya kadar götürdü beni. Ama işte bu dengesizlik hâli "hayır film yapmıyorum ben" söyleminden "hayır film yapıyorum" durumuna dönüştü ve bu filmi ortaya çıkardı. Bizim karakterin de aslında zamanda sabitlenmiş olmasının ilham kaynağı burada. Bir anlamda Tuzdan Kaide filmi sinema hakkında düşünmemin de bir uzantısıyla ortaya çıktı. Hatta geçen notlarımı karıştırırken gördüm: “Sinema hakkında ve sinemaya dair ama kısmen de sinemaya karşı film yapıyorum sanırım” diye bir not almıştım. Bunu da buradan ilk defa söylemiş olayım.
Bunun ilk uzun metraj filmin olduğunu göz önünde bulundurursak Tuzdan Kaide sana neler öğretti, kattı?
El yordamıyla ve imece usulü düşük bir bütçeyle yapılmış bir film olduğu için aslında tüm bu süreçte film yapmanın kendisini öğrendim. İlk soruda söylediğim gibi Tuzdan Kaide öncesi profesyonel anlamda sete bir yönetmen olarak girmemiştim ve bir yönetmenin ne yapacağını bilemiyordum. Aslında filmin her aşaması oldukça öğreticiydi, senaryo aşamasından kurgu aşamasına kadar. Garip bir şekilde film yapmak film izlemeyi de öğretiyor, onu da yeni yeni öğreniyorum. Belki şöyle bir öz eleştiri yapabilirim: Bir seyirci olarak ben de filme dönüp baktığımda ki Boğaziçi Film Festivali'nde tekrardan izleme şansım oldu, Tuzdan Kaide çok fazla fikri olan, bu fikirleri birbirine çarpıştıran, yer yer seyirciye de dozajını fazlalıkla yükleyen bir film olduğunu yeni yeni görebiliyorum. Bu kadar fikir bir süre sonra filmin genel gücünden de yiyebiliyor. O yüzden aslında Tuzdan Kaide bana şunu öğretti diyebilirim; evet bir filmin bir fikre ihtiyacı var çünkü Godard'ın dediği gibi iyi film ya da kötü film yok, fikri olan film var ya da fikri olmayan bir film var. Ama bir ya da iki fikre bağlı kalarak bir filmi kurmak ve film boyunca az sayıdaki değerli fikre bağlı kalarak filmi ilerletmek bence yeterli. Tuzdan Kaide’de çok fazla fikir iç içe geçmiş hâlde olduğu için bir noktada seyirciyle diyaloğu zor olan bir film oluyor. Seyirciye bu fikirlerin bir kısmı geçiyor, bir kısmı geçmiyor ve bir kısmı geçmediği için de belki de diğer kalan fikirler de seyirciyle iletişime geçemiyor, böyle bir filmin kendi içinde derdi olduğunu yeni yeni düşünüyorum.
Bu tarz soruların biraz ucu açık oluyor ve büyük laflar edilebiliyor ama genç bir yönetmen olarak sence Türkiye sinemasının en büyük sorunu ne?
Türkiye sinemasının en büyük sorunu bence dağıtım sorunu. Tekelleşen film dağıtım dünyasında salon ve seyirci bulmanın zorlukları olduğunu söyleyebilirim. Belli kalıplar var, ana akım sinema, vizyon - gişe filmleri ya da arthouse festival filmleri... Bu kalıpların da kendi endüstrileri var ama bu kalıpların ve endüstrilerin dışında bir film yapılırsa -Tuzdan Kaide öyle demiyorum- sadece yapıldığı noktada dağıtımı imkânsız. Tuzdan Kaide, Berlin'e kabul almamış olsaydı vizyona girer miydi, zannetmiyorum. O yüzden Türkiye sinemasının dağıtım sorunu var maalesef ve en büyük sorunlarından biri de bu. Tabii ki daha bir sürü sorunu var ama ilk aklıma gelen bu oldu.
Bir de yeni projenin Aidiyet olduğunu okudum. Bitirmeden önce bundan biraz bahsedebilir misin? Ne gibi şeyler bekliyor bu filminde izleyiciyi mesela ilk filmindeki tedirgin edici hava bu filmde de olacak mı?
Aidiyet bir cinayet hikâyesini mekânlar üzerinden anlatan, mekânların izinden daha topoğrafik bir gözlem şeklinde ilerleyen ve bir noktasında bu gözlemin kurmaca bir filme evrilip cinayeti işleyen çiftin ilk tanıştığı geceye giderek romantik bir film havasına büründüğü, türler arasında bir değişimin olduğu, bu tür meselesiyle oynayan, Tuzdan Kaide'ye nazaran daha az “fikri” olan ve tahminen evet ilk filmdeki tedirgin edici ve mekân odaklı hikâye anlatımına kendi çerçevesinde devam eden bir film olacak. Şu an kurgu aşamasında ama hâlen çekilmeyen önemli bir sahnesi de bulunmakta. 2019'da umarım seyirciyle buluşur, diye bitireyim.