29 AĞUSTOS, SALI, 2017

Son Zamanların En Dikkat Çeken 7 Filmi

Bayram tatili son dönem kaçırdığınız filmleri izlemek için güzel bir fırsat olabilir. Son zamanlarda vizyona girmiş, sinematografisi, konuları ele alış biçimi ve oyunculuk performansı açısından katıldığı birçok prestijli festivalden ödülle dönmüş filmleri bir kez daha hatırlamak istedik. Bayram tatilinde izleyebileceğiniz veya yeniden seyretmek isteyebileceğiniz yedi filmi sizler için derledik. İyi bayramlar!

Son Zamanların En Dikkat Çeken 7 Filmi

Toni Erdmann

69. Cannes Film Festivali'nde son 10 yılın en yüksek puanını alarak FIPRESCI ödülünü kazanan Toni Erdmann, çok sık rastlamadığımız “Cringe Comedy” türünde oldukça başarılı bir film olarak karşımıza çıkıyor. Maren Ade’nin yönetmen koltuğunda olduğu film; uluslarası bir danışmanlık şirketi için Bükreş'te çalışan ve kariyerinden başka bir şey düşünmeyen hırslı Ines’in (Sandra Hüller) ülkesi Almanya'ya doğum günü için kısa süreliğine döndüğünde, uzun süredir görmediği babası Winfried (Peter Simonischek) ile karşılaşmasıyla gelişen absürt olayları konu alıyor. Ines’in kapital toplumların kolayca aldattığı ilk birey prototipine sahip ve klişe bir biçimde statükoya bağlı yaşamına, köpeğini kaybettikten sonra olan biteni tolare etme biçimi olarak, Toni Erdmann başta olmak üzere farklı karakterlere girmeyi tercih eden babası Winfried’in dâhil olma hikâyesi anlatılıyor. Film, tür olarak son zamanlarda gittikçe tercih edilen, başkasının yerine utanma veya başka bir tabirle duruma gülmeyle karışık göz kıstığımız bir komedi olarak oluşturulmuş. Winfried’in yaptığı yersiz şakalar ve olmayacak yerlerde alakasız büründüğü yeni karakterlere şok geçirdiğini belli etmemeye çalışan kızının hikâyesi, bizi geçmiş ile gelecek ve hayatta ciddiye aldığımız şeylerle yeniden yüzleştiren, çarpıcı olduğu kadar komik bir film. 

Okja

Bu yıl 70. Cannes Film Festivali’nde olay yaratan Okja, Netflix’in 50 Milyon dolar bütçeyle başarılı bir CGI tasarımı sunduğu ve şimdiye kadar yaptığı en iyi yapımlardan biri olarak,  alışık olduğumuz kalıpların biraz dışında, kendi stilini yaratmış bir film. Yönetmen Bong Joon Ho'nun daha önce de kendi yazıp yönettiği Snowpiercer (2013) filminde gördüğümüz sinematografinin tadını ve Tilda Swinton’ın oyunculuk performansını bu filmde de yakalayabiliyoruz. Sınıflı toplumların acımasız hiyerarşisini, tren vagonlarında, fraksiyonlara bölerek anlattığı Snowpiercer filminin ardından yeni liberal politikaların iki yüzlülüğünü, medya aldatıcılığını ve küresel şirketlerin acımasız tavrını bu sefer hayvan hakları üzerinden, sarkastik bir üslupla aktaran filmin oyuncu kadrosunda; Jake Gyllenhaal, Giancarlo Esposito, Paul Dano, Steven Yeun, Lily Collins ve Ahn Seo-hyun gibi başarılı isimler yer alıyor. Güney Kore sinemasının en önemli üç yönetmeninden biri sayılan Joon-ho Bong’un hayvan hakları üzerinden küresel dünyayı ele aldığı filmle ilgili detaylı değerlendirmeye buradan ulaşabilirsiniz.

Manifesto

Açılış prömiyerini Sundance Film Festivali'nde yapan ve dünyada oldukça yankı uyandıran Manifesto, Cate Blanchett’in 13 farklı karakteri canlandırdığı ve yönetmen Julian Rosefeldt’in yıkıcı sanat manifestolarını, absürt bir dil ve çok yönlü bir perspektifle aktardığı ilk filmi. Film doğadaki ve insan yaşamındaki sürekliliği, değişimi ve yenilenmeyi bir sanat manifestosuna dönüştürerek, geçmişe dönük bellek ile gelecek olan arasındaki şimdinin biricikliğini vurguluyor. Hegel’den Marx’a, Baudriere’den Debord’a, fütüristlerden dadaistlere ve Dogma95’e kadar birçok kalıplaşmış ve savunduğumuz fikre de şüpheyle bakmamızı sağlıyor. Alışık olduğumuz klasik oyunculuk kalıplarını yıkarak yepyeni kadrajlarla oldukça çarpıcı fotoğraflar sunan film, tablolar halinde incelediği durumları mizahi yönüyle de ele alarak günlük yaşamda ve kendimizde aşina olduğumuz olgulara yeni bir bakış getiriyor. Türkiye’de 36. İstanbul Film Festivali’nde de gösterimi yapılan Manifesto filmi ile ilgili detaylı incelemeye buradan ulaşabilirsiniz. 

I, Daniel Blake

Bu yıl 69'uncusu düzenlenen Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye’yi, İngiliz yönetmen Ken Loach'a getiren, sistem eleştirisini çok yerinde ve ustaca işleyen I, Daniel Blake filmi; Britanya hükümetinin yeni gaddarlıklarına odaklanıyor. Londra’dan Newcastle’a iki çocuğu ile bu daha ucuz kente yaşamaya gelen Katie’nin (Hayley Squires), Jobcenter’daki randevusuna bir dakika geciktiği için yaşamının rizikoya dönüşümüne ve başka bir sistem mağduru Daniel Blake (Dave Johns) ile karşılaşmalarına odaklanıyoruz. İstemediği işler yapmasına, temel yaşam haklarının ihmaline ve yiyecek bağış merkezinde açlıktan kendini kaybetmesine kadar bir annenin ve ülkenin vicdanının (çocuklar), toplumsal tahammülsüzlük ve unuttuğu utanmasıyla birlikte geldiği noktayı çarpıcı bir biçimde görebiliyoruz. Başka bir pencerede ise Daniel Blake üzerinden sistemin acımasız tutumuyla, bireyleri nasıl yutmaya çalıştığı, vaadlerin arkasında yatan samimiyetsizlik ve hoşgörüsüzlüğün sonuçlarına odaklanıyoruz.

Final Portrait

Stanley Tucci, 10 yıl aradan sonra yeniden yönetmen koltuğuna, senaryosunu yazdığı Final Portrait filmi için oturdu. Tucci, ünlü ressam ve post-empresyonist sanatçı Alberto Giacometti’nin hayatından bir kesiti Geoffrey Rush ve Armie Hammer'ın sempati ve zekâsı ile eğlenceli, sıra dışı ve sıkılaştırılmış bu biyografik filmde aktarıyor. Filmin öyküsü uzun süre arkadaş olan Alberto Giacometti (Geoffrey Rush) ile Amerikalı yazar James Lord (Armie Hammer)’un bir sergide yeniden karşılaşması ve Giacometti’nin Lord’un bir portresini çizmek için ısrar etmesiyle başlıyor. Stanley Tucci de James Lord’un 1964 Paris’inde geçen bu hatıralarını anlattığı A Giacometti Portrait (Bir Giacometti Portresi) kitabından filmin senaryosunu oluşturmuş. Alberto Giacometti ve James Lord’un son görüşmesinin konu alındığı filmde Giacometti, portrenin Lord’un yalnızca bir akşamüstünü alacağına söz verse de Lord ve Giacometti, oldukça ciddi ve kararsız bir 18 seans geçiriyor. Lord, Amerika’ya gidecek uçağını her gün erteleyerek, portrenin biteceği gün için endişeler barındırmaya başlarken aynı zamanda Giacometti’nin özel hayatına da yakından tanık olarak, birlikte mizah yönü yüksek bir iki hafta geçiriyorlar. Film ile ilgili detaylı incelemeye buradan ulaşabilirsiniz. 

T2 Trainspotting

İlk önce bir fırsat vardı, sonra ihanet oldu. Aradan 20 yıl geçti ve çok şey değişti ama bazı şeyler tıpkı aynı kaldı. Irvine Welsh'in aynı adlı romanından uyarlanan ve 1996'da 1.5 milyon sterlin’lik bütçesiyle dünya çapında 72 milyon dolar’lık hasılat elde eden Trainspotting kısa sürede kült filmler listesinin ikonu haline gelmişti. Aradan geçen 20 yılın ardından Mark "Rent Boy" yani Renton (Ewan McGregor) ilk filmde koşarak başladığı sahneye paralel olarak devam filminde de bir koşu bandının üzerinde bizleri selamlıyor. Yalnızca filmin bu açılışı bile bize aradan geçen zamanda değişen insan ve toplum yapısının T2 Trainspotting’de nasıl aktarıldığı ve nasıl bir konseptte yaratıldığı konusunda ipuçları veriyor. Renton’ın arkadaşlarına ihanetiyle biten ilk filmin ardından ikinci seride İskoçya’ya geri dönmesiyle Sick Boy (Jonny Lee Miller), Spud (Ewen Bremner) ve Begbie’yle (Robert Carlyle) bu sefer 40’lı yaşların yorgun enerjileriyle bir araya gelirler. Film ile ilgili detaylı incelemeye buradan ulaşabilirsiniz. 

Rock’n Roll

Marion Cotillard ve Guillaume Canet’in Jeux d'enfants (Cesaretin Var mı Aşka?) filminden sonra bu defa farklı bir şekilde bir araya geldikleri ve kendi isimleriyle oynadıkları Rock’n Roll, yıllar önce milyonlarca kişiyi etkileyen Cesaretin Var mı Aşka?’yı da içine alıp, mizahi bir dille ikilinin özel hayatlarından kesitler sunuyor. Guillaume Canet'in senaryosunu yazdığı ve oynayıp yönettiği Rock’n Roll, daha önce gördüğümüz gerçekçi ve sevimli orta yaş krizinin kalıplarına uymak yerine, Canet'i çaresizlik, aşağılanma ve manik dönüş alanlarında fantastik bir dünyanın içine fırlatıyor. Canet’in sıradan özgüvensizlikleri, onu evinin ortasındaki fasulye bahçelerine, korkunç botox enjeksiyonlarına ve hatta aşırı kalitesiz safari tarzı TV şovlarında tuhaf rollere kadar sürüklüyor. Gerçek hayatlarında da evli olan Marion Cotillard ve Guillaume Canet filmde de karı-kocayı oynuyor ve hayatlarına dair olup bitenleri, karakterlerini de biraz karikatürize ederek canlandırıyorlar. Filmde ikiliye; Fransız rock müzik efsanesi Johnny Hallyday, Fransız şarkıcı Maxim Nucci, Cesar Ödüllü yapımcı Alain Attal ve yine daha önce Guillaume Canet’in yazıp-yönettiği Little White Lies’ın (Küçük Beyaz Yalanlar) oyuncu kadrosunda yer alan Gilles Lellouche da eşlik ediyor. filmle ilgili detaylı değerlendirmeye buradan ulaşabilirsiniz.

0
29052
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage