Yönetmen Erkan Tahhuşoğlu ile sınıfsal aidiyetlerimize dair oluşan zihinsel bulanıklığı işçi sınıfının kendi içerisindeki dayanışması ve mücadeleleri üzerinden anlatan, sınıfsal konumları döngüsel bir şekilde sorgulayan Döngü filmini konuştuk.
Erkan Tahhuşoğlu’nun senaryosunu da yazdığı Döngü, İstanbul’un yoksul bir semtinde yaşayan ve uzun yıllardır Ayten adlı zengin bir kadının evinde gündelikçi olarak çalışan Sevim’e odaklanıyor. Ayten’in Kosovalı bakıcısı Lena’nın evde bir kaza geçirmesi sonucu gelişen gerilim dolu olayları takip eden film, olaylara taraf olması istenen Sevim’in sınıfsal, ahlaki ve vicdani çelişkiler arasında sıkışıp kalmasının hikâyesini işliyor.
Geçen yıl prömiyerini yaptığı Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü ve Film Yön En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan Döngü, Boğaziçi Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü, İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde de En İyi Oyuncu (Serpil Gül), Film Yön En İyi Yönetmen ve SİYAD En İyi Film ödüllerini kazandı. Film en son geçtiğimiz kasım ayında Ankara Film Festivali’nden Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü ve En İyi Kadın Oyuncu (Serpil Gül) Ödülü’nü aldı. Filmin oyuncu kadrosunda Serpil Gül, Emel Göksu, Tuğçe Yolcu, Süleyman Karaahmet, Gökay Müftüoğlu, Ftesa Hazrolli, Shpresa Hashimi ve Reyyan Sevim yer alıyor. Yapımcılığını İris Tahhuşoğlu ile Erkan Tahhuşoğlu’nun üstlendiği filmin görüntü yönetmenliğini İlker Berke, kurgusunu Selda Taşkın, sanat yönetmenliğini Levent Uçma ve müziklerini İdil Ataç yaptı.
Kendisini yıllardır gündeliğe gittiği ailenin bir parçası olarak gören Sevim’in bir ikilem içerisinde şehrin içerisinde savrulmasını, debelenmesini izlediğimiz Döngü filmi, sınıfsal aidiyetlerin zihinlerimizdeki yarattığı, yaratabileceği bulanıklığa dair bir yerden kuruyor anlatısını. Film, işçi sınıfının kendi aralarındaki dayanışmaya ve mücadele dair kuvvetli çatışmalar üretiyor. Sevim’in kendi alanını güvende tutma ve ayakta kalma mücadelesi, göçmen bir işçi olan Lena’nın tanımadığı, bilmediği bir ülkede varlığını sürdürme çabasıyla çarpışır. Erkan Tahhuşoğlu, bir sınıf hikâyesini anlatırken mekânların, evlerin ve kentin kendi başına söyleyebileceklerini de anlatısının yanına katar. İyilik ve kötülük kavramlarının sınıfsal konumlanışlar üzerinden döngüsel bir şekilde sınandığı film, hayatın doğal akışında bizi birbirimize nasıl yaklaştırdığına dair bıraktığı kuvvetli hisle hatırda kalır bir etki yaratmayı başarıyor.
Filmin ortaya çıkış hikâyesini anlatabilir misiniz? Aklınıza ne zaman düştü? Nasıl bir yolculuk geçirdi?
İlk olarak beş yıl önce aklıma düştü diyebilirim. Başlangıçta Ayten ve Sevim karakterleri vardı. Yaşlı burjuva kadın Ayten’in evine çok uzun yıllardır gündeliğe giden Sevim, gittiği evin içerisinde özel bir konuma sahip hâle gelmiştir. Ayten’in yıllar içerisinde bakıma ihtiyaç duyması nedeniyle Sevim, göçmen işçi Lena’nın işe alınmasına vesile olmuştur. Dolayısıyla Sevim’in hem Lena hem de Ayten üzerinde etkisi vardır. İlk aklıma düştüğünde bu üç sac ayak oturduktan sonra hikâyedeki dramatik çatışmalar, diğer yan karakterler, yan hikâyeler de yavaş yavaş oluşmaya başladı. Biraz uzun sürdü senaryo yazım süreci. Çok fazla draft yazdım, diğer filmlerimle kıyasladığımda beni en çok yoran senaryolardan bir tanesi oldu. Ama mutluyum şu anda.
“Döngü” ismini seçmenizdeki nedeni ve anlattığınız hikâyeye hizmet eden yanını sormak isterim. Bu isim, metafor hikâyenize nasıl bir düzlem sağladı?
“Döngü” ismi, başlangıçtan itibaren vardı. Başka hiçbir alternatif isim düşünmedim. Baştan beri temel derdim; Ayten, Sevim, Lena ve diğer yan karakterler arasında geçen olaylar üzerinden sınıfsal konumlanışları anlamaktı. Bu sınıfsal konumlanışlar üzerinden “Döngü”, net bir şekilde sistemi anlamaya yönelik bir isim. Bu sistemin sınıfsal dinamikleri nedir, bu yapının içsel dinamikleri nelerdir ve bu yapı, sistem, döngü kırılabilir mi, nerede kırılabilir gibi meseleleri anlamaya çalıştım. Sürekli kendini tekrar eden döngüsellik üzerine kafa yordum.
İşçi sınıfının hayatla, kendi aralarındaki dayanışmaya ve mücadeleye dair de kuvvetli çatışmalar yaratıyorsunuz filmde. Sevim’in kendi güvenli alanını koruması ile göçmen bir işçinin bilmediği, tanımadığı bir ülkede hayatta kalma çabası üzerinden bir çatışma yaratma nedeniniz neydi?
Birden fazla sebebi var. Adım adım gidecek olursam birincisi, göçmen işçi meselesi başlı başına benim merak ettiğim bir konuydu. Bununla ilgili çok fazla okuma yaptım, gözlem yapmaya çalıştım, bununla ilgili yapılmış filmleri izledim. Nasıl bir komünite kuruyorlar, nasıl evlerde yaşıyorlar, birbirleriyle kurdukları ilişkiler nelerdir, burada iş hayatının üzerlerine getirdiği yük nedir gibi merakların peşinden gitmek istedim. İkincisi, bu iki kadın arasındaki çatışmayı Sevim’in Lena ile kurduğu salt dayanışma veya Lena’ya uyguladığı salt ayrımcılık üzerinden kurmak istedim. Bunların her ikisinin de olayların gelişimine paralel olayların gelişimine paralel birinin devreye girip diğerinin arka plana gitmesi, birinin öne gelip diğerinin devre dışı kalması gibi bir yerden bakmak istedim. Sevim sıkıştığı noktada Lena üzerindeki hâkimiyet kartını devreye sokuyor, çok sıkıştığı başka bir noktada da ayrımcılık kartını çıkartıyor. Bütün iyi niyetine, dayanışma duygusuna rağmen eni sonu aslında farklı milletten olsalar da bu iki kadın aynı sınıfa mensup olmaları itibarıyla doğaları gereği o dayanışma noktasına ulaşmak zorundalar. Karakterlerden bağımsız sınıfsal olarak doğasında bu dayanışma noktasına varmak durumundalar. Bunun sınıfsal dinamikleri anlamaya ve göstermeye çalıştım.
Bir diğer sebebi de sınıfsal aidiyetlere dair kafa karışıklığımızın, zihin bulanıklığımızın olması. Sevim’de de bu belirgin bir şekilde var. Uzun yıllardır bu eve gidip geliyor olmasından kaynaklı kendini o evin bir parçası olarak görüyor. Bir yanıyla da bu doğru ama sandığı kadar çok şey ifade etmiyor. Kendini bu ailenin bir parçası sanıyor, bu yanılsama bizzat aile tarafından yaratılıyor. Değişik iş hayatlarında gözlemlediğim işverenin ekmeğini yemek, aileden biri olmak vs. kavramların biliyoruz ki bunlar doğru değil. Sevim, bunun doğru olmadığını Lena ve Lena’ın kuzeni Vera ile karşı karşıya geldiğinde, çarpıştığında daha net anlıyor. Çünkü bu tuhaf kavramların Lena ve Vera’da, yani yabancı işçilerde bir karşılığı yok. Lena filmin bir yerinde “Abla kimse bana durduk yere ekmek filan vermedi, ben çalışarak para kazandım” diyor. Bu yalınlıkta bir cümleyi filmde vermek benim için çok önemliydi. İşçi sınıfına mensup olmanın alt açılımı bunlar. Kimse sana durduk yere ekmek falan vermiyor. Sen çalışarak para kazanıyorsun. Ailenin parçası değilsin. Buna dair bir yanılsama geliştirdiğin noktada hayatın olağan akışı doğal olarak seni o bilinç noktasına getirmek zorunda. Bu ve benzer sebeplerden dolayı Sevim ile yabancı işçi Lena’nın karşı karşıya gelmesi çok önemliydi benim için.
Bir sınıf hikâyesi anlatırken mekânların, evlerin ve kentin tasarımsal ve görsel dili de çok önemli bir hâle geliyor. Filminiz için bu tasarımları yaparken nelere dikkat ettiniz, nasıl bir çalışma yaptınız?
Çok teşekkür ederim bu soru için, çok önemsediğim bir konu bu. Mekân benim için sadece bu filmde değil, bir önceki Koridor filmimde de çok önemli bir unsurdu. Karakterlerin içinde dönüp durduğu, yattığı kalktığı yerler değil sadece, mekân karakterlerle ilgili belki de hikâyeden daha çok bilgi veren yerler. Ayten’in eski ve köhnemiş o ev, benim bir sürü diyalogla veya olay katmanından aktarabileceğimden çok daha fazlasını başlı başına aktarıyor Sevim’in kızı, damadı ve torunuyla birlikte yaşadığı yoksul mahalle ev veya Lena’nın göçmen işçilerle birlikte yaşadığı duvarların boş, baktığınızda tam anlamıyla yerleşilememiş o ev çok önemliydi mekânın hikâyeye katkısı anlamında. Aynı zamanda Döngü’yü kurarken baştan beri bunun büyük şehirde geçen bir metropol filmi olmasına, özelde İstanbul’da geçen bir film olmasına çok özen gösterdik. Karakterimizin büyük şehir içerisindeki otobüslerde, dolmuşlarda, üst geçitlerde görünmesi bizim hikâyede önemsediğimiz noktalardı. İşçi sınıfına ait mensup kadının şehir içinde dolanımları, yalpalamaları, inişleri, çıkışları yaşaması ve o kalabalıkların içerisindeki bir sürü Sevim’den bir tanesi olması meselesi çok önemliydi.
İyilik ve kötülük aslında bir görecelik meselesi. Kişinin kendini ait hissettiği ve içinde kalmak istediği duruma göre de herkesin kendince haklı olduğu bir şekilde biçimleniyor bu kavramlar. Film boyunca döngüsel olarak bu sınanıyor aslında. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
İyilik ve kötülük meselesi yansıtırken çok hassas olmanız gereken bir konu. Bazı filmlerde karakterleri doğalında iyi, doğalında kötü konumlandırıyoruz. Hâlbuki gerçek hayat böyle değil. Herkes bulunduğu kendinin her daim iyi olduğunu düşünüyor. Eğer gerçek ve kriminal boyutta suçları bir kenara bırakacak olursak, gerçek hayatta herkes hain planlar kurarak kötülük noktasına varmıyorlar. Filmimizde de Ayten ve oğlu Ergin hain planlar kurarak kötü bir eylem içerisine girmiyorlar. Onlar kendilerince iyi bir şey yaptıklarını düşünüyorlar. Sevim konusunda da aynı hassasiyete sahibim. İşçi sınıfına mensup olduğu için hemen özdeşleşebileceğimiz ve bütün iyi hasletleri atfedebileceğimiz bir karakter değil Sevim. Dolayısıyla filmde iyilik ve kötülük meselesi de insanların karakteri üzerinden ortaya çıkmıyor. Ayten, Ergin kötü olduğu ve Sevim iyi olduğu için bu çatışmayı yaşıyor değiller. Gerçek hayatta da böyledir. Hangimize sorarsak iyi olduğumuzu düşünürüz. İnsanlar bulundukları pozisyonlar üzerinden, filmimiz özelinde sınıfları üzerinden tepki verirler, refleks gösterirler. Eğer varsa bir kötülük, kötücüllük buradan çıkar. Filmin bir yerinde Ayten, Sevim’e “Sevim başka ne yapalım? Elimizden geleni yapıyoruz” der. Bunu bir strateji ile söylemez, gerçekten samimidir. Gerçekten en iyisini yaptığını düşünür. Bilmiyor ki aslında sınıfsal bir refleks gösteriyor. Aynı Sevim’in sıkıştığında Lena’ya ayrımcılık kartı çıkarttığında meydana gelen kötülük gibi, tıpkı o sınıfsal reflekslerle adım adım bunlar arasındaki o dayanışmanın tekrar ortaya çıkmasından doğan iyilik gibi. İyilik kötülük buradan, insanların pozisyonlanmalarından ve sınıfsal reflekslerinden çıkar.
Sevim, Ayten ve filmin içindeki diğer karakterler başka bir dış bakış olmadığı için olayların içinde kendi durumunu net bir şekilde göremiyor. Bu noktada Sevim’in torunu çok önemli bir hâle geliyor. Torunun varlığı, orada olmak istememesi, torunun gördüğü rüyalar ve Sevim’in filmin sonunda yaşadığı anda orada olmasıyla dair neler söylersiniz? Torun hikâye için ne ifade ediyor?
Döngü, baştan beri anlattığım hikâyeler çerçevesinde çok belli ki bir sosyal drama. Bir yandan da Döngü’yü salt belgesel gerçekçi bir salt sosyal drama olarak kurmadım. Gerçek üstü boyutları, daha sezgisel katmanları atmosferi olan bir psikodrama olarak da kurdum. Torun burada çok önemli bir yere tekabül ediyor. Sevim’de olan ve birçok filmin karakterlerinde olan sınıfsal aidiyete dair bilinçsizlik, zihinsel bulanıklık doğaldır ki torun Zuhal’de yok. O eve ilk girdiğinde çocuk sezgisiyle burada ters giden bir şeyler olduğunu hissediyor. Ve yine sezgileriyle, hisleriyle anneannesinin adım adım çıkışsız bir noktaya sürüklendiğini de fark ediyor ve onu sezgisel bir düzlemle oradan çıkartmaya çalışıyor. Benim için o zihinsel bulanıklığın torun Zuhal’de olmaması meselesi ve onun daha sezgisel, daha hissel düzlemde hikâyeye katılıyor meselesi benim için çok önemliydi. Bu açıdan torun Zuhal karakterini çok önemsiyorum.
Filmin başlangıcında otobüste muhtemelen işten evlerine dönen insanların yüzleri ve filmin sonunda yine otobüste yüzlerini gördüğümüz Sevim ve ailesinin yüzleri döngüsel olarak bir çizgide birleşiyor. Böylelikle çok büyük bir yapıda anlatı kurmadan şehrin içinde herkes herkesin farkında olmadan tanığı oluyor. Herkes aynı zemine geliyor. Bunu çok sevdiğimi söylemek isterim. Burada böyle bir yapı kurma fikri var mıydı aklınızda?
Çok doğru yorumlamışsınız. Otobüs sahnesinde yaygın bir işçi sınıfı mensubiyeti olduğunu yansıtmak istedim. Oradaki bir sürü hikâyeden bir tanesinin hikâyesini anlatmak istedim demek istedim. Böyle çok yalın bir anlamı vardı benim için.
Filmdeki oyunculukla için ayrıca teşekkür ederim. Her bir oyuncu kapladığı alandan etkin bir şekilde performans sergiliyor. Oyuncu seçimleriniz nasıl gerçekleşti, süreç nasıl işledi?
Baştan beri Ayten karakterini Emel (Göksu) ablanın oynamasını istiyordum, belliydi zaten. Serpil (Gül) ile de beni Emel Abla tanıştırdı. Serpil ile bakanlığa başvuru yapacağımız sıraydı sanırım, bir mood videosu çekmemiz gerekiyordu. Orada tanıştık Serpil ile ve çok verimli bir çalışma yaptık. Senaryo yazımı bitmemişti, devam ediyordu. Sonrasında da Sevim karakterini Serpil’in oynayacağı belli olmuştu. O noktadan itibaren çok uzun bir prova süresi geçirdik. Bizim Makedonya’dan, Arnavutluk’tan ve Almanya’dan olmak üzere başka ülkelerden oyuncularımız vardı. Bazen Zoom’da bazen bir araya geldiğimiz prova süreçleri oldu. Bir buçuk yıla yaklaşan bir prova süreci geçirdik diyebilirim. Sette de aynı hassasiyetle çalıştık. Hep beraber bir noktaya getirdikten sonra sette akıyor. Her iki taraf da çok büyük bir hassasiyet ve özveriyle çalıştı. Çok memnunum bundan.
Döngü’nün görüntü yönetmeni İlker Berke ile daha önce Koridor filminizde de çalıştınız. Kendisini üzücü bir şekilde kaybettik. Döngü’nün bitmiş hâlini görebilmiş miydi? Bir şeyler söylemek ister misiniz kendisi için?
Çoğu zaman oyuncularımla da paylaşırım filmi, ilk gösterimde görmüyorlar. İlker filmi gördü, görebilmişti. Bununla ilgili konuştuk uzun uzun. En azından gördü filmin son hâlini. Çok beklenmedik kayıp. Çok değerli bir sinema emekçisi İlker Berke. Sandığımızın, bildiğimizin ötesinde çok ciddi bir dayanışma göstermiş bir ağabeyimizdi, arkadaşımızdı. Bir sürü kişiye, kişinin işine dokunmuş biri. Kaybı benim çok beklenmedik ve acıydı.
Döngü filmi 7 Şubat’tan itibaren TOD’ dan izlenebilir.