İlk kısa filmi Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok ile pek çok ödül alan ve Boş Şehir ile uzun bir aradan sonra tekrar tiyatro sahnesine dönen oyuncu ve yönetmen Umut Beşkırma ile sinemaya, tiyatroya dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Birçok sinema filminde ve tiyatro oyununda oyuncu olarak yer alan Umut Beşkırma ilk kısa filmi Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok ile ilk yönetmenlik maharetini ortaya koydu. Beşkırma aynı zamanda Kinema Film çatısı altında yapımcılık işlerine de devam ediyor. Sinemayla bu kadar doluyken sezonun başında Mehmet Tekatlı ile rollerini paylaştığı Boş Şehir isimli oyunla birlikte oyunculuğa geri döndü. Bunca yoğunluğu arasında Umut Beşkırma ile sinema ve oyunculuk ekseninde konuştuk.
İlk olarak sinemadan başlamak istiyorum. Oyunculuk bölümü mezunusun, birçok projede yer aldın. Kamera önünden kamera arkasına geçme kararını nasıl aldın, bunu seçmende neler etkili oldu?
Bununla ilgili bir planım yoktu, aslında tesadüfler etkili oldu. Nihan Belgin’in çektiği Fırça Darbesi isimli kısa filmde oynadım. Orada kısa filmin şartlarının oldukça zorlu olduğunu gördüm. Oynuyordum ama etrafımdakilerin yardıma ihtiyacı vardı. Ben de oyunumu bitirip oturmadım, bir şekilde sette bir işin ucundan tutmaya başladım. O film sürecinde kamera boşta duruyordu aldım kamera arkası çektim; çünkü onu çeken kimse yoktu, insanlar başka şeylerle uğraşıyordu. Sonuçta çok büyük bir ekip de yoktu. Oyuncu olarak kameranın önündesin arkasını düşünmüyorsun, kendi rolüne konsantre oluyorsun çoğu zaman. Derken "ne yapabilirim?" diye düşünürken Nihan’la projeler konuşmaya başladık. Gittikçe işin içine girdim. Filmlerin kamera arkalarını izlemeye başladım, bu işin tekniğini öğrenmeye çalışıyordum; çünkü sinemanın teknik bir tarafı var, sadece duygularla ilerleyemezsin. Çok maliyetli ve teknik boyutu üst düzey, bunları bilmen gerekiyor. Oyuncu olarak başkalarına bağlısın, birileri sana rol vermeli, birileri hikâyeyi yazıyor, birileri çekiyor, sen sadece o hikâyenin bir parçasısın. Bu çok güzel bir şey ama ben istiyordum ki kendi hikâyelerimi anlatayım. Sinemanın olanaklarını keşfettikçe “kendi hikâyemi anlatabilirim; çünkü bunu nasıl anlatacağımı biliyorum” demeye başladım. Sonuçta kafamda her zaman hikâyeler vardı, oyunculuk okudum hep hikâyelerin içindeydim. Ama yavaş yavaş hayatla ilgili dertlerim olduğu için, “ne yapabilirim?”, “nasıl anlatabilirim?” diye düşünmeye başladım. Tekniğini gördükçe, içine girdikçe hikâyeler tamamlanmaya başladı kafamda ve o dönem oyunculuğu biraz geri plana atmaya başladım. Süreç böyle oldu gibi.
Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok isimli kısa filminle ilk yönetmenlik maharetini ortaya koydun. Film pek çok festivalde ödül aldı ve almaya da devam edecek gibi. Peki neden ilk filmini kısa film olarak çektin?
Aslında bir kısa film çekme kararı vermemiştim. Bir uzun metraj yazmaya başladım, 13 aylık bir yazım süreci oldu. Benim niyetim onu yapmaktı; çünkü sinemayla ilgili hayal ettiğim şeylerin hiçbiri kısa film olacak gibi değildi. İstediğim zamanda, istediğim genişlikte anlatmak istiyordum. Sonra çok uzun bir senaryo süreci oldu ve zor bir senaryoydu, bütçesel açıdan da zor bir hikâye oldu, çok sert bir anne-kız ilişkisi üzerineydi. Senaryo yazım sürecinde çok yoruldum, çok yalnız bir iş. Senaryoya daha çok çalışmam lazımdı fakat süreçten çok yorulmuştum. Derken bir anda Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok’un hikâyesi geldi. Ben bunu yazıp, çekeyim dedim çünkü bir şeyler çekmek ve anlatmak istiyordum artık. Nasıl olacak görmek istiyordum. O da çok kısa olmadı 25 dakika süren bir kısa film oldu. Senaryonun ilk hâli çok daha uzundu, çok kısa yazamıyorum. Kısa filmin bir anlatım tarzı, bir esprisi var aslında ama ben hikâyeyi istediğim şekilde, istediğim sürede ortaya koymak istiyorum. İşte böylelikle senaryoyu yazdım, onun çekim ve prodüksiyon sürecinden sonra Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok ortaya çıktı.
Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok’un hikâyesinin ortaya çıkışı nasıl oldu? Oyuncu seçimi ve filmin çekim sürecinden bahseder misin?
Kafamda bir sahne oluştu aslında o sahneden yola çıkarak Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok’un hikâyesi ortaya çıktı. Bir gece, karanlık bir öğrenci evi, bir telefon çalıyor, çocuğun biri telefonu açıp dinliyor, karşı tarafın ne söylediğini bilmiyoruz. Bir sonraki planda çocuğu İstanbul’da karla kaplı büyük bir caddede, bata çıka bir yere giderken görüyoruz. Sonunda anlıyoruz ki gittiği yer adli tıp ve sevdiği birinin cesedini tespit etmek için orada. Bu sahneler geldi gözümün önüne. İnsanın sevdiği birini kaybetmesi, onu araması ve bütün bu bilinmezlik. Belirsizlikler hayatta çok korkunç oluyor ve belirsizlik sinema için çok iyi bir malzeme. Buradan yola çıkıp, kayıp hikâyelerini düşündüm ve bu sahneyi başka karakterlerle yazmaya başladım. Ben karanlık hikâyeleri seviyorum; çünkü umudu karanlık hikâyelerin içinden buluyorum. Hayatın karanlık bir yer olduğunu içine sindirdiğin zaman, hayatın kolay bir yer olmadığını anladığın zaman ve bunu anlattığın zaman izleyende bambaşka bir karşılık buluyor. Umut da bence hayatın karanlık olduğu konusunda net olduğun zaman ortaya çıkıyor.
Böylelikle senaryo sürecim başladı. Bahsettiğim kayıp meselesi karanlık bir hikâye ve bu hikâyeye başka karanlık hikâyeler de ekledim. Çünkü uçları seviyorum. Uçlarda insan doğasının bütün o derinliği çıkıyor. Bizim hayatta yaptığımız eylemler bulunduğumuz durumlarla ilgili. Seni zorlayacak bir şey yaşadığın zaman inanılmaz şeyler yapabilirsin, sen bile farkında olmazsın. Alive adında bir film vardı, uçak kazası oluyor. Karlarla kaplı bir yere düşüyorlar ve aylarca haber alınamıyor ve bir süre sonra kazada hayatta kalanlar ölen arkadaşlarını yemeye başlıyorlar. Bu düşündüğünde vahşi bir şey ama bizim de vahşi bir yanımız var ve bu ayıp bir şey değil.
Sonuç olarak karanlık hikâyelere karanlık hikâyeler ekleyerek bir yere varmaya çalıştım. Senaryo bitti cast süreci başladı. İpek Türktan’ı 2014’te Antalya’da Kusursuzlar filminde izlemiştim. O zaman İpek’i kafama yazmıştım ki bu proje yoktu aklımda. Ama senaryoyu yazarken İpek geldi gözümün önüne ve o kadın karakteri İpek’i düşünerek yazdım. Ahmet Kaynak’ı da 10 yıldan fazla bir zamandır tanıyorum. Aynı okuldan mezunuz, Semaver Kumpanya’da geçirdiğim zamandan tanıyorum. Ama Ahmet o karakter için biraz gençti, biraz daha çökmüş, hapisten çıkmış birini oynayacak oyuncuya ihtiyacım vardı. Ahmet’i tekrar bir Google’ladım ve orada bıyıklı, deri ceketli bir fotoğrafı vardı ve “evet, işte bu!” dedim.:) Cemil Büyükdöğerli’yi de oyuncu olarak biliyordum ve onun da resmi oturdu kafamda. Bir tane de çocuk oyuncum vardı, değişik bir deneyim oldu.
https://vimeo.com/178172129
Sen de bir oyuncusun, yönetmen koltuğunda otururken oyuncularla çalışman nasıl oldu?
Gerçekten oyuncu olmamın bir faydası olduğunu düşünüyorum; çünkü oldukça güçlü bir empati kurabiliyorum onlarla. Oyuncu açısından tiyatroda bazı şeyleri derinlemesine sorgulamak çok önemli olabilir ama bence film için oyuncuların birçok noktada çok daha az şeyi sorgulamaları gerekiyor. Ama onları da anlayabiliyorum, ayaklarının yere basmasını istiyorlar, her şeyden emin olmak istiyorlar. Ama hayatta da birçok şeyden emin değiliz. Herşey çok berrak değil. Bazı şeyleri sezgisel olarak çözmemiz gerekiyor. Oyuncularımın hepsi tiyatro kökenli oyuncular oldukları için her zaman, her şeyden çok fazla emin olmak istiyorlardı. Ben yönetmen olarak bir şeylerden zaten emindim, oyuncu olduğum için de her an ne hissettiklerini fazlasıyla anlayabiliyordum. Yalnızca oyuncu olduğum zamanlarda ben de çok fazla soruyorum, sorguluyorum ama bazen çok fazla sorgulamak bir şeylere zarar da verebiliyor. Bu dengeyi çok iyi kurmak lazım. İçgüdülere güvenmek lazım. Bir şekilde bu sorgulamayı bir yerde bırakmak gerekiyor ki onlar da bıraktılar bir noktadan sonra.
Bir hikâyeyi kısa metrajlı bir filmle anlatmanın imkânları ve zorlukları neler sence? Bu kısa metraj film sana neler öğretti?
Kesinlikle çok şey öğretti. Çok çalıştım bu filme. Türkiye’deki sinemanın başarılı bir noktaya varamamasının nedeni bizim toplumsal olarak kolaycılığa alışmamız, her şeyi hemen olsun istememiz, gerçekten emek vermeden karşılık beklememiz. Filmlerinin başarılı olamamasının nedeni çoğu zaman finansal eksiklikler değil, film üzerinde yeterince çalışılmaması. Detay detay çalışılmıyor. Bazen de sadece para bulmakla uğraşıldığı ve proje bir şekilde oldurulmaya çalışıldığı için de içerik çökebiliyor tabii. Ben eğer bir şey yapıyorsam onu sonuna kadar iyi yapmak zorundayım. “Neyi nerede çekeceğim?, Işık nerede olacak?, Rengi ne olacak?” gibi detayları da –ki detay değil asıl mesele bunlar-kafamda soru işareti kalmayana dek netleştiriyorum. Kısa filmde zamansal ve bütçesel olarak çok sıkışıktık, üç günümüz vardı. Üç günde 25 dakika çekmek ve böyle bir film çekmek zor. Hep yüksek duygu durumlarının olduğu, çok fazla farklı mekânda geçen bir film. O yüzden film yapmak sezgisel bir şey, yetenek önemli ama ben en çok çalışmaya inanıyorum. Ne kadar emek verdiğin, ne kadar kafa patlattığınla alakalı, ilham diye bir şey yok. Ben ne yapacağımı biliyordum, planım hazırdı, ekibim de çok iyiydi zaten bu sayede 25 dakikayı üç günde çekebildim. Bu benim para kazanmak için seçtiğim bir iş değil, kendimi anlatmak için, hikâyeler anlatmak için, hiç tanımadığım insanlarla aynı duygu birliğinde buluşmak için yaptığım bir iş. İstiyorum ki ben bir film yapayım ve insanlar yalnız olmadıklarını hissetsin. Ben de yalnız olmadığımı hissediyorum onlardan karşılık bulduğum zaman. Umut etmek ve güçlü olmak zorundayız bu hayatta. Bunu yakalamamız gerekiyor. Mutlu olmak için her şeyin bir arada olması gerekiyor ama mutsuz olmak çok kolay. O yüzden de mutluluğun peşinde koşmak yerine küçük şeylerle mutlu olma meselesini kavramamız gerekiyor. Çok karanlık bir film bu, çok karanlık hikâyelerle dolu ama sonunda gerçekten umudu ve gücü göstermek istedim ancak böylelikle birilerine dokunabilirim. Dünyaya gelmeyi biz seçmedik belki gidişimiz de hesapsız bir şekilde olacak ama bu aradaki sürede başka bir yerlerde olabiliriz.
Deneyimlerinden yola çıkarak Türkiye’de ve dünyada kısa metraj filmlere bakış nasıl?
Türkiye’de kolay ve amatör bir iş olarak görülüyor. Aslında kısa film bir tür. Bizde yine kolaycılık ve anı yaşayamamakla ilgili hep uzun metraja giden bir basamak gibi görülüyor. Festivallerde gördüğü değer de aynı, araya sıkıştırılıyor. Birçok uzun metrajdan iyi kısa filmler var. Bu işi hep gençlerin yaptığına dair algı var ki gençlikle alakası yok bu işin. Reha Erdem de kısa film çekebiliyor. Arada aklına bir hikâye gelir uzun metraja uygun değildir, kısa metrajda anlatırsın. Festivallerde de doğru saate koyup izleyiciyi çekebilirsin ama yapmıyorlar. Antalya Film Festivali güzel bir şey yaptı, kısa filmleri uluslararası uzun metrajlardan önce koymuştu mesela. Bu sinemacı için de motive edici; çünkü filmin birilerine ulaşıyor. Türkiye’de değer verdiğim festivallerden biri, İzmir Kısa Film Festivali. Bu konuya odaklanan, derinleşen ve değer katan bir festival. Dünyada da seni gerçekten bir sinemacı olarak görüyorlar.
Sinema eğitimin olmadığını biliyorum ama filmin yazım, çekim hatta prodüksiyon süreçlerine hakimsin. Sinemanı hangi temeller üzerine kuruyorsun peki ve bu temelleri nelerle sağlamlaştırıyorsun?
Yarım Kalan Mucize diye bir film yaptık ve o film benim okulumdu. Sinema okulunda öğrenemeyeceğim her şey orada vardı. Aslında ben sanatın hiçbir dalı için eğitime inanmıyorum. Tabii ki güzel insanlarla karşılaştırdığı için okulumu seviyorum. Mimar Sinan iyi bir okuldu. Tiyatro okudum orada. Sinema okumadım; çünkü görmek, anlatmak istedikten sonra sanatta birçok farklı imkân var bunun için. Oyunculuk yapabilir, roman yazabilirsin, heykel ve resim yapabilirsin... Benim hikâyemde de sinema karşıma çıktı. Merak etmek ve bütünsel bir şey anlatmak benim derdim; çünkü istiyorum ki ben yazayım, yöneteyim, kurgusunu da ben yapayım yani her şeyiyle ben ilgileneyim. Şu aşamada kendi filmlerimde oynamak çok tercihim değil. Kendimi düşünerek bir şey yazmıyorum zaten. Belki ileride değişebilir bu fikrim tabii.
Sinemamı ne üzerine kuruyorum, diye sorarsam kendime; etkileyici hikâyeler anlatmak istiyorum. Farklı biçimler de denemek istiyorum. İçimden ne geliyorsa onu yapıyorum aslında. Hiçbir stratejiye bağlı kalmıyorum. Sevdiğim filmleri, yönetmenleri düşünüyorum mesela. Filmi izleyende bir şey bırakmak zorunda o film. Bir yönetmenin şöyle bir lafı vardı: “Ben istiyorum ki film, siz salondan çıktıktan sonra başlasın.” Aslında film böyle bir şey. Sonuçta hesapsızca bu dünyaya geldim ve insanların hayatına nasıl dokunabilirim, "nasıl daha değerli hâle getirebilirim?" diye düşünüyorum. Paylaşmak en önemlisi. Film de bir tür paylaşım ve bu yolla birilerini iyi edebiliyorsun. Bunun hazzı hiçbir şeyde yok. O yüzden sinemamın hep etkileyici, çok daha sert ve uçlarda olacağını hissediyorum. Cesur olmak en önemli şey. Onu da kendimde hissediyorum. Bir şeylerden korkmadan sert ve cesurca anlatmak istiyorum her şeyi.
Yeri gelmişken sormak isterim. Takip ettiğin yönetmenler var mı?
Çok fazla var. Gaspar Noe’yi çok seviyorum. Onun sertliği, bakış açısı ki uzun metrajımda bazı referanlar olacak gibi. Mike Leigh’nin yeri çok ayrı. Naked muhteşem bir filmdir mesela. Kuzey sinemasını seviyorum Lars von Trier, Thomas Vinterberg. Stanley Kubrick’e tapıyorum. Bence bende de o mükemmeliyetçilik hissi var, hissediyorum. Bunun acısını çekiyorum. Bazı şeyleri bir yere kadar oldurabiliyorum ama bazı şeyler de bir yere kadar oluyor. Kubrick çok uzun zaman aralıklarında harika filmler yaptı. Mekândaki sandalyenin vidasına kadar seçiyor, öylesi bir hakimiyet. Costa Gavras’ın politik sinemasını seviyorum. Ken Loach’u çok seviyorum, I, Daniel Blake çok iyi bir filmdi bence. Dardenne Kardeşleri çok seviyorum. Yeni dönemden Joachim Trier ve Felix Van Groeningen’i beğeniyorum.
Denizbank İlk Senaryo İlk Film Yarışması’nda finale kalan bir de uzun metraj filmin var: Hayat Korkunç Güzeldir. Bu filmden biraz bahseder misin? Şu an ne aşamada?
Hayat Korkunç Güzeldir, Yeryüzündesin. Bunun Bir Tedavisi Yok’un uzun metraj versiyonu olacak. Yani aynı hikâye. Aslında bunu çok planlamamıştım. Yaptığım kısa film çok uzun metraj ritminde, sanki bir uzun metrajın 25 dakikası gibi duruyor. Çok anlatmak istediğim ama süreden dolayı tam olarak anlatamadığım bir hikâye bu. Hikâyeyle ilgili çok fazla yeni malzeme vardı kafamda. Yeryüzündesin’i çekeyim bir kaba kurgusunu göreyim ondan sonra karar vereyim, demiştim. Baktım ki kısa versiyondaki sonuçtan memnunum. O yüzden de uzun metrajı yazmaya karar verdim. Yeryüzündesin’den parçaların olması ve kafamda da hikâyeye dair çok şey olduğu için senaryoyu yazmak dört ay sürdü. Denizbank İlk Senaryo İlk Film Yarışması’na yolladım ve ilk 20’ye kaldı orada. Şimdi ise çalışmalarım başladı. Kafamda sanatsal ve prodüksiyon açısından nasıl ilerleyeceğine dair çalışıyorum.
Gelelim bu sezon Entropi Sahne’de Dejan Dukovski’nin yazdığı Yurdaer Okur’un yönettiği Boş Şehir isimli oyunda Mehmet Tekatlı ile oynuyorsun. Tekrar sahneye dönme kararını vermendeki etkenler neler oldu?
Bir süre oyunculuk yaptıktan sonra kamera arkasına geçtim ve kamera arkasında da kendimin yaptığım filmler dışında başka uzun metraj filmler de yapıyoruz Kinema Film çatısı altında. Aynı zamanda reklam işlerinde yapımcı olarak aktif olarak çalışıyorum. Kısacası sinemayla dolmuş durumdaydım. Bir gün Yurdaer Ağabey aradı. Beni konservatuara da o hazırlamıştı. Oyuncu olmamdaki önemli taşlardan biridir. Entropi Sahne’yi yeni açmıştı, bana da burada nasıl film gösterimleri yaparız diye sordu. Sonra film gösterim sistemi kurduk oraya. Sonra da bağımsız filmler göstermeye başladık Entropi’de. Her şeyden önce Entropi Sahne birçok farklı disiplini bir araya getiren, yenilikçi ve tavrını net bir şekilde yansıtabilen bir yapı. İşte bu sıralarda ben de tiyatroya daha fazla gidip gelmeye başladım. Sahne, tiyatro ufak ufak aklıma girmeye başladı. Kafamda oyunculuğa dönmekle ilgili başka bir proje vardı. O projenin detaylarını anlatırken bir anda Yurdaer Ağabey’den Boş Şehir teklifi geldi. İyi ve çok renkli bir oyundu. Tiyatroya dönmeme değecek bir oyundu. Hem oyunun metni hem Yurdaer Ağabey’in rejisi hem Mehmet’le olan tam uyum… Karakterden karaktere girilen, hikâyeden hikâyeye geçilen aynı zamanda meselesi savaş olan ama bunu trajikomik bir şekilde anlatan bir oyun. Müzikleri Akın Sevgör yaptı. Boş Şehir, uzun süre sahneye ara verdikten sonra gerçekten beni mutlu eden bir proje oldu.
Oyunda iki asker kaçağı kardeşin savaş, aile ve kişisel hikâyelerini anlatıyorsunuz Mehmet Tekatlı’yla. Oyuncu olarak rolüne hazırlanma sürecin nasıl oldu?
Metni ve içindeki ince detayları tam anlamıyla kavrayabilmek için uzun bir süre okuma provaları yaptık. Yurdaer Ağabey’le karakterlerin iç dünyası, oyunun ritmi ve biçimiyle ilgili uzun uzun konuşmalar geçti aramızda. En büyük şansım rol arkadaşım Mehmet Tekatlı’yla müthiş bir uyum yakalamış olmam. Çünkü iki kişilik bir oyun ve aramızda gerçek bir uyum ve enerji olmadan oyunun başarıya ulaşması imkânsız. Sahne provaları sürecinde Yurdaer Ağabey’in rejideki güçlü mizahi tavrı ve Mehmet’in varlığı karakterimi her şeyiyle ortaya çıkarmamı sağladı.
Geçtiğimiz günlerde Akın Sevgör’le müzikle birlikte bir performans yaptınız. Bu deneyim nasıldı? Devam edecek mi?
Gerçekten enteresan bir deneyimdi. Ya oyunda müzik banttan gelir ya da müzikaldir birileri çalar. Oyunun özgün müziklerini yapan müzisyenin bizimle birlikte olması çok özel bir durumdu. Banttan olunca müziğin duygusu bile farklı oluyor. Canlı olması ise bambaşka oldu. Akın da biz de birbirimizi iyi hissettik o anlamda. Nasıl olacağına dair bir sürü soru işareti vardı kafamda ama sahnede çok iyi hissettik. Seyirci açısından da farklı bir deneyimdi. Bunun devamı gelmeyecek. Tek seferlik özel bir projeydi.
Sonlara gelirken bahsettiğin Kinema Film’deki yapımcılık işinden de konuşalım isterim.
Reklam işlerinde uygulayıcı yapımcılık ve yapımcılık yapıyorum. Yarım Kalan Mucize’de ben uygulayıcı yapımcıydım. Filmi yaptıktan sonra şirkette işler ekonomik olarak yolunda değildi. Sonuçta büyük ekiplerle film yaptığımız ve prodüksiyonu da iyi bildiğimiz için “Biz alternatif olarak ne geliştirebiliriz?” diye düşündük. Nihan tam o sırada markaların sosyal medya reklam desteğine ihtiyacı olduğunu ve bizim bu alanda bir şeyler yapabileceğimiz fikrini ortaya attı. Biz de dijital için reklam işleri yapmaya başladık. Ardından işler ardı ardına gelmeye başladı. Filmden uzun vadede para kazanabiliyorsun. Reklamda ise daha kısa vadede. Arada TRT’ye de yapımını üstlendiğimiz bir televizyon filmi yaptık.
Son olarak gelecek zamandaki projelerinden bahseder misin? Mesela Boş Şehir’den sonra oyunculuğun devam edecek mi?
Uzun metraj film gelecek, oyun devam ediyor. Tiyatronun yönetiminde de yer alıyorum aynı zamanda. Oyunculuğa devam edeceğim tabii ki. Oyunculuğumla var olabileceğim her alanda yeni projelere açığım. Oyunculuğu özlemişim; onun bende yarattığı hazzı özlemişim. Menajerim Nimet Atasoy’la birlikte birtakım projeler üzerinde konuşuyor, değerlendiriyoruz. Onun dışında reklam işleri de rutin olarak devam edecek.