36. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Bölümü’nde yarışan Sessizliğin Kardeşleri adlı belgeselin yönetmeni Taylan Mintaş ile Kürt Sineması, doğa ve kültür ilişkisi ve dil hakkında konuştuk.
Kars’ın bir köyünde yaşayan sağır ve dilsiz iki kardeşin, yarattıkları işaret diliyle kendilerine özgü eşsiz bir dünya kurmalarını konu alan Sessizliğin Kardeşleri, 9 Nisan Pazar günü Beyoğlu Sineması’nda prömiyerini gerçekleştirdi. Yönetmen Taylan Mintaş’ın bugüne kadarki çalışmaları arasında iki kısa filmi ve bir kısa belgeseli bulunuyor.
Kürt Sineması’nın hayli cesur ve bağımsız örneklerini gün geçtikçe daha çok izleme şansını buluyoruz. Bu bizim için sevindirici bir şey. Festivalde sizinle beraber bir başka Kürt yönetmenin önemli bir filmi bulunuyor: Zer. Kazım Öz, Orhan Eskiköy gibi yönetmenlerin filmlerinin yanı sıra konuya daha ana akım bir dille yaklaşan Mahzun Kırmızıgül (Güneşi Gördüm), Murat Saraçoğlu (Yangın Var) gibi yönetmenler var. Ülkemizde yapılan sinemada Kürtler sizce nasıl temsil ediliyor? Toplumsal gerçeklik bakımından değerlendirebilir misiniz?
Sonuçta Kürtler de diğer toplumlar gibi değerleri ve gelenekleri olan bir toplum. Her toplum gibi kendi coğrafyalarında, kendilerine ait hikâyeleri var. Saydığın yönetmenlerin bu coğrafyaya ait filmleri arasındaki fark, o insanlara nasıl baktıklarıyla alakalı. Ben bu belgeselde iki kardeşin bambaşka hallerini de film yapıp sunabilirdim fakat öz değerlerimize ulaşmaya çalıştım ve bu bağlamda “dil” konusunu temel aldım. Dilden daha öz ne olabilir?
Bir de şöyle bir detay var; coğrafyaya ait bazı kodlar çarpıtılarak gösteriliyor. Mesela Yeşilçam Sineması’nda Kürtlerin birçok şeyi yanlış lanse edildi. O dönemde herkes durduğu yerle baktı bu topluma. Yıllar önce ülkemizin sinemasında Kürt yönetmenlerin işlerini çok göremiyorduk ve onların hikâyelerini sadece uzaktan bakanlar sinemaya aktarıyordu. Ben Kürt olarak benim toplumumun, daha kayda değer değerlerinin olduğunu düşünüyorum. Sadece güncel politikadan yola çıkılarak veya acı bir tarihi olaydan yola çıkarak sinema yapmayı, bu kadar özgün değerlerin olduğu bir toplum için yetersiz buluyorum. Toplumun gerçek, politize edilmemiş değerleriyle güzel hikâyeler çıkarılabileceğini düşünüyorum. “Tarih bir gün gelecek hesap soracak” demiş Yılmaz Güney. Bunun farkındaysak eğer, tarihe güzel şeyler bırakmamız lazım. Kültürümüzün çok değerli şeyleri var onları kayıt altına almak lazım. Benim sinemadaki çizgim bu. Her şeyi göstermeye çalışırsak da olmaz. Sanat, seçip ayıklayıp onun özünün göstermektedir. Sen kültürünün hangi özünü benimsiyorsan onu göstermek istersin. Kürt sinemacı arkadaşların artık bu siyaset dilinden vazgeçmeleri gerekiyor, gerçek kültürümüze odaklanmaları gerekiyor.
Sessizliğin Kardeşleri’nde estetize edilmiş bir gerçeklik görmüyoruz. Ne oluyorsa onu göstermeyi tercih etmişsiniz. Bir belgesel için oldukça yerinde bir karar olarak düşünüyorum. Öte yandan, Türkiye televizyonlarında ve hatta bazı ana akım filmlerde, Kürt halkının temsili açısından neler düşünüyorsunuz? Kürt karakterleri canlandıran oyuncuların büyük bir çoğunluğunun, konuşma üsluplarından, fiziksel görüntülerine ve yaşam şekillerine kadar birçok şeyin gerçekliği yansıtmadığını, idealize edilmiş bir görüntünün önümüze sunulduğunu düşünüyorum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Türkiye televizyonlarında onları izleyenlerin ve üretenlerin büyük bir çoğunluğu Kürt toplumunu hiç tanımayan bir kesim. Tanımak derken, derinlikli bilmek, kültüründen insanına kadar... Kültürün gerçek dilini ve şivesini bilmedikleri için izleyici gösterilenleri komik zannediyor. Ama ben bu tarz işleri izlerken o dili ve folklorik değerleri yanlış kullandıkları için, ister istemez o filmle aramda duvar örülmeye başlandığını hissediyorum.
Televizyon ve bazı ana akım filmlerde gösterilen; kültür, anne baba, aile değerleri dahil birçok şey bana yapay geliyor. Topluma dair gerçek anlamda bir analiz örneği yok. Böyle yapılmasının devam edilmesini istemiyorum. Örneğin, ben bir yönetmen ve Egeli olmayan bir birey olarak Ege’nin hayatını, kültürünü ve hikâyenin gerçekliğinin dışında komik bir şekilde sunarsam o insanlara hakaret etmiş olurum. Şu anda da dizilerde Ege kullanılmaya başlandı, sanırım Güneydoğu ve Karadeniz Bölgesi bitti. Ekranın karşısında onlar da doğru bir şekilde temsil edilmiyor. O kültürden birilerinin çıkıp bunun doğrusunu yapmaları lazım, Kürt sinemasındaki örnekleri gibi.
Filminizde anlatılan iki kardeşi izlerken bir çeşit sözsüz dilin muhteşem varlığını düşünüyoruz. Buradan hareketle soruyorum: Dil ayıran bir şey midir, birleştiren mi?
O işaret dili, sadece o iki kardeşin işaret dili. Onun dışında başka bir köyde geçerli değil. O dilin bir sürü göstergesi o köye ait şekillerdir. Atıyorum, senin suratında bir yara vardır, o yarayı işaret ederek seni tanımlıyordur. Köydeki bir yerin ismi, bir yerin şekli, bir insanın fiziksel durumu işaretteki dili olmuştur. İlkel bir şey ama bir o kadar da modern, çünkü iletişim ne olduğunu da kavrayabiliyorsunuz. Cevabım ise her ikisi de, hem birleştiren hem ayıran...
Belgeselde, sıkça dayanışma, birliktelik görüntüleri izliyoruz. Topluma vurgu yapmış ve bu görüntüleri özellikle göstermeyi tercih etmiş gibisiniz. Hayvanların sözsüz dillerini belgeselde hissedebiliyoruz. Buradan hareketle biraz ütopik bir soru soruyorum: Sizce doğada demokrasi var mıdır?
Belgeselde göstermek istediğim hayvanların da insanlarla aynı duyguları hissedebildikleri aslında. İnsanlarla bir şeye telaşlandıklarında onlar da telaşlanıyor. Üzüldüklerin de onlar da üzülüyor, sevindiklerinde onlar da seviniyor. Zaten oradaki her insan, her hayvana bir isim veriyor ve o hayvanlar isimlerini biliyorlar, iletişimin farkındalar.
Öte yandan ben demokrasi kavramının aslında doğada çok işlemediğini düşünüyorum. Hayvanlar kaostan bu şekilde kurtulmuşlardır. Demokrasinin insan gibi iradesi zayıf canlılar için geçerli olduğunu düşünüyorum çünkü insan kendine bile adil olamayabiliyor bazen.
Reha Erdem’in Jin filmi ve Özcan Alper’in Gelecek Uzun Sürer filmleri ile ilgili neler düşünüyorsunuz? Konuya yaklaşımları nasıl?
İki filmi de izledim ama ikisi için de herhangi bir şey söylemek istemiyorum. Fakat demek ki onlar bu coğrafyaya ait kendi meselelerini gördüler ve böyle filmler yaptılar. Bu bir görüş meselesi.
Biraz da belgeselin çekim sürecinden bahsedelim. Süreç nasıl işledi, destekler ne yöndeydi?
Belgeselin çekimlerine 2013’te başladım. En başta bu fikir bir belgesel projesi olarak doğmadı. Unuttuğum insanların yüzlerini çekip, bir portre-video art serisi yapmak istiyordum. İstanbul’dan Kars’a aile ziyareti için döndüğümde Taso ve Çao ile tekrar karşılaştım. Doğup büyüdüğünüz yerden bir süre koptuktan sonra o yere geri döndüğünüzde her şeye daha farklı bakmaya başlıyorsunuz. O dünyayı tekrar merak etmeye başlıyorsunuz. Sonuçta ben oraya kendimi yabancılaşmış hissetim kendimi ve kardeşlerin o dilleri dikkatimi çekmeye başladı. O dille yaşamlarını sürdürüyorlar ve mücadeleyi bırakmıyorlar. Onları dört yıl boyunca dört mevsim takip ettim. Film çekim sürecini tek başıma kotardım; ses ve görüntü dahil. Bir nevi onların bir gölgesi gibiydim artık. Kalabalık olsaydık eminim ki bu iki kardeş yeterince doğal davranamayacaklardı. Daha sonra post prodüksiyon süreci için Yeni Film Fonu’ndan destek aldık. Ama bir de çekim öncesi desteğe ihtiyacımız vardı. Filmin ekonomik olarak pek bir getirisi olmadığı için çok kolay destek bulamayacağını düşündüm. Bir takım destekler aldım ama onlar Taso ve Çao’yu çok sevdikleri için bu desteği sağladılar. Asıl büyük çaplı destek arayışlarımız ise sosyal medyada başladı. Fongogo adlı sitede, kendi yaptığım resimleri filme bir şekilde maddi destek sağlayan insanlara hediye etmeyi teklif ettim. Bir de filmin jeneriğinde destekçi olarak görülecektiler. Başta böyle düşündüm ama çok ilgi görmedi. Sonra aynı mantıkla 19 – 22 Mart 2016 tarihleri arasında Arnavutköy Joint Idea‘da bir sergi açtım, oradan gelen parayla da bu filmi gerçekleştirebildim.
Son olarak gelecek projelerinizden bahsedebilir miyiz?
Yazmakta olduğum bir uzun metraj film senaryosu var ama henüz konuşmak için çok erken.