Biriyle çok iyi anlaştığınızda, aynı espri yeteneği, aynı eğlence anlayışına sahip olduğunuzda, yeri geldiğinde mimiklerle konuşabildiğinizde yaşadığınız o derin birlik olma, bir olma hissiyatını düşünün. Şimdi de o hissin çok daha güçlüsünü hayatınızda hiç görmediğiniz, tanışmadığınız, farklı milletten yedi kişiyle paylaştığınızı... O yedi kişinin canı acıdığında sizin de acıyor, sevindiklerinde o mutluluğu siz de hissediyorsunuz, kavgaları sizin de kavganız, aşkları sizin de aşklarınız. Hiç kapatamadığınız online bir yayın gibi. Zihninizin içinde dolaşan susturamadığınız yedi ses. Yeri geldiğinde ailenizden, arkadaşlarınızdan, partnerinizden daha yakın olabilen yedi karakter. İşte tam da bu güçlü bağdan yola çıkıyor Sense 8’in hikâyesi.
Bu yazı tanıtım tadında bir Sense 8 değerlendirmesi olmayacak. Tek tek karakterler ve olay örgüsü anlatımı yerine dizinin genel felsefesi ve son bölüm üzerine yoğunlaşacak. Hatta son bölüm bu kadar tazeyken (8 Haziran) spoiler vermekten de öte bu bölümün aktardığı yoğun duyguya ve hüzünlü ama mutlu vedaya değinecek. Sense 8 izlememişler için çok da uygun olmayacak belki de bu yüzden. Kendileriyle iki sezon artı bir veda bölümünün ardından görüşmek üzere diyelim.
2015 yılında hayatımıza giren, Matrix ve Babylon 5'ın yaratıcıları olan Lana Wachowski, Lilly Wachowski ile J. Michael Straczynski’nin sihirli ellerinden çıkarak izleyiciyle buluşan Sense 8, nihayet beklenen final sahnesini kollarımıza bıraktı. Netflix bağımlısı olan, ellerimiz titreye titreye sevdiğimiz dizilerin yeni bölümlerini izleyen bizler de tabii ki bayram ettik. Beklenenin oldukça üzerinde karşılığını veren ve adeta dizinin devamına onay vermeyenleri pişman etmek için çekilen final tam da Sense 8‘e yakışır bir vedaydı. İkinci sezonu tamamlanamadan biten, üçüncü sezon için onay alamayan dizi, hayranlarının yoğun ısrarı karşısında uzun bir final bölümüyle bize “hoşça kal” dedi. Gerek dizinin finalinin yayımlandığını duyuran videoyla gerekse finalin sonundaki “sizin için” cümlesiyle hayranlarıyla arasında kurduğu güçlü bağın da altını çizdi.
Dünyanın sekiz farklı yerinde yaşayan ve gizemli bir şekilde birbirleriyle bağlantıları olan sekiz ayrı kişiyi odağına alan dizi, fantastik kurgusunun ötesinde eleştirel duruşuyla da gönüllerimizi fethetti. Farklılıklara kucak açan hâli, kadını konumlandırışı, cinsiyetçiliğe karşı duruşu ve lgbt temalarıyla kesinlikle farklı ve iddialı bir yerdeydi Sense 8. Sözünü söylemekten, toplum normlarını eleştirmekten geri durmadığı gibi çoklu sevişme gibi iddialı sahneleriyle de okları üzerine çekti. Özellikle gerçek hayatta da cinsiyetlerini değiştiren Liny ve Lala kardeşlerin ellerini taşın altına koyup lgbt’ye dikkat çekmeleri gerçekten takdiri hak ediyor. Gerek dizide de ailesinin tüm baskısına rağmen cinsiyetini değiştirerek bir kadın olan Nomi gerekse Meksikalı bir dizi yıldızı olan, hayranlarını ve kariyerini kaybetmemek için gay olduğunu gizleyen Lito, Wachowski kardeşlerin bu konuya çekmek istedikleri dikkatin en önemli göstergeleri. Bunlar dışında önüne çıkan tüm kısıtlamalara rağmen başarılı olan ve ataerkil sistemle ciddi bir mücadeleye giren Sun, ailesi istediği için sevmediği bir adamla evlenmek durumunda kalan Kala, başarılı dj Riley ise baskılanmalara rağmen güçlerinin farkında olup bu güçlerini ispatlayabilen kadın karakterler olarak karşımıza çıktı. Hayattan çok da bir umudu kalmayan hırsız Wolfgang, başarılı polis memuru Will (ekibin de beyni oluyor aynı zamanda) ve maddi imkânsızlıklara ve zor hayat şartlarına rağmen iyimser olan Capheus ise tanımlanamaz bir telepati yeteneğiyle birbirlerinin hayatlarına girdikleri andan itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmayan karakterlerdi.
Diziyi genel anlamda sevmeme rağmen üstünkörü bir final sahnesiyle kapanışı yapıp bizlere veda edeceğini düşündüğüm, haydi izleyelim de bitsin dercesine açtığım son bölüm (özellikle ikinci yarıdan sonra) kendisine inanılmaz derecede bağladı ve iki buçuk saat sürdüğünü fark ettirmedi bile. Sonlardaki aksiyon sahnelerinin abartılmış olması ya da birkaç mantık hatası çok da göze batmayan noktalardı çünkü bu bölüm ünlü Caravaggio tablosu Amor Vincit Omnia’dan (Aşk Her Şeyi Yener) aldığı adından da anlaşılacağı üzere, duygu yoğunluğu çok yükseklerde olan bir bölüm.
Birleşik Krallık, Seoul, Mumbai, Nairobi, Berlin, Mexico City, San Francisco ve Chicago’dan nevi şahsına münhasır sekiz karakteri bir araya getiren dizi, iki sezon boyunca izleyiciyi de onların çocukluğuna, geçmişine, geleceğine dâhil etti. Ve hayatlarındaki dertlerle yüzleştirip acılarını göğüsletti. Sekiz yüreğin bir araya gelip birbirlerinin gücüyle sorunları aştığına tanıklık ettik. Son bölümde Wolfgang’i kritik bir sahnede bırakıp ikinci sezonu aniden kapattığından beri belki de hiç bu kadar birbirlerine ihtiyaçları olmadığını düşünmüştük. Oldukça gerilimi yüksek başlayan son bölüm bu sekiz insanın kümeleri için yapmayacakları hiçbir şey olmadığını kanıtlar nitelikte. Ama bu defa farklı olarak bu sekiz karakterin hayatındaki insanlar da olaya dâhil oluyor ve aksiyonun tam ortasında konumlanıyorlar. Hem farklı ülkelerde ancak telepatik olarak birbirine bağlı olan sekiz duyusal karakter bu defa fiziken de aynı mekânda ve bir arada hem de hayatlarındaki insanlar da onlarla birlikte karşımıza çıkıyor. Son bölümde adeta herkes başrolde. Yani küme katlanıyor, homosensoriumlar (evrim sonucu farklılaşmış sekiz karakterimiz) çevrelerindeki sapienslerle birlikte çılgın bir serüvene atılıyorlar. Amaç Wolfgang’i kurtarmak ve iyiliğin kazanmasını sağlamak. Tabii sadece bu kadar değil bu süreçte daha pek çok şeye tanıklık ediyoruz. Geçmişe yönelik bilinmeyenler ortaya çıkıyor, Whispers ile mücadele kıyasıya sürüyor, Jonas’ın sırrını öğreniyoruz, serüvene bambaşka terimler ve boyutlar ekleniyor, ilişkilerdeki spesifik kurallar yıkılıyor, Eyfel Kulesi’nde görkemli bir düğüne tanıklık ediyoruz ve Sense 8’in başlıca felsefesi olan herkesin birbirini sevgiyle kucakladığını izliyoruz.
Kesinlikle hayranlarını tatmin edecek bir jübile ile veda ettiğini söyleyebileceğimiz dizi, son bölümünde bolca “yok artık!” nidalarına da sebep oluyor. Çokça gülümsetiyor, gerçek hayatta da bu denli açık zihinler olsa keşke dedirtiyor, izlediklerimizin gerçekte mümkün olup olmayacağını sorgulatıyor, farklılıkların belirsizleştiği, birliğin ve birbirini anlamanın başta geldiği bir dünya özlemini evrene iletiyor. Yönetmenliği özellikle Lana Wachowski’ye ait olan son bölüm; Doona Bae (Sun, Jamie Clayton (Nomi), Tina Desai (Kala), Tuppence Middleton (Riley), Toby Onwumere (Capheus), Max Riemelt (Wolfgang), Miguel Ángel Silvestre (Lito), Brian J. Smith (Will)’in şahane oyunculuklarıyla bir kez daha kendisine hayran bırakıyor.
Bilimkurgu, fantastik, mizah, felsefe, aktivizm, sosyoloji gibi pek çok disiplinden beslenen Sense 8, iki sezonluk serüveni boyunca bolca duygu yüklü sahne yaşattı hayranlarına. Ama veda bölümü bunların en yoğunuydu kuşkusuz. Her şeyin mümkün olabileceğini, hislerin sınırı olmayacağını ve en önemlisi aşkın, sevginin her şeyi yeneceğini gösterdi, ispatladı bu son bölümle. Bir de zihnimize kazınan ve kendisiyle bütünleşen What’s Up şarkısına bir yenisini ekledi ki (Depeche Mode- I Feel U) bu yazıyı o şarkıyla sonlandırmak da en uygunu olacak gibi görünüyor.
https://www.youtube.com/watch?v=pRzdOsG2aY8