Yazarı Sema Elcim’in “Kendi geçmişimden yola çıkarak ulaştığım bir kimlik arayışı ve yalnızlık temasının yansıması” olarak tarif ettiği, 90’ları fonuna alan Sen Ne Güzeldin Aşkımızın Şehri oyununu yazarı Sema Elcim, yönetmeni Nagihan Gürkan ve sanat yönetmeni Başak Bugay ile konuştuk.
Feramuz Pis! ve Gabriel’in Düşü oyunlarından usa aldığımız 2020 menşeili Tiyatro DEA’nın yeni oyunu Sen Ne Güzeldin Aşkımızın Şehri… Sema Elcim’in yazdığı, Nagihan Gürkan’ın yönettiği, Başak Bugay’ın dekor tasarımı ve sanat yönetmenliğini üstlendiği oyunu tek başına muazzam bir şekilde sırtlayan (hem de ilk defa tek kişilik oyun mesaisiyle) oyuncu, Timsah, Westend - Batının Sonu, Romeo ve Juliet’teki oyunculuklarından tanıdığımız Naz Çağla Irmak. Süpervizörlüğünü Ayşenil Şamlıoğlu’nun yaptığı oyunun dramaturjisi Selen Korad Birkiye’ye emanet. Yaşam mesaisi koşturmacasında uzaklaştı(rdı)ğımız 90’lara yakın kadrajdan bir hatırlatma çeken oyun: “Farklı disiplinleri aynı anda sahneye taşımayı hedefleyen ekip, video art illüzyonu ve “performansını bekleyen dekor” olarak tarif ettikleri karışık malzeme, heykel ve resim çalışmalarından oluşan mekânsal yerleştirmeleri ile izleyiciyi içe dönüşe ve yüzleşmeye teşvik ediyor.”
İç ses: Son yıllarda, yüzleşme ve travmalarımızı ne kadar sağaltabiliyoruz bilmiyorum -zira yüzleşmelere de doyamıyoruz- ama nostalji treninde yerinizi almak için değil de belleği (bir de buradan) tazelemek adına bu hikâyenin peşine düşmenizi salık veririm!
Işık tasarımında Utku Kara, video tasarımında Kaan Temizkan, efekt ve ses tasarımında Vehbi Can Uyaroğlu, hareket tasarımında Salih Usta, kostüm tasarımında da Işıl Çelik’in imzası bulunan, tek perde, 80 dakikalık oyunun yaratıcıları ile konuştuk. O vakit, röportajın yamacına düşmeden evvel, fonumuza da oyunun bize veda busesini sarkıttığı Ahmet Kaya’nın söz ve müziğini yaptığı (1995) “Beni Bul” şarkısını ekleyebiliriz. Bu vesileyle Cumartesi Anneleri’ne de selam olsun! (Es notu: Oyunu, 26 Nisan ve 10 Mayıs’ta DasDas’ta, 4 Mayıs’ta Metrohan’da, 25 Mayıs’ta Caddebostan Kültür Merkezi’nde dikize yatabilirsiniz. / Fotoğraflar: Esra Fıstık.)
Sondan başlayalım isterim; kişisel yaşamınız ve sanat / tiyatro hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z Raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025 yılı için uzun ve kısa vadede dünya insanlarına ve tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?
Nagihan Gürkan: Bu aralar cevap vermek bir yana, üzerine herhangi bir yorum yapmaktan bile neredeyse korkacağım bir soru! Her şey çok karışık geliyor bana, seyirci olarak da üreten olarak da konumlanamadığımı hissettiğim bir süreç. Beklentiler (hem kendimden hem izleyenin benden) ve yapmak istediklerim arasında sıkışmaya başladığım bir sürece, hiç olmadığı kadar keskin bir şekilde girmiş durumdayım. Tabii ki üretme arzum baki, umudumuz sonsuz. Bekleyip görelim demek sanırım en net cevabım olur.
Başak Bugay: Ben, tiyatronun giderek daha önemli bir disiplin olacağını düşünüyorum. Bütün güzel sanat dalları için de söylenebilir bunu ama birebir insan etkileşiminin olduğu tiyatro için daha çok… Toplum gerçek mekânlara, gerçek ilişkilere daha çok ihtiyaç duyacak. Gündüz Vassaf, “En büyük sanat insan ilişkileridir” demişti. Ben de böyle düşünüyorum.
Gelelim, “Doğduğu Bursa’dan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni kazanmasıyla İstanbul’a okumaya / yaşama gelen Ebru’nun hikâyesinin anlatıldığı ve fonda da 90’lı yılların bir nevi topoğrafyasını çizen Sen Ne Güzeldin Aşkımızın Şehri oyununa… Öncelikle bu hikâye nasıl doğdu? Sahnede görmeye heves ettiren meramınız neydi?
Sema Elcim: Benim yazar olarak ilgilendiğim konular, göç, öteki ve azınlık olma hâli ve bunların yarattığı bireysel yalnızlık duygusu. Sen Ne Güzeldin Aşkımızın Şehri de kendi geçmişimden yola çıkarak ulaştığım bir kimlik arayışı ve yalnızlık temasının yansıması. Fikren yalnızlık, yeni gelinen bir şehirde cismen yalnızlıkla birleştiğinde, belirli siyasi ideallerin gölgesinde büyümüş bir genç kızın kendine sığınacağı bir ağaç gölgesini arama hikâyesini anlatmak istedim bu oyunda.
Nagihan Gürkan: Sema’nın sözleri ışığında söylemek isterim ki, yönetmen olarak metni okuduğumda bana ilk çarpan “ait olma” hissi olmuştu. Bir yere ait hissetmek için hayatta yapabileceklerimizin sınırsız olduğunu düşünüyorum. Görülmek, ait hissetmek anlatmaktan asla bıkmayacağım konular sanırım.
Başak Bugay: Oyunda herkes kendi perspektifinden ve kendi sanatsal dilinden hareket etti. Ben, “bu çocuğun korunması gerek” kaygısı duydum. Genelde de işlerimde -bu kadar zorbalığın ve şiddetin olduğu bir dünyada- mahremiyet ve güvenlik temalarıyla uğraşıyorum. Dolayısıyla Ebru’nun en çok güvenli bir ruhsal alana ihtiyacı olduğunu düşündüm ve bunun maddi karşılığı olarak da kutular konseptinden hareket ettim. Sema’nın metni ve Nagihan’ın rejisi, bana göre daha dışa dönük bir üslup taşıyor. Güzel bir orta yol bulduğumuzu düşünüyorum, kendi adıma sonuçtan çok mutluyum.
Oyunu sahneleme aşamasında hangi tür enstrümanları masaya yatırdınız? Süreçte sahnelerken öncelikleriniz veya dikkat kesildiğiniz alanlar nelerdi?
Nagihan Gürkan: Benim için oyuncunun seyirciyle kurduğu ilişki her zaman birinci sırada. Bu konu oyunun yapısından bağımsız bir şey, seyirciyle şimdiki zamanı, an’ı paylaşmak meselesi belki en büyük derdim. Belki de bu mesleği yapma hevesimin kaynağı. Orada bir giz, bir amaç olmadan sahnenin seyirciyle kurduğu iletişimdeki dürüstlük ve onun bizi dönüştürme gücü benim için çok kıymetli. Bu oyuna da böyle bir yerden başladım. Oyunda seyirciyle direkt ilişki kurulan yerler çok ve zaten tamamı seyircinin varlığını yadsımadan anlatılan bir hikâye bu. Böyle bir yapıda da oyunculuk birincil konumuz. Oyuncunun tüm varlığıyla, hiçbir şeyin arkasına gizlenmeden orada olabilmesi benim en büyük meselemdi. Sonra sahnenin diğer enstrümanları geliyor; onlar da mümkünse oyuncuyu ve seyirciyi şimdiki zamanda tutacak unsurlar olarak işlerse amacına ulaşıyor, yoksa süs gibi kalıyor. Belki o anlamda videolardan söz edebilirim; genel olarak video kullanmayı seviyorum, görüntü ve sahneyi iç içe geçirebildiğim bir yapı kurabilmek önemli benim için. Oyunu okuduğumdan beri kafamda hep görüntüler dolaşıyordu, oyunun 90’lar dünyasına da hizmet ettiğini düşünüyorum. Videolar belki üzerine en çok konuştuğumuz şey oldu. Başak’ın eserlerindeki şahane dünyası ve Vehbi’nin kalbimi eriten müzikleri de çok çok önemliydi. Hepsi süreçte inşa oldu ve bu çok güzel geliyor bana, sanki her şey provalar sürecinde doğdu ve büyüdü. Bir yandan da başından beri bizimle olan Ahmet Kaya şarkıları vardı.
Oyunun derdi, meramı nedir; sürprizi kaçmadan, biraz siz yaratıcılarının kadrajından / gözünden dinlemek isteriz?
Başak Bugay: Kişinin yaşamının her döneminde ve zamansız olarak ilişki kurabileceği bir oyun bu… Kabul edilmek, ait hissetmek bugünün ve geleceğin gencinin de içinden geçeceği doğal bir süreç. 2000’lere kadar gençliğin avantajı, bu ihtiyaçlarını bulabileceği örgütler, dernekler, hareketler olmasıydı. Biz kırıntılarla idare ettik ama bugünün gençliği 1980 darbesinin tam sonuçlarını yaşıyor; ülkede bilgi birikimi yok, üretim yok, örgütlenme yok, kendine model alabileceği insanlar da yok. Ne yapsın, makyaj videosu çekip dans ediyor vs… Oyunda Ebru’nun, bugün müzelik görülen arayışı, 90’larda çok yaygın ve standart bir durumdu. Oyunun, incelikle bunu hatırlamasını anlamlı buluyorum.
Sema Elcim: Derdi çok bir oyun bu. Bir kadının birey olma aşamasında önce ailede, sonra da toplumda karşılaştığı dirençler ve daha da doğrusu “erk” diye adlandırabileceğimiz olguyla mücadelesi var temelde. Sonra siyasi düzlemde bir kimlik arayışı var. 1980’de yurt dışına kaçmak zorunda kalmış eski bir öğrenci lideri olan dayının geride bıraktığı mirası üstlenme ve -dayının- bıraktığı yerden mücadeleye devam etme çabası içerisinde karakterimiz. Fakat dayının bıraktığı miras, 60’lar gölgesinde yaşanmış bir 70’ler sol hareketi iken, (karakterimiz) Ebru siyasi ideallerini 90’lar atmosferinde gerçekleştirmeye çalışıyor.
Bugünün / günümüz kadrajında “Sen Ne Güzeldin Aşkımızın Şehri” hikâyesi ve karakter(ler)i nereye denk düşmekte ve sisteme eleştirisini hangi tondan ve renkten yapmaktadır?
Sema Elcim: 90’lı yıllar, Türkiye tarihinde henüz önemi ve anlamı yerini bulmamış olan bir dönem bana göre. Bir tarafta hızla yükselen ve başkalaşan bir popüler kültür diğer tarafta ise bugünü yaşamadan önce geçtiğimiz bir karanlık tünel. Faili meçhul cinayetler, siyasi skandallar, 28 Şubat süreci ve bunlara eklenebilecek birçok bilgi var toplumsal belleğimizde ve aslında bugünü daha iyi anlamak için o yıllara bir dönüp bakmak yeterli. Ben tüm bu süreci, dayısının bıraktığı kitaplardan edindiği 60’lı ve 70’li yılların taze bilgisiyle, İstanbul Üniversitesi’nin Türkiye’nin küçük ölçekte bir yansımasını temsil eden politik ortamında kendine bir yer arayan ve taşranın saflığından henüz uzaklaşmamış bir genç kızın bedeninde ve zihninde görmek istedim. Derdimizi hangi ton ve renkte anlattığımıza gelirsek, önce bir şehre sonra da okuduğu kitaplardan tanıdığı bir erkeğe âşık oluyor Ebru. Büyük bir hevesle aradığı politik çevreyle de tanışıyor, sonradan en yakın arkadaşı olacak olan peruklu ve başörtülü bir genç kadınla da. Bunların hepsi türlü renk ve tonda çıkıyor seyircinin karşısına. Ama oyunun en koyu rengi, başta da bahsettiğim “erk” odakları. Onların tonu hiç açılmıyor.
Sema Elcim, Nagihan Gürkan, Ayşenil Şamlıoğlu, Başak Bugay, Selen Korad Birkiye ve Naz Çağla Irmak; her biri, kendi hayat ve tiyatro mesaisinde meramı olan şahane altı kadın… Tiyatro DEA çatısındaki bu hikâyenin meramında bir araya gelmenin sahne arkası nasıl oldu?
Nagihan Gürkan: Sema inanılmaz biri, yazarlığından söz etmiyorum sadece, insan olarak; inancı, inadı, sabrı... Gerçekten hediye gibi, bu dönem benim hayatıma. Sema bir şekilde hepimizi bir araya topladı ve şimdi dönüp ekibe baktıkça, ne de güzel yapmış diyorum. Çağla ile Romeo ve Juliet’te çalışmıştık, bu süreçte resmen taçlandı yönetmen-oyuncu ilişkimiz. Tutulduk birbirimize resmen. Ayşenil Hoca ile yıllar önce Şermola Performans’ın bir projesinde bir araya gelmiştik. Aynı projenin farklı oyunlarındaydık, dilerim ki bundan sonra yollarımız hiç ayrılmasın. Başak’la da öyle; işlerini görüp hayran olmamak mümkün değil, birlikte çalışmanın keyfi de çok büyüktü, hep birlikte üretelim isterim. Selen Korad Birkiye hep çalışmak istediğim biriydi. Ekipteki her bir kişi sürece o kadar kendini teslim etti ve o kadar neşeyle çalıştık ki (arada benim saçımı örmeye başladığım anlar hariç!) Sema’ya, bizi bir araya getirdiği için tekrar tekrar teşekkür ediyorum.
Sema Elcim: Ben bu noktada sezgilerimle hareket ediyorum aslında. Selen Korad Birkiye, tiyatro oyunu yazma serüvenimde ilk günden beri desteğini aldığım ve çok güvendiğim hocam. Gabriel'in Düşü’nde de beraber çalıştık kendisiyle. Her yazara dilerim onunla çalışmayı, hatta dost olmayı. Sen Ne Güzeldin Aşkımızın Şehri’ni daha yazmadan önce, farklı sanat dallarını bir araya getiren bir disiplinlerarası çalışma yapmayı kurguluyordum. Başak Bugay bu noktada devreye girdi. Kendisinin yıllar önce Zilberman’daki bir sergisinde gördüğüm çalışmalarına tutulmuştum. Bana bir tiyatro oyunu içinde dolaştığım hissini vermişti. O günden sonra, Başak’la bir gün çalışmayı kafama koydum. Naz Çağla Irmak çok beğendiğim bir oyuncu. Pandemi sırasında sevgili Çiçek Dilligil’in evinde Gabriel’in Düşü’nü okumuştuk. O zamandan beri aklımdaydı Çağla. İtiraf etmem gerekirse, şanslı bir yazarım, gerçekten çok başarılı yönetmenlerle çalışma imkânım oldu. Feramuz Pis!’te Oğuz Utku Güneş ve Gabriel’in Düşü’nde Ahmet Sami Özbudak’la çalıştıktan sonra Nagihan da bu konudaki şansımın devamı oldu. Öncelikle çok sağlam bir kadın ve iyi bir dost Nagihan. Onunla çalışmak harika bir deneyimdi. Metni analizi, her adımda önümüzde yeni kapılar açması, yaratıcılığı ve çağdaş yaklaşımı yazar olarak beni ve aslında tüm ekibi çok rahatlattı ve motive etti. Ayşenil Şamlıoğlu ise hepimiz için bir şanstı. Arkamızda sapasağlam bir duvar gibiydi. Desteğini, emeğini, bilgisini ve sevgisini hiç esirgemedi.
Başak Bugay: Sema, birlikte çalışmayı teklif ettiğinde çok mutlu oldum, çok heyecanlandım. Baştan sona kolektif bir çalışmada grubun bir parçası olmayı hep deneyimlemek istemişimdir. Öte yandan bir görsel sanatçı olarak şimdiye kadar her şeyi tek başıma yaptım: Karar verdim, uyguladım, sergiledim. Dolayısıyla bu çalışmayı nasıl yapacağım konusunda endişelerim oldu. Fakat Sema, her şeyi öyle güzel kurgulamış ve hepimizi öyle akıllıca bir araya getirmiş ki, çok uyumlu ve çok iyi çalışan bir ekip olduk. Tadı damağımda kaldı, hep bir araya gelelim, üretelim isterim. Nagihan’ın hem şefkatli hem otoriter duruşunu, verdiği kararların isabetini; Çağla’nın disiplinini ve yeteneğini ve sonradan katılan Salih Usta’nın dokunuşlarını hayran hayran izledim. Ayşenil Hoca’nın varlığı ve geri bildirimleri ise paha biçilmezdi... Bu işte kimse kendine çalışmadı, herkes oyun için çalıştı.
Oyun sonrası us’umda beliren Fransız sosyolog, antropolog Pierre Bourdieu’nun Ayrım adlı kitabından şu pasajıydı: “Gazete okumak denilen tiksinç ve şehvetli edim sayesinde son yirmi dört saat içinde dünyamızda gerçekleşen felaketler, talihsizlikler, elli bin insanın yaşamına mal olan savaşlar, cinayetler, grevler, iflaslar, yangınlar, zehirlenmeler, intiharlar, boşanmalar ve bir de devlet adamlarının ve oyuncuların abartılı duyguları, hiçbir şeyi umursamayan bizler için, bir sabah keyfine dönüşüyor ve bütün bunları, belki biraz abartılı bir heyecanla, tavsiye üzerine sabahları içtiğimiz birkaç yudum sütlü kahveyle birlikte hazmediyoruz.” Buradan hareketle sorum, oyunu yaratım ve provalar boyunca, sizin fonunuzda veyahut kafanızda sürekli dönen dolaşan neydi?
Sema Elcim: Oyunu yaratım sürecinde 90’lar siyasi panoramasında epey vakit geçirdik. Oradan bugünü görmeye çalıştık. 90’lı yılları hazırlayan önceki on yıllar üzerine okumalar ve tartışmalar yaptık. Başlarda her buluşmamız, Türkiye siyasal tarihi üzerine uzun konuşmaların yapıldığı oturumlara dönüştü ve bu fikir alışverişi bizi çok besledi. Müziğimiz ise zaman zaman dönemin popüler müziği olsa da ağırlıklı olarak Ahmet Kaya idi. Dönemin politik olaylarının ve siyasi skandallarının videolarını izledik. Hatta oyunda yer alan Samatya’daki küçük mekânda yapılan buluşmaların bir benzerini yapıp Vedat Türkali karakterlerine dönüştük!
Başak Bugay: Özellikle Sema, Nagihan ve benim için, bu oyun gençliğimize dönüş demekti. O zamanlar nasıldı, o öyle mi söylenirdi, bak şu olmuştu, ne yapmıştık gibi hatırlayacak, ortaklaşacak, duygulanacak çok şey paylaştık.
Coğrafya itibariyle adeta her gün travmalar geçidi… Oyun minvalinde 90’lar bir yanıyla hâlâ travmamız; seyirci ile buluşmalarınızdan nasıl etkileşimler alıyorsunuz?
Sema Elcim: Oyun sonrası, sohbet ettiğim seyircilerde ortak bir davranış fark ettim. Birçok şey söylemek istiyor gözleri. Ancak yakın dönemin taze kalması beklenen hatıralarının belleğin ücra köşelerinde kapatıldıkları yerden çıkıp gelmeleri kolay olmuyor, inceden bir hüzün hissediliyor.
Nagihan Gürkan: Gerçekten herkes boğazında bir düğümle çıkıyor oyundan, ben de görüyorum. Bir de Ebru’yu o kadar çok seviyorlar ki, bunu görmek gerçekten çok mutlu ediyor beni.
Başak Bugay: Bir izleyici olarak, tek perde, tek kişi 80-90 dakikalık bir oyun genelde beni tedirgin eder. Fakat bizim oyunun, çoğu izleyicinin de ortaklaştığını duyduğum, şöyle bir güzelliği var: Giderek temposu artıyor ve kreşendoyla kapanıyor. Çağla muazzam bir yetenek, aksaklıkları bile ustalıkla atlıyor ve seyirciyi başından sonuna etkisine alıyor.
Oyunda en sevdiğiniz bölüm, replik hangisi ve neden?
Sema Elcim: “İstanbul’da bir de Heybeliada varmış, bir de Mustafa Aleviymiş.” Bu replik oyunu tek cümleyle tanımlıyor gibi geliyor bana. Belki de bende böyle bir karşılığı var, bilemiyorum.
Nagihan Gürkan: Ebru bir eyleme katılıyor ve bir an şöyle diyor: “Ben solo sloganlar bile atıyorum (ki hayatınızda en az bir eyleme katılmışsanız solo slogan atmanın nasıl bir cesaret olduğunu, varlık göstergesi olduğunu hemen anlarsınız!)... Etrafımda bana eşlik edenler oluyor. Sonunda beni görenler, sesimi duyanlar var.” En sevdiğim replik bu. Ebru’nun görüldüğünü hissettiği o an, benim de içimi titretiyor. Beni üniversite yıllarıma götürüyor, Ebru’ya hem sarılmak hem de varoluş kaygısıyla biraz kafa bulmak istiyorum!
Başak Bugay: “Etiler, İstanbul’un en lüks semtiymiş…” Net olarak bu cümle bende kalıyor, neden bilmiyorum. Oradaki mahcubiyet ve yenilgiden sonra gidip Ebru’yu kucaklamak istiyorum.
Tesadüf bu ya, oyundaki karakter(ler)le aynı mahalle ya da apartmanda tanışsanız. Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz. Ve bir vakit de aynı masalarda kelama düşmüşünüz. Onlara bir cümleniz olsa, bu ne olur?
Başak Bugay: Ebru’ya, “Sen anlat, ben dinlerim” derim!
Nagihan Gürkan: Nedense büyük Ebru geldi aklıma (sahnelerken bizim için böyle bir ayrım oluştu, tüm bunları yaşamış ve bize anlatan bir büyük Ebru var), ben onunla aynı masaya oturdum sen bunu sorunca. Çok gerçek biri bence büyük Ebru, insanın yarım saat içinde en yakın arkadaşı olacak biri. Ve keşke bir vapur yolculuğunda denk gelseydim büyük Ebru’yla, hayattaki çok basit ama insanı çok mutlu edecek bir şeylerden söz etseydi bana, biraz şaşırsaydım… Ona ne derdim bilmiyorum ama Karaköy’de bir şeyler içmeyi teklif ederdim sanırım.
Son zamanlarda sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi, kitap veyahut bir fotoğraf karesinden neler var; paylaşırsanız, bizler de nasiplenelim isterim?
Nagihan Gürkan: Belki geç kalmış bir cevap bu, herkes artık onu tanıyor belki ama ben, Pelin Abay’a bayılıyorum oyuncu olarak, onu izlemek resmen beni hayata bağladı. Geçen sezonun sonunda izlemiştim. İnancı, enerjisi, yeteneği müthiş. Bir de yine biraz geç kaldığım oyunlardan biri; Eksi On Altı Kollektif’in Prima Facie / İlk Bakışta; metin müthiş. Ve oyuncusu Olcay (Yusufoğlu) da çok güzel oynuyor. Metne yaklaşımlarını da çok sevdim ben, gerçek ne sahne gerçekliği ne gibi bir sürü tartışmaya ışık olacak bir mesafeyle rejilemişler oyunu.
Sema Elcim: Ben de iki oyununu seyrettiğim Pelin Abay’ı çok beğeniyorum. Ayrıca belki biraz geç olsa da 9/8’lik Kıyamet’te keşfettiğim Oğulcan Arman Uslu var. Son zamanlarda izlediğim The Brutalist filminden de çok etkilendim.
Önümüzdeki günlerde tiyatro maceranızda bizleri neler bekliyor; masanızda veya kafanızda gelecek proje ve programınızdan bahseder misiniz?
Nagihan Gürkan: Ben oyunculuğa geri döndüm. Böyle söyleyince Teoman gibi hissettim kendimi! Uzun yıllar sonra oyuncu olarak bir oyunda yer alıyorum. 15 Nisan’da prömiyer yapıyoruz: Kediler Bataklığı. Bir de Antigone uyarlamam vardı, daha önce üzerine çalıştığım; birkaç yapım görüşmeleri yaptığımız, belki onu hayata geçirebilirim yeni sezonda. Bir de Sema ile bir şey konuşuyoruz ama çok başında şu an.